İstanbul’da yaşayanlar için –arabası olanların bir kısmı da dâhil- İETT araçlarının sine qua non (olmazsa olmaz) olduğunu söyleyebiliriz herhalde. İstanbul’da toplu taşıma araçlarını kullanmanın genel olarak ızdırap verdiğini söylememize de gerek yoktur sanırım.
Hele bir de trafik varsa ve araç kalabalıksa yolculuklar çileye dönüşüyor. Metrobüste nefes alacak bir alan aramak, tramvayda tutunacak bir yer kestirmek, otobüste düşüncesiz şoförlerin gaz-fren dengesizliğine karşı fizik formülleriyle ayakta kalabilmek kaçınılmaz olabiliyor. Kimi yolcu bunalıyor, kimi sinirleniyor, kimi umursamayıp ayaktayken bile kitap okuyor, kimi kulaklığını takıp müzik dinliyor. Fakat pek çok insanın suratındaki ifadeden, hâlinden pek hoşnut olmadığı anlaşılıyor. Bazen ben de o hoşnutsuzluk hâline bürünsem de sıradışı bir olay olmadıkça ya arkadaş sohbeti ya da “yol kitabı”m ile bir yerden başka bir yere gitme amacıma kazasız belasız ulaşıyorum.
Milyonlarca insanın taşındığı araçlarda her cins insan olabileceği için tatsız olayların vuku bulması da doğaldır. Ne bahtlıyım ki yaşadığım sıra dışı tatlı olaylar, sıra dışı tatsız olaylardan daha fazla. Bunların bir kısmının müsebbibi de tatlı insanlar tabii ki, meczub veya sırlı diyebileceğimiz insanlar.
Kısa bir kaside okudu, sonra bir TSM eseri ve bir de Sezen Aksu şarkısı
2 sene önceydi. Çemberlitaş’tan tramvaya bindim. Yanılmıyorsam Sultanahmet’te binenlerin arasından “Selamunaleyküm” diye bir ses geldi. Yaşlı, takkesinin altından ak saçları gözüken, aksakallı bir amcaydı selam veren. Ben de dâhil birkaç kişi “aleykümselam” dedik. Bazı suratlar selam verilir verilmez buruşmuştu. Amca kapı kenarında duruyordu. Yer verenleri yerlerine geri oturttu, ayakta durmaya devam etti.
“İlahi okusam rahatsız olur musunuz?” deyip hemen hemen herkesle göz göze gelmeye çalıştı. “Oluruz” diyen duymadım ama “olmayız” diyen de duymadım. Kalabalık içinde aykırı gözüken şahsa karşı takınılan umarsız tavrın, ürkek duruşların bir parçası oluyor genellikle bu sessizlikler. Amca bunun üzerine ilahi okumaya başladı. Bittiğinde “rahatsız olan varsa kesebilirim.” dedi. Ardından kısa bir kaside okudu, sonra bir TSM eseri ve bir de Sezen Aksu şarkısı.
Sonra yanıma doğru geldi. Bana bakıp “Ağzım kurudu, gönlüm yanıyor, ciğer büryan, su bul bakayım bana” dedi. Etraftakilerden bir şişe su bulup verdim amcaya. “Gurbette Ömrüm Geçecek” türküsünden “dünya derler o da fâni/ veren alır tatlı canı/ hasta düştüm ilaç hani/ bir yudum su verenim yok” kısmını okudu. Suyu verene de, uzatana da, bana da “Hay Allah razı olsun sizden, su gibi ömrünüz olsun” diye dua etti. Sonra su şişesinin sahibine “Müslüman mısın?” diye sordu. “Elhamdülillah” cevabını alınca, “Mümin’in ağzı temizdir. Hem ağzı hem dili temizdir. Kâfirinki necistir. O yüzden bu şişe temiz, bundan içilir. Müslüman şehadet getirmiştir. Şehadet getirenden korkulmaz, o ancak sevilir.” deyip içti suyu.
Birkaç genç, amcaya müstehzi bir şekilde “Şarkı türkü okusana yine amca” dedi. Amcamız gençlerin emellerini anladı ve topu göğsünde yumuşatarak talebi nazik bir şekilde savuşturdu. Sonra sesini çok yükseltmeden sesisin ulaşabildiği herkese öğüt vermeye başladı. Eğer orada apartman yöneticisi emekli bir asker, şahsi ilkelerinden ödün vermeyen bir öğretmen varsaydı dahi tepki veremezdi çünkü amca o kadar güzel ve dolu konuşuyordu ki, yolculuk saatlerce sürse herkes dinleyebilirdi amcayı. Sonra amca önümdeki boş koltuğa oturdu. Turistlerle İngilizce konuşmaya, onlara espriler yapmaya başladı.
“Bizi kim ne yapsın, kabul edilmeye değmeyiz hiçbir yere”
Sonra Endonezyalılar’a-Malezyalılar’a benzeyen bir aile bindi tramvaya ve amcanın yanında boşalan koltuklara oturdular. Amca selam verdi. Babaya İngilizce bilip bilmediklerini sordu. Çat pat biliyordu. Bu sefer Çince bilip bilmediklerini sordu. Bilmediklerini söylediler. “Müslim?” diye sorunca evet cevabı aldı amca ve yüzünde güller açtı. Bir “ooouv” çektikten sonra adama sarıldı, adam da ona sarıldı. Sonra fonetiklerinden Uzakdoğu’da olduğunu tahmin ettiğim şehir isimleri saymaya başladı. Oralara gittiğini anlattı adama.
Adamla sohbeti bırakıp çocuklarına şakalar yapmaya başladı. Çocuklar da çok sevdi amcayı. Amca bana bakıp, “Bu yaptıklarımı bu çocuklar ileride hatırlayacak, kafalarına kazınacak bunlar. Türkiye’de güzel bir anıları olacak. Hafızalarında buraya dair, buranın Müslümanlarına dair güzel şeyler olacak” dedi. Aile bir sonraki durakta kalktı, amcayla sarılıştılar ve indiler. Sonra amca elimden tutup yanına oturttu beni. Amcayı sadece izliyordum ve suratımda dakikalardır bozulmayan bir tebessüm vardı. Hatta diğer insanlarda da bu tebessümün aynısından vardı. Kendimi tutamayıp “İntisabınız var mı amcacım?” diye sordum. “Bizi kim ne yapsın, kabul edilmeye değmeyiz hiçbir yere.” dedi.
Nerede oturduğunu sorduğumda karşıda oturduğunu söyledi. Yorgunluğundan dert yandı. Son durak olan Kabataş’a geldiğimizde elini öpmeye yeltendim ama müsaade etmedi. Ben fünikülere doğru döndüm, o da karşıya geçmek için muhtemelen motor iskelesine doğru yöneliyordu. Kendi kendime, “Acaba peşine takılıp karşıya geçsem mi beraber?” deyip arkamı döndüğümde gözden kaybolmuştu amcamız.
Bu olaydan neredeyse 1 sene sonra Çengelköy’de arkadaşımla tavla oynuyordum. Oyuna kendimizi kaptırmış olacağız ki yanımıza birinin oturduğunu fark etmemişiz. Oyunu kazandıktan sonra arkadaşa “Oyun bu yahu, dert etme” dedim ve akabinde yanımıza oturduğunu fark ettiğim bir amcadan “Hah şöyle, ne güzel dedin. Oyun tabi. Üzmeyin, kırmayın birbirinizi.” diye bir cümle duyduk.
Amca yanımıza oturmuştu ama sandalyede veya taburede değildi. Ayaklarının üzerine çömelmiş bir biçimde gazete okuyordu. İşimiz olduğu için amcayla vedalaşıp kalktık ve sonradan hatırladım ki bu amca tramvaydaki amcaydı. Belki hâlâ kalkmamıştır deyip geri dönüp baktığımda orada değildi. Bir daha görürüm inşallah.
Hisarüstü otobüsünde tatlı meczub nasıl vaaz verdi?
Temmuz ayında Hisarüstü’ne gitmek için bindiğim otobüste ise bugüne kadar gördüğüm en tatlı meczublardan birine rastladım. Normal şartlar altında meczub gördüğüm ilk dakikalarda mahzunlaşan fakat bir müddet sonra rahatsız olan biriyim. Ama bu abimiz o kadar tatlı konuşuyordu ki, taife-i mecaninden olduğunu anladıktan sonra ömrümde ilk kez birine yol boyu gülümsedim. Tramvaydaki amca dahi yol boyunca bir gülümseme oluşturmamıştı bende.
Otobüse Beşiktaş’ta binmiştim ve abimiz yanındaki adamın boynuna elini atmış, bağıra bağıra konuşuyordu. Normal şartlar altında bundan da rahatsız olan biriyim ama konuşma tavrını ve tonlamayı duyunca gülümseye başlamıştım bile. Zincirlikuyu'da yanındaki adam indi. Abimiz bir müddet şoförle muhatap oldu. Sonra ayağa kalktı, gözlükleri yere düştü, otobüs hareket edince gözlükler koridorda sürüklendi, o da peşinden koştu. Sonra oturan ablalardan birine "Gözlük de sağlammış ha" deyip gözlüğüyle ilgili bilgiler verdi.
Etiler'e kadar koridorda halk konuşması yaptı. Sonra epey yaşlı bir teyzeye havadan sudan konuşmaya başladı. Teyze biraz tedirgin gözüküyordu ki durakta genç bir arkadaş binince onu gözüne kestirip muhabbeti onunla sürdürdü. "Hayattan feyz almak gerek, hayat Allah'ın bahşettiği şeydir, feyz topraktan alınır, toprak gibi olmak lazım. Sunî olmamalı insan. Bu topraklar bereketlidir ama toprakları mahvetmek isteyenler var, bölücüler de var. Allah nasip etsin inşallah yüce Rabbim bu bölücüleri yakar, yıkar, mahveder, bin türlü belasını verir." diye girizgahı yaparak mevzuyu iç politikadan dış politikaya kadar uzattı.
“…Kendi nefsim ne isterse onu yapacağım diyor! Firavunlar da aynısını yapmış, peygamberleri katletmeye çalışmışlar. Firavunların hepsi… Peygamberleri… Onlar, neler çekmiş onlar. Aynı Amerika Firavun… İtalya, Fransa… Dört tarafı denizler ülkesi, dağlar karalar… Firavunlar her tarafı kaplamışlar. İcatları Allah verdi. İcat insanlara lazım ama iyiye kullanmak lazım, onlar kötüye kullanıyor. Yani o… İnsanları öldürmek için kullanıyorlar, satın almak için kullanıyorlar.” diyor abimiz. İnmem gereken durakta inmedi diye ben de inmedim, sonraki durakta indik beraber. Sonra gözden kayboldu. Hasbihal etmeye niyet etmiştim ama çok uzayabilir diye gözüme de kestiremedim. Bir daha görürüm inşallah.
Bu toprakların meczubu, sırlısı, kerametlisi tükenmez inşallah
Son olayda ise hikâyenin kahramanının konuşmasını değil, yaşadığı ve yaşattığı olayı anlatmam gerekecek. Ekim ayı içerisinde Çengelköy’den Üsküdar’a gitmek için otobüse bindim. Macar yapımı, komünist tasarımcıların meşhur ürünü Ikarus’tu otobüsümüz. Sahil tarafını gören koltuklardan birine oturdum. Beylerbeyi’ne geldiğimizde durağın önünde bekleyen yaşlı bir amca otobüse el etti, şoför görmesine rağmen yavaşlamadı bile.
Tam “Binecek var dur” diyeyazdım ki otobüs bir anda “istop” etti. Şoför marşa bastı, otobüsten ses dahi gelmedi. 2-3 deneme daha yaptı. Son denemede otobüsten aksırıklar geldi. “Arıza yaptı, bu kalkamaz buradan.” deyip demin arkamızda olan ve az önce önümüze geçen otobüsü durdurdu, ona binmemizi söyledi. İnerken şoföre “Niye bozuldu sence?” diyeyazdım ki, “suratıma ifadesizce bakarsa sinirlerim” deyip diğer otobüse geçtim. Deminki amca bu otobüse binmiş meğersem. Hemen çaprazındaki koltuğa geçtim. Yanındaki adama zorlanarak “Niye diğerinden buna bindiniz siz?” diye sordu. “Senin sebebinden, senin sahibinin takdirinden” diyeyazdım ki olayın başından beri iki kere diyeyazdığımı hatırladım ve geleneği bozmayıp sükût ile olanı biteni izlemem gerektiğine karar verdim.
Otobüsün bozulmasını tesadüfler, ihtimaller dâhilinde açıklayabilecek milyonlarca insan bulabiliriz. Fakat benim için tesadüf denilen şey bir kez daha “keramet”in, “ah alma”nın ve sevilen kul olmanın yanında bir hiç olmuştu.
Bu toprakların meczubu, sırlısı, kerametlisi tükenmez inşallah. İETT vasıtalarında da çok ihtiyacımız var onlara. Bir sonraki “sıradışı” maceramı sabırsızlıkla bekliyorum.
Ömer Yüceller yazdı