Osmanlı entelektüelliğinin Cumhuriyet istikametinde son asır verimi olarak Abdülbaki Gölpınarlı, haşyet ve iptidailik çağının dikkat çeken önemli isimlerinden biri olarak edebiyat tarihindeki yerini aldı. Şu sorulabilir, Gölpınarlı gerçekte, araftalığının farkında mıdır? Entelektüelliğin naif bir unsuru olarak algılanan mistisizmin veya metafizik evreni açımlayan çalışmaların, aydın müsteşrik kırması bir tavırla yaklaşım bulması aslında bilinen bir gerçeği barındırıyor. Özellikle Cumhuriyet sonrası tasavvuf ekseninde başlayan tartışmalar, bu tartışmalar bağlamında yeniden gündeme gelen tarikatlar ve esnaf localarının eskiyen alışkanlıklar açısından yeniden irdeleniyor olması ilginç bir seyrû süluk oluşturdu.

Ansiklopedik bilgiden çok, Osmanlı öncesi, daha doğrusu Selçuklu dönemi Anadolu’nun ahvaline, ilmine, irfanına dair eserleri epey yekûn tuttukça, hazretin ismi etrafında gelişen tartışma halkası da genişleyiverdi. Osmanlı kültür ve irfanının önemli yansıması olarak tasavvuf etrafında şekillenen bakir düşünce, İslâm ekseninde gelişen yerli düşünceyi tarikatler, mezhepler ve farklı metodlarla derinden etkiledi. Bu etkinin doğrudan uzantısı olarak mistik bir dünya algısının yeni boyut kazanacağı yirminci yüzyıl, pozitivizmin yoğun baskısı karşısında bir takım unsurları, usulleri terk etmek zorunda bırakıldı. Bu noktada Osmanlı Türk aydınının özellikle Batı karşısında alacağı yeni tavır doğrudan İslâm merkezli olmanın yanında, İslâm’ın büsbütün dışlandığı düşüncelere de açık hale getirildi. Dolayısıyla aydınların, ediblerin, sanatçıların sözkonusu pozitivizmin başat unsur halinde yoğun baskısıyla yeni fikir akımlarına, düşünce gruplarına kanalize olduklarını görmek mümkün.

Bu gelişmeler ışığında ve yeni aydın tipinin varlığı karşısında Gölpınarlı’nın eserleri etrafında neler söylenebilir? Şüphesiz Gölpınarlı, “Çalmadığım kapı kalmadı... Önce Bektaşî oldum, başka başka kapıları da çaldım; icazetler, hilâfetler bile aldım... Hatta dinsiz bile oldum bir ara… Ama, bunları iyi ki yapmışım, yoksa bugünkü halime gelemezdim.” itirafında bulunurken aslında topyekûn dönem aydınının ruhunun fotoğrafını yansıtıyordu. Bu noktada hazreti doğrudan suçlamak meseleyi kavramak yerine daha da girift hale sokmaya kapı aralar. Dolayısıyla hazretin eserlerini oluştururken, onu çelişkiler, dilemmalar yumağı olarak görmek yerine, dönemin düşünce ıstılahlarını ve kozmopolit bir Avrupa gerçeğini de görmek gerekir.

“O eseri yazdığımdan dolayı da beni ayıplamayın artık”

Hazretin divan edebiyatı verimleri olarak ortaya koyduğu eserleri bu çerçevede düşünmek daha sağlıklı bir yaklaşım olsa gerek. Sistemli, metodlu çalıştığı söylense de zaman zaman yenilik, adeseye gelmek adına çeşitli snobluklar yaptığı da kayıtlardadır. Geniş bir divan edebiyatı geleneğini, kişileri, mekânları ve dönemleri itibarıyla lif lif dokuyarak kaleme aldığı eserlerinde, bir müsteşrik tavrından ziyade meraklı ve öğrenmeye açık bir dimağın izleri göze çarpar.

Öyle ki hemen yanıbaşında, son nefesini verirken elleri ellerinde bekleyen hocası İsmail Saib Efendi için hürmetin sonsuzluğunu, hakikatli dostluğun imkânlarını belirtircesine, “Keşke hayatta olsa da, dizinin dibine oturup bir şeyler öğrensem” dediği rivayet edilir.  Aynı şekilde, bir diğer hocası olan Ömer Ferid Kam için de, “Vakitsiz yürüdü, müşküllerimi halledecek kimse kalmadı” şeklinde sızlanması bir vefanın ete kemiğe bürünmüş hali olarak okunmalıdır.

Gölpınarlı, çoğu edebiyat adamının, akademisyenin belleğinde, ‘kafası karışık adam’ olarak yer etmiştir. Bu kabil düşüncelerin ortaya çıkmasında şüphesiz hazretin tetkik ve metod noktasında hassas bir terazi nevinden girişkenliğinin büyük etkisi vardır. Fakat bununla birlikte onun, Cumhuriyet devrinin bütün sancılı aydınları gibi komplike zihin yapısı eserleri üzerinden hemen ortaya çıkmaktadır. Meşhur eseri Divan Edebiyatı Beyanındadır’ı yayınladığı yıllarda, önemli tartışmalarla birlikte, eski-yeni ilişkisini ve bu ilişkinin taraflarını ortaya koymuş olması bakımından hiç de uslanacak bir tavır sahibi gibi gözükmemektedir. Böyle bir tavır alması mı gerekiyordu, yoksa hazretin bir bilinçaltı baskısı altında dilemmaya tutulmuş dünyasında bir otoriteye bağlı kalmanın verdiği sıkıntıyla mı divan şiirine hepten verip veriştirmişti, bilinmez. Zira yıllar sonra, “Vaktiyle ben bir Divan Edebiyatı Beyanındadır yazmıştım; bu eser oldukça gürültü koparmıştı. Hatta rahmetli Ataç bile, ‘Ayıp derler senin yaptığına Abdülbaki, Neşatî’yi biz senden öğrenmedik mi?’ diye serzenişte bulunmuştu. İtiraf edeyim; gerçekten de ayıptı, yerilirdi, yergilerin çoğu da hâlâ doğru. O eseri yazdığımdan dolayı da beni ayıplamayın artık, olmaz mı?” demişti.

Belki gençliğinin bakiyesi olarak, genç yaşta kaybettiği babası Ahmet Agâh Bey’i meşum 31 Mart ihtilali sonrası kurulan darağaçları arasında elinden tutarak arayan annesiyle birlikte yaşadıklarının etkisi şüphesiz dış dünya gerçekliğine karşı muhayyilesine derinlik kazandırmıştır. Pek uyumsuz, huysuz ve de pek hırçın yapısında gizlenen derinliğin bilgisine vakıf mükemmeliyetçilik duygusu etrafında bir kişilik oluşturan Gölpınarlı, bir devrin karartılmaya çalışılan, üstünün hassaten örtülmek istenildiği edebiyat şahikalarının yeniden banisi, bendesi olarak çok önemli çalışmalar vücuda getirmiştir. Yoğun bir tempoyla, metodlu bir çalışma gerçekleştiren hazret, verdiği ilk eser olarak Melâmîlik ve Melâmîler’i tafsilatlı, derinliği haiz bir çalışma olarak bugün dahi aşılamayan niteliğiyle literatüre armağan etmiştir.

Sermayeyi tüketmiş bir zenginin tutumlu oğlu

‘Kafası karışık adam’ olarak Gölpınarlı, devrinin ahengiyle sürüklendiği ilim deryasında yüzün üzerinde eser vermişti. Bu eserlerin sayısı, evsafı ve niteliği konusunda şüphesiz araştırmalar yapılmış ve yapılacaktır. Disiplin ve ilme hürmet noktasında bir nokta için dahi olsun sözünü esirgemediğini belirtenler vardır. Doğrusu hazretin iki dünya arasında kalmışlığını, daha doğrusu araftalığını imleyen en önemli eseri, şüphesiz hayatıdır. Bu hayatı görünür kılmak uğraşısında, eserlerini büyük bir titizlikle kaleme alırken belirgin düşünce olarak şunları dile getirmektedir: “Her olay, önceki olayların sonucudur ve her sonuç, olaylara sebeptir. Dünü bilmeyen bugünü anlayamaz; bugünü anlamayan yarını göremez, yarına hazırlanamaz. VIII. asırdan beri İslâm âlemini etkisi altına almış, yüzyıllar boyunca hem siyaset, hem ilim ve sanat bakımından topluma tesir etmiş, sosyal; yaşayışta müsbet ve menfi tesirleri olmuş bir inanç ve düşünce sisteminin ve bu sistemin meydana getirdiği zümrelerin, tarih boyunca çıkışları, bünyeleşmeleri, etkileri bakımından ve her yönder tarafsız olarak incelenmesi elbette gerektir. Eski yahut eski sayılan müesseseler hakkında, bir uğurdan menfi hüküm vermek, bunların devirlerindeki rollerini inkâr etmek, tarihin seyrini inkâr etmek, olayların sebeplerine göz yummak demektir.”

Tasavvuf, tarikatlar, mezhepler ve yer yer ideolojiler konusunda hayatını bir nokta üzerine teksif eden Gölpınarlı, cinnetle süslenen mustatile ramak kala, isnad edilen komünist propagandası iddiasıyla ilgili emniyetteki ifadesinde şu cümleyi kullanır; “...Yaralanan feryâd eder, yarası olan gocunur. Ben yaralandım, feryâd ediyorum. Fakat yaram yok, gocunamıyorum.”

Bizim gocunacak yaramız çok, lakin ettiğimiz feryad hançeremizde düğümlenip kalıyor yüzyıllardır. Gölpınarlı’nın eserleri üzerinden ortaya koyduğu feryadın aslında snobluğunun çok çok ötesinde, bir zihin ayrışması olarak çabaladığı elbette gün gibi ortada. Bu haliyle hazreti daha çok, sermayeyi tüketmiş bir zenginin tutumlu oğlu olarak sahiplenmemiz gerekmiyor mu? Zira Cumhuriyet elitlerinin sadece medeniyet babında söyledikleri değil, medeniyeti oluşturan manevî dinamiklerin ve unsurların birer birer gözden bile isteye çıkarıldığı bir devirde peş peşe eserler veren ‘kafası karışık bir adam’ın yazdıklarında okundukça görülecektir ki kayda değer pek çok hüzünkâr notlar bulunmaktadır.

 

Arif Akçalı yazdı