İnsan, iyi ile kötü, doğru ile yanlış arasında salınımlı bir varlık. O, inşa ve ıslah edici olduğu kadar ifsada da yatkın. Gel gör ki insana yaraşan, inşa ve ıslah edici olmak. Kişi bu görevi yerine getirebildiği oranda insan vasfını kazanıyor. Bir şeylerin inşa ve ihyasını başarabildiğimiz, kendimizin ve çevremizin tekamülüne katkı sağlayabildiğimiz nispette insanız. Sadece çevreyi mi? Elbette ki hayır. İnşa kişinin kendisinde başlıyor. Kişi önce kendini inşa ve ıslah etmekle yükümlü. Kendini eğiten, yetkinleştiren insan maddeyi, toplumu ve çevreyi de inşa etmeye ehil hale geliyor. Bu işin hiç de kolay olmadığı çok aşikâr. Bu, sağlam bir irade, azim, gayret ve kararlılık gerektiriyor.

İfsad etmeye gelince bunun için özel bir çabaya gerek bile yok. İnsan kendini, bedeni arzu ve ihtiraslarına teslim ederse önce kendini, sonra ise çevresindekileri ifsad ediyor. İşin doğası gereği yapmak, inşa etmek zor; bozmak, ifsad etmek ise kolay. İlki sarp yokuşu tırmanmaya, ikincisi ise yokuş aşağı yuvarlanmaya benziyor. İnsanın görevi ise Kur’an’ın ifadesiyle “Sarp yokuşu tırmanmak” (el-Beled 90/11). Mehmet Akif bu durumu şöyle ifade ediyor:

“Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir?

Onu, en çolpa herifler de emin ol becerir.

Sade sen gösteriver “İşte budur kubbe!” diye;

İki ırgatla iner şimdi Süleymaniye.

Ama gel kaldıralım dendi mi, heyhat, o zaman

Bir Süleyman daha lazım yeniden, bir de Sinan”

                                                                  (Safahat, “Âsım”)