Yakın dönem edebiyatımızın üzerinde en çok konuşulan, en fazla tartışılan konularından birisi İkinci Yeni akımı. Bu akımın ortaya çıkışının nasıl olduğu, kurucusunun kim olduğu, bugün bile netliğe kavuşmuş değil.
Türkiye’nin kültür edebiyat alanında yakın zamana kadar (Şu an bile bu hâkimiyet genel olarak devam ediyor.) hâkim olan Marksist/sol düşünce, kendisi dışında herkesi; özellikle de bu ülkenin yerli damarını yok saydı bilindiği gibi. Necip Fazıl Kısakürek gibi, Sezai Karakoç gibi şairlerimiz ile Edebiyat dergisi, Mavera dergisi gibi görmezden gelinemeyecek bir etkiye sahip olan dergiler ve bu dergilerin etrafında kümelenen Müslüman entelektüeller olabildiğince geri plana atılmaya, değersizleştirilmeye çalışıldı uzunca bir süre bu kesimler tarafından.
Yerli damarın sesleri gürleşiyor
Ama su hep aynı yöne akmıyor. Zorlamanın, tabir caizse illüzyonun da bir sonu var. Bu gidişata daha gür, daha cesur şekilde “dur” diyen seslerimiz var artık. Bu sesler hem alan üzerinde ciddi çalışarak hem de sol’a şirin görünme kompleksinden uzak bir biçimde kültür ve edebiyat alanına dair tespitlerini kamuoyuna sunuyorlar. Bu, bir meydan okuma aslında. Bir hesaplaşma…
Osman Özbahçe bu cesur seslerden biri. Şiir vadisinin yolcularından olan Özbahçe, sadece şiir yazmakla yetinmiyor, şiir üzerine kafa da yoruyor. Elde ettiği sonuçları edebiyatseverlerle paylaşıyor. Özbahçe, edebiyat tarihimizin yakın döneminin bu çetrefilli konusundaki düşüncelerini “İkinci Yeninin Doğuşu” başlıklı bir kitapla sundu kamuoyuna.
Kayıtlara geçen fısıltılar
Özbahçe’nin bu kitabında İkinci Yeni’ye dair öne sürdüğü düşünceler, Müslüman camianın kendi arasında öteden beri fısıltıyla konuştuğu düşünceler aslında. Bu kitabıyla Özbahçe, fısıltıyla konuşulan o düşünceleri belgeleriyle ve sağlam bir mantık süzgecinden geçirerek sunuyor ilgilisine.
Pekâlâ, Özbahçe ne söylüyor bu kitapta?
Yıkacağın şeyi tanımadan yıkamazsın
Aslında birçok şey söylüyor: Bir geleneği/ bir akımı yıkabilmek için o akımı çok iyi bilmek gerekir, diyor mesela. Bunu da “Orhan Veli, eski şiirimize belirli bir bilgi birikimiyle karşı çıkmıştır. Bu birikime sahip olmasaydı yeni şiiri kuramazdı” diyerek ve Cemal Süreya’dan yaptığı “Orhan Veli eski şiirimizin serüvenini de gerçekten çok iyi incelemiş. Yahya Kemal’i değerlendirdiği bir yazısında da Şeyh Galip’le onun arasındaki yüz yılı (Tanzimat, Servet-i Fünun, Fecr-i Ati, Milli Edebiyat) şiirsel planda bir boşluk olarak gördüğünü anımsamıyorum.” alıntısıyla destekliyor.
Garipçiler hangi alfabeyle büyüdü?
Kişisel olarak benim bugüne kadar hiç fark etmediğim değişik bir şey de söylüyor: Alfabe değişikliği-şiir anlayışı ilişkisi. Alfabe değişikliğinin yol açacağı şeylerin arasına bir şiir geleneğini de dâhil eder Özbahçe. Şu satırlar İkinci Yeninin Doğuşu kitabından: “İkinci Yeni, Türk şiirine alfabe değişikliğinden sonra gelen ilk kuşaktır. Şiiri alfabeye koşut, yeni bir alfabedir. Alfabe hangi ölçüde değiştiyse şiir de o ölçüde değişmiştir. Kopuş alfabeye koşuttur.” (İkinci Yeninin Doğuşu, s. 81)
Aynı sayfada Özbahçe, Garip akımını çok daha farklı bir biçimde değerlendirir: Özbahçe, Garip akımı şairlerinin eski alfabeyle hemhal olan bir kuşak olduğuna dikkat çekerek, Garipçilerin bir geleneği tahrip etmelerine rağmen yeni bir akım doğurmaktan uzak kaldıklarını ve bunun da doğrudan alfabeyle ilgisi olduğunu söyler.
Alfabe değişmese İkinci Yeni olur muydu?
Bu soruyu “Eğer alfabe değişikliği gerçekleşmeseydi İkinci Yeni doğmayacaktı.” diye yanıtlar yazar. Bu iddiasını da Garipçiler ile İkinci Yeni şairlerini karşılaştırarak yapar. Yazar, Orhan Veli ve Garipçileri, temsilcileri arasında Tevfik Fikret, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Mehmet Akif, Cenap Şahabettin, Necip Fazıl gibi şairlerin de bulunduğu modern şiir adı verilen bir ana damarın üyeleri olarak görür. Garipçiler bir yenilik yapmıştır ama yaptıkları bu yenilik, bu ana damarın içinde kalarak olmuştur. Oysa İkinci Yeni şairleri, şiiri yeniden inşa etmişlerdir. Bu inşanın nedeni de alfabe değişikliğidir yazara göre.
İkinci Yeni’nin kurucusu kim?
Kurucu sözcüğü ne kadar uygun düştü bilmem ama yine de her akımın/anlayışın bir kurucusu olur sonuçta. Çalkantılar içindeki edebiyatımızda bir ara durak olan Garip şiirinden sonra yeni bir yapı olarak ortaya çıkan İkinci Yeni şiirinin öncüsü de Sezai Karakoç’tur yazara göre. Bu iddia, sıradan ve kanıt sunulmadan geçiştirilen bir iddia da değildir üstelik. Dönemi, dönemin dergilerini, dönemin kitaplarını tarayan yazar, özellikle İkinci Yeni dendiğinde akla gelen Cemal Süreya’ya yaptığı sık atıflarla bu düşüncesini kanıtlar. Hem yakın dönem edebiyat tarihini bilenlerin belleğine, Cemal Süreya’nın -ürkekçe olsa bile- “İkinci Yeni’nin öncüsü Sezai Karakoç’tur” anlamına gelen cümleleri düşecektir. Ece Ayhan’ın “Bir anlamda İkinci Yeni’nin babası sayılan ve sıkı şairlerden ya da sivil şairlerden Sezai Karakoç” (age., s. 123) cümlesi gibi cümleler, bu akla düşmeyi haklı çıkaracak cümlelerdendir.
İz sürülen satırların ortaya çıkardığı gerçek
Fakat bu konu, sadece birilerine üstünkörü refere edilecek bir konu değildir. İkinci Yeninin Doğuşu kitabının yazarı da konuyu metinler üzerinden inceler. Kitaptaki metinler üzerinden bizi bir yolculuğa çıkaran yazar, dikkatli bir şekilde öne çıkardığı detaylarla konuyu adım adım izler ve “Karakoç ve İsmet Özel’in yaklaşımlarındaki benzerlik, sıradan bir benzerlik değildir. Buradaki benzerlik, Karakoç’un neden İkinci Yeni’nin öncüsü, İsmet Özel’in neden modern şiirimizde son durum olduğunu gösteren bir benzerliktir.” (age. s.102) cümlesi gibi birçok cümlede ifadesini bulduğu üzere Sezai Karakoç’u İkinci Yeni’nin öncüsü olarak ilan eder.
Canlı bir edebiyat ortamında ciddi tartışmalara yol açacağına hiç şüphe olmayan bu kitabın sessizlikle karşılanmasını, edebiyatın siyasete yenilmesi olarak mı yorumlamak gerek, ne dersiniz?
Ahmet Serin