İçli bir şarkıdır ‘Afrika’nın Yapayalnız Lalesi’

Afrika, yalnızlık, lale… İçimde birden bire başlayan şarkıların hüzünlü ikindisi. Sonra hafif bir acı, hayat gibi. Yaşanan her şeyin geride bıraktığı eskimeyen yalnızlık. Zaman geçer, mevsimler değişir ama yalnızlık bir türlü bırakmaz yakamızı. Evler çekilir, tarlalar tarumar olur, çocuklar kaçışır dört bir yana, kocaman bir betonun gölgesi gelir nefesimizi tıkar.

Engin Elman’ın Afrika’nın Yapayalnız Lalesi kitabını okurken bir yalnızlık hiç bırakmadı beni. Ne çok yalnızlık var dedim yaşadığımız ama bazen unuttuğumuz bazen görmezden geldiğimiz.

Afrika’nın Yapayalnız Lalesi, bir ilk kitap. Hece Yayınları arasından ulaştı okuyucuya. Engin Elman; öyküye kafa yoran, günümüz öyküsünü sıkı bir disiplinle takip eden bir yazar. Öykü ile olan bu yakınlığını şimdi bir kitap ile taçlandırmış oldu.

Kitabın arka kapağında yer alan yazar yorumlarından Arif Ay’ın yorumunu buraya almak istiyorum.

“Engin Elman,, öyküleriyle, günümüz öyküsünü yeni bir ses, yeni bir nefesle bize ait, özlemini çektiğimiz bir iklime taşıdı. Çağın insanını, eşyayla örülmüş, kuşatılmış dünyasından çekip çıkararak ona unuttuğu metafizik bir alan, ruh dünyasını hatırlattı. Zorlama süslemelerden arındırılmış, tabii bir dili var öykülerin.”

13 öykü 13 dünya

13 öykü var kitapta. Her öykü sanki farklı bir kapı açıyor gönül dünyamızda. Hepsinin ortak özelliği, hayatla olan sıkı bağları. Bir öyküden diğerine geçince olaylar değişse de hayat devam ediyor. Ütopik bir dünya değil anlatılan. Yaşadığımız, şahit olduğumuz bir hayatla yüz yüze gelmek gibi.

“Bir Film Karesinin Tasviri” ile başlıyor kitap. Bu öyküyü okurken eğer Engin Elman öyküsüne aşina değilseniz durum öykülerinin beklediği gibi bir çağrışım hemen sizi kuşatmaya başlayacaktır. Anlık dokunuşlar, yoğun iç ses ve derin bir tasvir öykünün temelini oluşturunca böyle bir algı ister istemez akla geliyor.

“Tıpkı aniden toprağa dökülen bir miktar suyun nihayetinde yolunu bulması gibi… Kapının arkasında bir askı ve üzerinde elbiseler, pijamalar, havlular asılıydı. Objektif kapının sağ tarafına doğru dönerek nesnelere dokunmaya başladı. Odanın lambası yanmıyordu. İçerisi pencereden vuran loş bir aydınlığa bürülüydü.”

İkinci öykü Bakır Çaydanlık’ta bu algı tamamen değişiyor. Tüm öykü unsurları capcanlı karşımızda. Elbette yoğun bir hüznü de alarak yanına. Eşya imgesi öyküde yerli yerinde kullanılınca merak unsurunu da yanına alarak anlatıma bir güç katabiliyor. Sait Faik’in Semaver’inde olduğu gibi.

Çağrışımları ve şiirsel imgeleri çok sık kullanıyor Elman. Ayrıca özgün kullanımlara da rastlıyoruz öykülerde.  Yere Bakma Durağı öyküsü akla hemen Turgut Uyar’ı getiriyor. Adres tam tersi olsa da bir durak var beklenen. Ayrıca öykünün ilk cümlesindeki “kaşık kaşık yağan yağmur” ikilemesine de ilk kez bu öyküde rastladım. Bölgesel bir kullanım mıdır yoksa Elman’ın kendine özgü bir ifadesi midir bilmiyorum.

Hüzünler her köşe başından çıkabilir. Biz ne kadar uzak durmaya çalışsak da hüzün bir yerden gelir ve yolumuzu keser. Baba öyküsü ilk cümleden bunu hissettiriyor. “Telefondaki ses, yoğun bakım-damar cerrahisi, diye bağırdı.”

Bu Afrika başka

Bir hüzün dalgası gelip şehrin üstünden geçerek kenar mahallelerin kıyısına konuyor. Adı çocukluk olan bir masumiyet yayılıyor her yere. Herkesin bir adı olsa da onlar “Eka, Afrika, Bebê, Berko, Sebo, Reşo…” olarak bilinir mahallede. Öykü genel seyrinde ilerlerken; “O anda imdadımıza Afrika dediğimiz çocuk yetişir elindeki tatlı köklerden birini bize yedirir, damağımızdaki iğrenç tadı telafi ederdi.” cümlesi ile farklı bir mecraya sürükleniyor her şey. Öykünün isminden başlayan tüm algılar, coğrafî çağrışımlar bir anda ters yüz olarak devam ediyor öyküde.

İşte bu Elman’ın öyküdeki kurgu maharetini gösteriyor. Merak unsuru, olayları farklı dünyaların renkleri ile beslemek ve okuyucuyu diri tutmak.

Hayat devam ediyor daha sonra. Renkler, yüzler değişiyor, ağır bir beton gelip konuyor tam da göğsümüzün ortasına; adına TOKİ denen. Birden bire bir lale ve yapayalnız.

Bu mesaj herkese

Hayata dair notlar şeklinde öykülerle gönüller yapsa da Elman, mesaj vermeyi de ihmal etmiyor. Bunu didaktik bir metni kurar gibi açık açık yapmıyor. Olayın şablonu zaten bunu ele veriyor. “Şunu yapın, şöyle olun.” gibi telkin cümleleri değil bunlar. “Bakır Çaydanlık” öyküsü hikmetlerle dolu, bol işaretli bir öykü ama yazar bunların hiçbirini okuyucunun gözüne sokmuyor. “ Hemşireler, yaşlı kadının hırkasının cebinde kırmızı lekelerle dolu buruşuk bir dünya haritası buldular.” diye biten öyküde çok söze de gerek kalmıyor. Öykü bir anda dünyayı içine alıyor.

Yeni bir mesajınız var öyküsü de muhatabına gönderilmiş bir mesaj gibi.

“Sabahtan beri bir şiir arıyorum, bulamadım.
Hayırdır, hangisi.
Olmayan bir şiir, onu kastettim.
Anladım. Olmayan bir şiiri nasıl bulacaksın ki?
Mesele o zaten.”

Çocukların arasından, bir hüznün kıyısından, unutulmanın kahrından, bir masal sokağından geçerek derin bir nefes alacağımız anda karşımıza son nokta gibi Çocuk ve Allah çıkıyor. Elbette aklımızdan geçen Fazıl Hüsnü Dağlarca şiiri eşliğinde bir çocuğun hayatı adım adım öğrenmesine şahit oluyoruz. Sorulan her soru aslında hepimizin içinden geçen kara bir tren gibi…

Engin Elman’ın Afrika’nın Yapayalnız Lalesi, aradan yıllar geçse de onun karşısına bir yüz akı belgesi olarak çıkmayı hak eden bir kitap olarak raflardaki yerini aldı. Elman’ın çağrısı hepimize: “Masa üzerindeki telefonun ekranı son defa aydınlandı ve titredi. Ekranda ‘Yeni Bir Mesajınız Var’ yazıyordu.

YORUM EKLE