Deux Jours Une Nuit”, sistem eleştirisi filmleri ile ünlü Dardenne Kardeşler’in yazıp yönettiği bir film. Türkçeye ‘İki Gün Bir Gece’ olarak çevirebileceğimiz filmin ilk günü, depresyon tedavisi için işten izin almış ve geri dönmeyi bekleyen Sandra’nın işini kaybettiğini öğrenmesi ile başlıyor. Ana karakterimizin çıkartılma hikâyesi ise şöyle: Sandra’nın izinli olduğu dönemde işlerin onsuz da yürüdüğünü gören patronu, iş yerinde bir oylama yapıyor. Oylamanın iki seçeneği var: Ya Sandra çalışmaya devam edecek ve maaşını alacak ya da çıkartılacak ve her işçi 1000 Euro’luk bir ikramiye alacak.

Büyük çoğunluğun tercihi 1000 euroluk ikramiye oluyor. Filmin neredeyse başından sonuna kadar psikolojik olarak harap olmuş biri olarak göreceğimiz Sandra, eşi Manu ve arkadaşı Juliette’nin de desteğiyle patrondan yeni bir oylama yapılmasını talep ediyor. Bu talebi kabul ediliyor ve modern çağımızın insanlığa hediyelerini izlediğimiz filmimizin ana hikâyesi başlıyor. Sandra, eğer işe devam etmek istiyorsa yeni oylamadan önceki iki gün boyunca iş arkadaşlarını ikna etmek zorunda.

İhtiyaçlar ile erdemler çarpışıyor

Kapitalizme sağlam eleştiriler getiren film, ihtiyaçlarımızın yaşama bakışımızı ve iç sevincimizi nasıl darmadağın ettiğinin güzel bir anlatımı. Bunu sadece ana karakterimizde değil, 1000 euro ikramiye ile Sandra’nın işine devam etmesi arasında bir tercih yapmak zorunda bırakılan işçilerin yan hikayelerinde de görebiliyoruz. İhtiyaçlar ile erdemler çarpışıyor ve iş arkadaşlarını ikna ediş sürecinde Sandra yoğun bir değersizlik duygusu yaşıyor. Fakat bir Batılı olduğu için bu his Sandra’yı öfkelendirmiyor. İş arkadaşları için 1000 eurodan daha değerli olmadığını düşündüğünde onları anlıyor ve hak veriyor. Kariyer geçmişleri belgeselciliğe dayanan Dardenne Kardeşler’in röportajlarında üzerinde durdukları asıl konu, Sandra’nın bu değersizlik hissi. Bu hissi, bana kalırsa en iyi anlatan sahne, ağaçta öten bir kuşu eşine göstererek “Keşke o olsaydım.” dediği sahneydi. Aslında, film o kadar gerçekçi ki ana karakterin ruh dünyası ve karmaşasının sebebi ile ilgili birçok çıkarım yapılması mümkün. Bu yüzden benim filmde gördüklerim ile sizin gördükleriniz arasında belki de dağlar kadar fark olacak.

Hayatımızın öznesi kapitalizm

Filmi doğu kafası ile izlediğimden olacak, dikkatimi çeken özellikle iki nokta oldu. Bunlardan ilki, modern yüzyılda hiç eskimeyen bir tartışma konusu olan kadınların iş hayatındaki konumuydu. İkincisi ise, ihtiyaçlarımızın neredeyse bizi biz yapan ve vazgeçilmez ögeler olarak hayatımıza dahil olma şekliydi. Belçika’nın Seraing isimli sanayi şehrinde büyüyen Dardenne Kardeşler’in, ana karakteri depresyon tedavisi gören bir kadın işçi olarak belirlemeleri bana bu iki nokta üzerinde düşündürttü. Emek-sermaye ilişkisinde ‘zayıf halka’ olduğu için Sandra, müdürü tarafından kolaylıkla harcandı. Ardından ihtiyaçların yarattığı baskı ile çıkmaza girdi. Bence filmde bu fikrimi özetleyen sahne, Sandra ve eşi Manu’nun mücadele etmek konusundaki konuşmaları idi. Manu, Sandra’ya evin ipoteğini ödemenin tek yolunun işini geri alması olduğunu söylüyor ve Sandra’nın sosyal konutlara dönme teklifini kabul etmiyor. Çift arasındaki konuşma, kapitalizmin sattığı ihtiyaçları gösteriyor. Hayatımızın öznesi, para- değer ilişkisinde kapitalizm oluyor. Aslında yaşama içgüdümüzle alakası olmayan birçok gereksiz detay bu şekilde ihtiyaç statüsü kazanıyor ve bizi baskılıyor. Film beni, bu açmazın, emek- sermaye ilişkisindeki iki taraf içinde kanaatkâr ve paylaşımcı bir bakış söz konusu olmadan aşılamayacağına bir kez daha inandırdı. Sandra’nın işe devam etmek için konuştuğu iş arkadaşlarından onu destekleyenlerin, üçüncü dünya ülkesi vatandaşları olması da bu bakışımı güçlendirdi.

İşsizliğin değersizlik hissi ile bağlantısı

Filmin hikâyesi, Jean-Pierre Dardenne’nin bir röportajında söylediğine göre, Pierre Bourdieu tarafından edite edilen ve sosyolojik çalışmalar içeren ‘The Weight of the World-  Social Suffering in Contemporary Society’  isimli bir kitapta çalışılan 15 farklı olay ve analizden bir tanesinden uyarlanmış. Jean-Pierre Dardenne yine aynı röportajda Batı toplumunu, “Bizim toplumumuz birbirimiz arasındaki rekabeti kızıştırıyor: Her zaman sen en güçlü olmalısın, en iyi olmalısın.” şeklinde anlatıyor. Luc Dardenne ise, “Sandra’nın tek problemi işini kaybetmek değil. Çünkü işini kaybetmekten daha kötü olan şey dışlanmak; kimse seni görmeye gelmediğinde insanlarla olan bağlantını kaybedersin. Sorunun büyük bir parçası bu. Bugün en önemli olan şey dışlanmak.” diyerek işsizliğin değersizlik hissi ile bağlantısını kuruyor. Marion Cottillard’ın oynadığı Sandra karakterinde bunu yoğun olarak görüyoruz.

Sandra “tevekkül” kelimesini bilseydi…

Açıkçası Dardenne Kardeşler’in “Rosetta” isimli 1999 yapımı filmini daha çok beğensem de, “Deux Jours Une Nuit” beni daha çok etkiledi. Belki iş aradığım dönemde seyretmem bunda etkilidir. Ama yönetmelerin başarısını da es geçmeyelim. Film, hem gerçekçi, hem de çarpıcı. Bilinen satış yöntemlerinden küfür, cinsellik, şiddet gibi yollara başvurmadan derdini sade bir şekilde anlatıyor. Bu anlamda temiz bir film. Ayrıca, ‘sanat filmi’  olmanın birinci şartı olan sıkıcı olma şartını taşımıyor ve son sahneye kadar kendini izletiyor. Batılı insan kafasını görmek istiyorsanız bu filmi izleyin.

Filmden sonra, tevekkül kelimesinin İngilizce karşılığına baktım. Tureng karşılık olarak resignation, reliance, faith gibi kelimeleri veriyor. Çevirmen değilim ama bu kelimelerin bir kısmı, boyun eğmek, katlanmak, güven, inanç gibi tevekkülü tam karşılamayan kelimeler. Eğer Sandra bu kelimeyi en başından biliyor olsaydı, belki de Sandra’ya filmin sonuna kadar “Yürü be kızım, özgürleş” demek zorunda kalmazdım. Kelimelerimizle kuruyoruz dünyamızı ve kelimelerimiz tecrübelerimizin birinci basamağı. Modern yaşam ve çağın bunalımları bizi derinden etkilese ve hem lügatimizi hem zihniyetimizi darmadağın etse de; güneş, doğudan doğmaya devam ettiği sürece umut vardır.

Rumeysa Kılıç