Uçun kuşlar uçun! Burada vefa yok!
Öyle akar sular, öyle hava yok!
Feryadıma karşı aks-i sedâ yok!
Bu yangın yerinde soğuk kül vardır.
Rıza Tevfik Bölükbaşı
Bir insan kimi zaman kişisel nedenlerle gitmek zorundadır, kimi zaman zoraki olarak gitmektedir. İşte 150’liklerin hikâyesi ikinci şıkla birebir örtüşmektedir. Şimdi size anlatacağım kitap 150’likleri araştırmak isteyenlerin bazı sorularına cevap verebilecek mahiyettedir. Kitabın adı: İki 150’liğin Mektupları: Refî Cevad’dan Rıza Tevfik’e Rıza Tevfik’ten Refî Cevad’a Mektuplar. Şu ana kadar yazdığım kelimelerin arasında 150’lik çokça geçti. İçinizden çokça merak ettiğinizi biliyorum. Hemen soralım ve cevabını öğrenelim:
150’likler kimlerdir? İstiklal Harbi’ne karşı ağır yazılar yazan, Devlet-i Aliyye hânedanı ve Sevr Antlaşması’nı imzalayan kişilerin Türkiye Cumhuriyeti yasasınca sürgün edilen kişilerdir. Bunların arasında sonraki paragraflarda anlatmaya başlayacağım kitaptaki iki mektup arkadaşı da bulunmakta: Refî Cevad Ulunay ve Rıza Tevfik Bölükbaşı. Kitabı tanıtmadan evvel ismini zikrettiğim bu iki kişiyi kısaca tanıtmak istiyorum. Sonra kitabı tanıtıp etkilendiğim yerleri söylerek yazımı sonlandıracağım.
Refî Cevad Ulunay, Ankara valisi Ali Muhiddin Paşa’nın oğludur. Babası Şam görevindeyken dünyaya gelir. Eğitimini Vefa’daki Taş Mektep’te (1898) ve Şemsü’l-Maarif’te (1901); daha sonrasında Galatasaray Sultanîsi’nde mezun olup tamamlar (1909).
Önce Tanin ve İkdam Gazeteleri’nde çalışır. O zamanın hükümetine (İttihad ve Terakki Fırkası) Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na bağlı olan Alemdar’dan Refî Cevad ağır eleştiriler yapar. Babıali Baskını sonucu gazete kapanır. Muhalif grupla birlikte sırasıyla Sinop’a, Çorum’a ve Konya’ya sürgün edilir (1914-1918). Mütareke’nin ilk yıllarında ve ileri gelen İttihatçıların vatanı terk etmesi sonucunda İstanbul’a dönen Refî Cevad Alemdar’ı tekrar çıkartmaya başlar (1918-1921). Çoğu kişi gibi o da İstiklal Harbi’ni başlatanlara “İttihadçı artıkları” deyip karşı çıkmaya başlar ve ağır yazılar yazar. İstiklal Harbi’nin başarılı olması sonucu çıkan yasa sonucu zor şartlar altında sürgün hayatını Paris’te geçirir. 1938 yılında af yasasıyla Türkiye’ye gelir. Önce Yeni Sabah’ta (1938-1953), daha sonra Milliyet’te (1953-1968) köşe yazarlığı yapar. 1968 yılında geçirdiği kalp krizi sonucu vefat eder.
Rıza Tevfik, 1869 yılında Cisr, Edirne Eyaleti'nde (günümüzde Bulgaristan'da bulunan Svilengrad'daki Mustafapaşa), Çerkes kökenli bir annenin ve Arnavut kökenli bir babanın ilk çocuğu olarak doğdu. Daha sonrasında Edirne'de intihar ederek ölen bir de bir erkek kardeşi Besim vardı.
Mülkiye Valisi olan babası tarafından İstanbul'daki bir Yahudi okuluna yerleştirilen Rıza Tevfik, erken yaşta İspanyolca ve Fransızca öğrendi. Öğrenci yılları boyunca önce ünlü Galatasaray Lisesi'nde ve daha sonra İmparatorluk Tıp Okulu'nda (Tıbbiye) öğrenim gördü. Huzursuz bir kişiliğe sahip olduğundan sürekli dikkat çekiyordu. Ancak otuz yaşında tamamen mezun olabildi ve bunun sonunda doktor oldu. Daha sonra arkadaşı Manyasizade Refik Bey’in ısrarıyla siyasete girdi. Sevr Antlaşması imzalanırken zoraki katılmak zorunda kaldı. O zaman Şura-yı Devlet (Danıştay) makamındadıydı. Kendisi Sevr Antlaşması’nı imzalayanlar arasında olduğu için 150’likler arasında yer alır. 1938 yılında af yasası çıkınca 1943 yılında kendi tabiriyle; “Vatana hesaplaşmak için değil, helalleşmek için” geri döndü.
Bu kitapta Rıza Tevfik Bölükbaşı’dan Prof.Dr. Abdullah Uçman’a tereke olarak bırakılan evraklar arasındaki mektuplarda her iki gurbetzedenin gündelik hayatlarındaki bir kısım alelade meşgaleleri yanında vatan hasretleri, İstanbul özlemleri, hayatın güçlükleri, geçim sıkıntısı, Paris’te ve başka memleketlerde yaşayan diğer bir kısım gurbetzedeler ve 150’liklerle ilgili olarak sık sık gündeme gelen af konusu üzerinde durulmakta; ileriye dönük olarak da birtakım tasarılar yapılmaktadır.
Mektuplarda üzerinde durulan diğer önemli konuysa Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın bütün şiirlerinin bulunduğu Serab-ı Ömrüm adlı kitabının maroken deri ile ciltletilmesi meselesidir. Paris’te bu deri ile ciltletilerek teksir edilmesi pahalıya geldiği için ancak eşe dosta verilmiştir. Kaliteli ve karton kapaklı olarak bastırılabilmesi Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın vefatından kısa bir süre önce (1949) mümkün olabilmiştir.
Şimdi sizi, kitabın arasından seçtiğim trajikomik bir yerine götüreceğim. Bu yeri okurken Refî Cevad’ın haline hem üzüldüm hem de anlattığı fıkramsı olaydan dolayı güldüm. İşte o beğendiğim yer:
“On beş senelik menfâ-yı ihtiyârî beni mahvetti. Burada değil memlekette bile on param yok. O halde ben ne yapabilirim? Düşünüyorum, vatana dönebilirsem bir mahalle mektebinde hocalık filan bulur geçinirim diyordum. Devlet memuriyeti yok. Gazetecilik de edemeyeceğim. Bu yaştan sonra tüccar kâtipliği nasıl edebilirim?
Edebiyat ile uğraşsam yazı yazmağa korkacağım. Olur a, fena bir mana derler. Hani “Ördek Mehmed” isminde birinin hikâyesi vardır. Her zaman “bana ördek dediniz” diye kavga edermiş. Bir gün mahalle kahvesinde herifin biri:
-Bugün hava bozuk, der demez kāmeti azdırmış.
-Canım ne oldun? demişler.
-Bana ördek dedi.
-Öyle bir şey işitmedik.
-Hava bozuk dedi ya. Hava bozarsa yağmur yağar. Sel olur, göl olur; gölde de ördek yüzer...”
Son olarak söylemek gerekirse bu kitaptan o dönemle alakalı bazı ipuçları alacağınızdan eminim. Onun haricinde kitapla ilgili bir şeyler daha söylemek gerekirse, iki arkadaşın samimi ifadelerle dolu mektuplarından keyif alırken zaman zaman ağırlaşan kelimelerden dolayı uykum gelmedi de değil. Kitabın arkasına veya ağırlaşan kelimelerden sonra sadeleşmiş ifadeleyle manalandırılması lazım. Aksi takdirde bazı yerleri sözlüksüz anlaması zor. Kitaptan gördüklerim bunlardı. Şimdiden iyi okumalar diliyorum.
Necdet Ömer Özer