Naat… Naat-ı Şerif… Peygamber sevgisini, Peygambere özlemi, Peygambere muhabbeti anlatmanın edebiyatımızdaki adı. Kelimelerin, kalemden ve sayfadan kurtularak Muhammed’ül Emin’e doğru kanat çırpması. O’na kelimelerden bir köprü kurulması. Kelamın sımsıcak, samimi ikliminde sonsuzca söyleşmek. Söyleşmek Ruh-u Seyyid’ül Enam ile. Sonsuz muhabbette kelimelerin yüreğimize kor bir ateş gibi düşmesi. Her şeyin derin bir sessizliğe gömülerek yalnızca O’na hasretin yakıcılığının söze başlaması.

İslam Edebiyatı velut bir naat vadisi gibi. Her dönemde dilin zirvelerinde dolanan naatlarla övülmüştür o Nebiler Nebisi. En meşhur naat sanırım Ka’b Bin Züheyr’in natıdır. Bu naat Peygamberimizi çok duygulandırmış ve Peygamberimiz hırkasını çıkararak Ka’b Bin Züheyr’e hediye etmiş. Buna, bu sebeple Kaside-i Bürde adı verilmişti. Klasik edebiyatımızda da naat yoğun olarak yazılırdı, okunurdu. Genceli Nizami, Feridüddin-i AttarMolla Cami, Ahmet Yesevi, Mevlana, Yunus Emre, Fuzuli, Şeyh Galip… Naatlarıyla gönül bahçemize peygamberi rüzgârlar estiren şairlerimizdendir. Fuzuli ve Şeyh Galip’in naatları birer zirvedir herhalde.

Yakın tarihimizde Ziya Paşa, Yahya Kemal, Mehmet Akif, Arif Nihat Asya, Sezai Karakoç ve İsmet Özel’in naatları aynı şekilde Resulluh’a olan özlemi ve muhabbeti bir kez daha dile getirmiştir. Çağımızın katılaşmış vicdanına Muhammedî tecessüsü, içinde kaybolup gittiğimiz debdebede Resulullah’ın varlığını yeniden hatırlatan naatlar. Sezai Karakoç’un, İsmet Özel’in naatları modern zamanların mekanik işleyişine bir itiraz olarak da değerlendirilebilir.

Çok yakın bir zamanda Hüznün Efendisine adıyla Erdal Çakır tarafından kaleme alınan müstakil bir naat kitabı var. 2013 Haziran’ında Hece Yayınları’ndan çıkan kitap altmış üç naattan oluşuyor. Naatlar öylesine yürekten, öylesine derinden söylenmiş ki hemen dokunuyor yüreğinizin bam teline. Bir özlem tınısı yayılıyor dünyaya.

Saadet asrını derin özleyiş kitabın her bir dizesinde

“Efendim” adıyla bölümlenmiş atmış üç naatla giriyoruz peygamberî iklime. Gâh hüzünle, gâh tebessümle, gâh kırgınlıkla, kırıklıkla… Kırık bir kalple, kırılmış… Bir yandan peygambere ümmet olmanın ölçülemez değeri… Diğer yanda O’na layıkıyla ümmet olamamanın dehşet hüznü… Erdal Çakır’ın naatlarını okudukça ümitle korkunun, isyanla teslimiyetin uçsuz bucaksız vadilerinde dolaşıyoruz. Kimileyin bir menzilde Ebu Bekir’le sohbet ediyoruz, utanıyoruz o doğruluğun ete bürünmüş haliyle konuştukça. Utanıyoruz doğruluktan, dürüstlükten yana payımız kalmadığı için.

Hüznün Efendisi, peygamberimizi anlatmanın yanında, O’nun yaşadığı zamanların iklimini de solutuyor bizlere. Alttan alta o zamanlarla bu zamanların karşılaştırılması, kıyası yapılıyor. “Kırdığın putları içimizde dikiyoruz/ Acıktığımızda helva görünür gözümüze Kâbe” mısraıyla çarpılıyoruz. Evet, O büyük put kırıcının, Kâbe’de bütün putları alaşağı eden Peygamberin ümmeti makamdan, mevkiden, paradan, hırstan, dünya metaından müteşekkil putlar icat ediyor. Bu mısralar aynı zamanda somut bir gerçekliğe de dokunuyor. Bugün Kâbe-i Muazzama bir turistik metaya dönüştürülmüş, pazarlanıyor. Etrafı kibir kuleleriyle işgal edilmiş. Hırsımızdan, nefsimizin putlaştırılmasından görülmüyor Kâbe.

Bir iç dökme, dertleşme… Mısralar ilerledikçe özlemin ateşiyle yanan yürekten sayfalara dökülen. Muhammed’ül Emin’in bir gergef gibi sabırla, şefkatle, özenle, usul usul işlediği saadet asrını derin özleyiş. O zamanlardan bu zamanlara geçip giden uğursuz devirlere simsiyah ağıt. Bütün tepelerimizi işgal etmiş İblis. Taşlarımız tükenmiş. Erdal Çakır kahırla söylüyor bütün bunları. Kahırla…

Yeryüzü sancıları anlatılıyor Hüznün Efendisi’nde… Suya akseden kırık suretlerimiz… Taif’te toprağa damlayan kan… Bosna söyleniyor sonra. Gazze, İstanbul, Van…  İblis’i taşlayacak taşlarla kendimizi vurduk diyor şair. Ne acı… Kendimizi vuruyoruz bir alacakaranlıkta.

Erdal Çakır’ın naatları küçük bir değini yazısına sığacak gibi değil. Çünkü büyük bir mirasın üzerinden söyleniyor o naatlar. Okudukça yeni iklimlerin rüzgârları esiyor zihin vadilerimizde.

Muaz Ergü yazdı