İbadetlerde dünya sevabı ahret sevabı

Türkçenin bir İslam dili olduğunu gösteren önemli kavramlardan biri “sevap” diğeri de “günah”tır. Yediden yetmişe herkes bu kavramları bilir ve kullanır. Çıkış yeri din olduğu için, genellikle ahret işleri ile ilgili olarak kullanılan bu kavramlar, aslında dünyevi işler için de kullanılır. Çünkü işlerin “dinî” ve “dünyevî” diye ayrılması gibi modern zamanların getirdiği ayrım yoktur. Çünkü gelenekte işler, aynı zamanda hem dünyevi hem uhrevî(ahretle ilgili)dir ve İslam dünyası bundan dolayı laik değildir, olamaz.

Anlaşılması için eski kitaplardan misal getireceğim. Eskiden bir kitabın arka sayfalarında imla yanlışları için bir başlık konulurdu ve bu başlığa “Hata-Savab Cetveli” denirdi. Görselde gördüğünüz gibi. Harf inkılabından sonra da örnekleri var bunun.

Ne demek istiyoruz? Biz, imla yanlışlığına bile sevap, hata (günah) olarak isimlendirmiş bir milletiz.

Zihniyet dünyamız laikleştikten sonra bu isimlendirme “Doğru-Yanlış Cetveli” olarak değişti. Sadece değişmekle kalmadı, işlerimiz de dünyaya ve ahrete ait olmak üzere ikiye ayrıldı.

Bundan dolayıdır ki insanlar sevap dendiği zaman hemen ahrete ait, karşılığı ahrette görülecek amelleri hatırlıyor ve onları kastediyor.

Ramazan ayındayız ve herkes sevabını artırmak peşinde. Pekiyi, insanlar hangi işleri yaparak sevaplarını artırmak istiyorlar?

Mukabele, hatimli teravih namazları, fitre, zekat, sadaka, ziyaretleşmek vs.

Ramazan ayı bildiğiniz gibi Kur’an ayıdır; zira ilk ayetler yani vahiy, Ramazan ayında bir Kadir gecesinde inmiştir. Böylece bin aydan daha hayırlı amellerin yolu açılmıştır. Risalet demek zaten vahiy ve tebliğ demektir; hayatın âyetler ışığında yorumu ve yaşanması demektir. Konumuz olan “sevap” işte bu amellerin karşılığıdır.

Arapça bir isim olan “savab” “isabet ettirmek” “doğruluk, dürüstlük” ile aynı kökten geliyor. Kişi eğer niyet, söz ve davranışlarını ilahi emir ve yasaklara isabet ettiriyorsa sevap alır. İsabet yoksa o boş bir atıştır. Türkçemiz de buna “hata veya günah” der.

Namazı cemaatle kılmak daha evladır

Dikkat edilirse sevabın ve günahın isabeti, doğrultusu insana bırakılmamıştır. Ecri, haseneyi kim verecekse O’nun tarafından belirlenmiştir.

Şimdi sevap artırma işleri olarak mukabele, hatim, fitre, zekat, sadaka, cemaatle namaz, ziyaretleşmek gibi konulara gelebiliriz.

Acaba Kur’an okumak, cemaatle namaz kılmak dünyevî işler midir, ahretle ilgili işler midir?

Hadis-i şeriflerde, evde tek başına kılınan namaz ile cemaatle kılınan namaz arasında; yirmi beş, yirmi yedi derece sevap farkı olduğu bildirilmiştir. Acaba bu sözlerdeki sevap farkının hepsi ahrete mi aittir? Bu sevabın dünyevî karşılığı yok mudur? Anladığımız kadarıyla söyleyelim. Buradaki sevabın yarıdan fazlası dünyevidir, dünyaya aittir, karşılığı dünyada görülecektir ancak ahrette de karşılığı vardır.

Cemaatle namaz kılmanın dünyevi karşılığı (sevabı) hakkında düşünelim.

Az sayıda mü’min topluluğu bir tarafta; kafirler ve müşrikler diğer tarafta. Allah’ın elçisi, insanları ezan ile Allah’a ibadet etmeye çağırıyor. Dinin mübelliği orada ve mü’minleri bekliyor. Bu toplanmada kafirlere ve müşriklere meydan okumak vardır. Sizin putlarınıza ibadet etmiyoruz, biz sadece Allah’a ibadet ediyoruz, tebliği vardır. Böylece mü’minler ayrı bir toplum meydana getirdiklerini göstermiş oluyorlar. Cami, cemaati toplamakla kalmıyor, kaynaştırıyor da. Maddi olarak kimin ne ihtiyacı var, cemaate gelmedi ise neden gelemedi, hasta mı, bir iş mi geldi başına sorularına cevap veriliyor. İnsanlar bir araya gelerek birbirlerinden bir şeyler öğreniyor, aç kişinin karnı doyuyor, çıplak kişinin sırtı örtülüyor, hastaya tedavi veriliyor… Bütün bunlar, yirmi beş veya yirmi yedi dereceye dahil dünyevi sevap dediğimiz işler cinsindendir. Gerisini sizler sayabilirsiniz. Tabii Allah (c.c) da hem kendi emrine hem elçisinin emrine uyulduğu için ayrıca ahrette de başka ödüller verecektir. Ki bu, sevabın diğer bir yönüdür.    

Esas söylemek istediğim husus; Kur’an okumak, hatim indirmek, mukabele ile ilgili olacak.

Çünkü Türkiye dahil bütün İslam ülkeleri, sadece okuyor, telaffuz ediyor, tekrar ediyor. Ve Kur’an okuma sevabını sadece telaffuzla ilişkilendiriyoruz.

Oysa:

Sen elif dersin hoca

Mânâsı ne demektir,

diye bir soru var ve bu soru cevaplanmamış olarak ortada duruyor.

Denilebilir ki yüzlerce tefsir, meal, milyonlarca kitaba rağmen mi söyleniyor bunlar? Bu biraz haksızlık olmaz mı?

Erbakan Hocadan bir anekdot

Bu hususu bir metaforla anlatmak istiyorum.

Merhum Erbakan Hocamız, bir arabaya binmiş, seçimler için Anadolu’da o köy senin, bu köy benim dolaşıyor. Günde ne kadar yapabilirse o kadar konuşma yapacak. Ancak arabayı yeterince hızlı bulmuyor. Şoföre diyor ki “Efendi, bu araba saatte kaç kilometre hız ile gidebiliyor?” Şoför “Efendim demiş, saatte 180 kilometre hız yapabiliyor.”

Erbakan Hoca “Pekiyi kardeşim neden o zaman yola çıktığımız andan beri 80’i, 90’ı geçmiyorsun, vasıtanın hakkını vermiyorsun?”

Bizim üzerinde durduğumuz konu tam olarak böyle bir şey. Çünkü Türkiye başta olmak üzere, hemen bütün İslam âleminde araba, saatte 200 kilometre hızla gidebilecek iken; 30 kilometre hız ile gidiyor.

Biraz daha açalım. İlahiyat profesörü de sevap almak için okuyor Kur’an’ı, İmam Hatip öğrencisi de. Diyanet’teki hocalar da sevap almak için okuyor, cami cemaati de. Pekiyi gözetilen sevap ne? Ahirete ait, Rabbimizin vereceği cennet mükafatları. Tutamak noktası da hadis-i şerifteki ifade. “Kim Allah’ın kitabından bir harf okursa, onun için bir hasene (sevap) vardır. Her hasene için ise, on misli sevap vardır. Ben “Elif, Lam, Mim” bir harftir demiyorum. “Elif” bir harf, “Lam” bir harf, “Mim” bir harftir.” (Tirmizi)

Burada açıklığa kavuşması gereken husus sevabın ne olduğudur?

İçkinin, kumarın, fuhşun, adam öldürmenin, faizin, rüşvetin haram olduğunu bildiren âyetlerin sevabı evveliyetle onlardan kaçınmak değil midir? Bu haramlardan kaçınanlar, bunun sevabını, karşılığını fert ve toplum olarak öncelikle dünyada almayacak mıdır? Kim ki bu kumar illetinden kaçınırsa; eğer o şey hastalık yapıyorsa/yapacaksa kul o fiilden uzak durarak hastalıktan kurtulur, zaman kaybı yaşıyorsa/yaşayacaksa, hayatını daha değerli olan şeylerle meşgul eder, maddi kayıp yaşayacaksa bundan kurtulur, alın teri ile kazandığı para, elinde kalır, onu ailesinin çocuğunun, Müslümanların ve insanlığın hayrına kullanır. İşte sevaplar gelmeye başladı. Tabii bunları Allah’ın emri olduğu için yaptığından; Allah da o kuluna ayrıca mükafat verir, verecektir.

Devam edelim. Diyelim ayetler namaz kılmayı, oruç tutmayı, zekat vermeyi emretmektedir. Kul bu âyetleri okuduktan sonra namaz kılmaya başlayarak önce beş vakit abdest aldığı için bedenen pislikten kurtulacak ve tertemiz olacaktır. Elbisesini namaz kılacak şekilde temiz tutacak ve onun pisliğinden, kirinden göreceği zarardan kurtulacaktır. İnsanların arasına/cemaate girerek, onlara karışarak, tanınacak; varsa ihtiyacı olana yardım edebilecek, büyük Müslüman ailenin içinde yer aldığını göstererek bir toplumun çoğalması, büyümesi, güçlü olması, tarafını belli etmesi için orada bulunacaktır. İşte toplumsal ve fert olarak bu eyleminin sevabını almaya başladık bile. Müslüman Kur’an okuduktan sonra, malından birazını sadaka/zekat olarak bir fakire verdi, bir yolda kalmışa yardım etti ise böylece kendine yetmeyen bir yaşlıyı, bir hastayı, bir yolcuyu doyurmuş, giydirmiş, tedavi ettirmiş olmakla onu topluma kazandırmış olacaktır. Aç bir insanın, başkasının malına zarar vermesinin önüne geçmiş olacaktır. (Aç köpek fırın deler.) Bir kişi aldığı o zekatla, kendince bir iş sahibi olacak ve topluma katkıda bulunacak, başkalarına aynı hizmeti o da verecek, toplum kalkınacak, insanlar arasında dayanışma artacak, kıskançlıklar, düşmanlıklar sona erecek, refah artacaktır. Bakınız sevap gözle görülmeye başladı bile. Tabii bütün bunları Allah’ın emri olduğu için yaptığından ayrıca ahiret sevabını, hoşnutluğunu da kazanacaktır.

Sevabın karşılığını öncelikle dünyada alırız

Ne demek istiyoruz?

Sevap öncelikle dünyevî, burada karşılığı görülen eylemin sonucudur. Farz olan ibadetleri bildiren âyetleri okuduktan sonra, kişi onları yerine getirmiyorsa; haram olanları bildiren ayetleri okuduktan sonra onlardan içtinap etmiyorsa kelamı telaffuz etmekle yukarıda elde edilmesi gereken kazançları, yani dünyevî sevapları kazanmak nasıl mümkün olacak ki? Bu nasıl bir sevaptır acaba? Âyet bazı emirler veriyor, bazı yasaklardan kaçınmamızı istiyor ve fakat bu sözlerin bizde karşılığı; sadece güzel ses, ahenkli okuyuş, bu duygulanımdan doğan hafif bir rahatlama... Kur’an-ı Kerim böyle bir sevap için gelmiş olabilir mi? Olamaz diyorsak o zaman kelamı telaffuz etmenin sevabı dendiğinde ne anlamalıyız?

Saatte 180 kilometre hızla gitmek varken; 1,8 kilometre hızla araba sürmemeliyiz diyorum. Bu tür sevaplar; ancak yaşlılar, çocuklar, kötürümler gibi, okuduklarını toplumsal bir sevaba dönüştüremeyenler içindir ve onlar bir sayfa Kur’an okumakla, başka kötü işlerden uzak durmuşlardır, zamanı ilahi kelamı dinlemek veya okumakla değerlendirmişlerdir; böylece sevaba girmiş olacaklardır.

Ne demek istiyoruz?

Kur’an ilimleri yanı sıra, ihtisas alanı olarak siyaset, ekonomi, sanat, bilim, sosyoloji vs. bilen kişiler, okuma yazması olmayan Ahmet amca gibi sevap almak maksadıyla Kur’an okuyamaz, okumamalıdır. Bir memlekette şu kadar üniversite olur da, şu kadar alanda şu kadar profesör Kur’an’dan kendi alanının sevabını alamıyorsa, sadece kelamı telaffuz ediyorsa; arabamız 1,8 kilometre hızla gidiyor demektir. Âkif’in dediği gibi Kur’an, ölülere okunmak için de gelmemiştir. Sevap; okunan âyetlerin ışığında şekillenmiş bir insan, sonra aynı şekilleniş ile meydana gelmiş bir toplum, medeniyet ve giderek insanlık kurmaktır.

Merhum Muhammed Hamidullah Hoca peygamberlerin mucizeleri ile ilgili ayetleri işte böyle anlamakta ve şöyle demektedir: Mucizeler, diyelim Hz. Musa’nın sihirbazlara olan üstünlüğünü anlatan mucize, Hz. Peygamber (sav)’in miraç mucizesi, Müslümanlara bu konularda bir hedef göstermekte; bilim, teknik olarak o seviyeye ulaşma sorumluluğu yüklemektedir.

Bilim ve teknik alanında görülen yenilikler keşfedildikten/icat edildikten sonra ‘bunlar da Kur’an’da şu surelerde ima ve ihsas edilmekdir’ demenin bir mânâsı bir sevabı olabilir mi? Bu iddiada bulununlar, o zaman şu sorulara cevap vermek zorundadır:

1. Acaba gayrimüslim kaşif ve bilim adamları, o icadı Kur’an okuyarak mı buldu? (Telaffuz edilmeyen tabiat kitabını okuyarak bulmuş olmalılar.)

2. Bir âyetin dünyevî sevabı gayrimüslimlere; ahrete ait sevabı Müslümanlara ait olabilir mi?

Esas sevabın -eğer varsa- Kur’an’daki bilim ve teknikle ilgili kapalı ifadeleri önceden bilip onun gereğini yapmak olduğunu ne zaman anlayacağız?

Özetleyerek gidelim: Bilim adamında olduğu gibi sanatçının sevabı (edebiyat, resim, musiki, mimari) Kur’an’dan ve onu hayata geçiren sünnetten aldığı ilham ile, yeni bir sanat ortaya koymaktır.(Buradaki uygunluk, Kur’an’a ve sünnete, yani fıtrata aykırı olmamak demektir.)

Sosyologun sevabı; toplum sorunlarını İslam’ın ruhuna uygun olarak (buradaki uygunluk Kur’an’a ve sünnete aykırı olmamak demektir) çözüm üretmektir.

Ve hakeza ve hakeza…

“Bu nasıl okumaktır”

Oysa biz ne görüyoruz?

Fizikçi de kelamı telaffuz ederek sevap kazanmak istiyor ekonomist de. Tıp adamı da telaffuz merkezli (literal) okuyor Kur’an’ı, ilahiyat, Diyanet mensupları da. Sonra da ‘Kur’an bütün ilimlerin kaynağı, bugünün Batı medeniyetinin, biliminin ipuçları Kur’an’da öz olarak vardır’ diyorlar. Soralım o zaman. Vardı da niye bulmadın?

Bu nasıl okumaktır?

Bu nasıl sevap kazanmaktır?

Şimdi denilebilir ki sevap böyle öncelikle dünyevî bir şey ise;  o zaman günah da dünyevî bir şeydir. Evet, tam da böyledir.

Haram eylemlerin ahirette cezası yok; tamamen dünyevi bir şeydir anlamına gelmez bu. Günahın tabii ki ahirette bir karşılığı vardır ve bunun sebebi; Allah’ın emrinin hilafına hareket etmektir, O’nu tanımamaktır, hafife almaktır. Dikkat edilirse yanılıp, unutup, bir anda nefsimize uyup da işlediklerimizden bahsetmiyoruz. Onlar da günahtır ve fakat af dahiline daha yakın günahlardır onlar. Çünkü içinde unutmak, yanılmak ve beşer olma hali vardır. Hiç kimse bu anlamda masum değildir.

Gelelim günahın dünyevi yönüne.

İçkinin günahı öncelikle dünyevîdir. Bu günahın içinde; mal kaybı, can kaybı, sıhhat kaybı, zaman kaybı, akıl kaybı, kavga dövüş, insan haysiyetinin ayaklar altına alınması vs. vardır ve hepsi dünyevi günahlardır/karşılıklardır. İnsanlar bu cezayı peşin peşin aldıkları gibi hastalık, alkoliklik, mal mülk kaybetmek şeklinde veresiye de alırlar. Sadece fert değil, aile ve toplum da zarar görür bu günahlardan.

Adam öldürmek öncelikle dünyevî bir günahtır. Haksız yere bir insan öldürmek, toplumun hayat hakkını tehdit etmektir. Aileyi dağıtmaktır. İnsanları babasız, annesiz, kardeşsiz, orduyu askersiz, devleti vatandaşsız, vergisiz bırakmaktır. Hele o kişinin sulbünden ümmete hizmeti olacak alimler, bilim adamları, sanatçılar gelecekse onlardan da mahrum bırakmaktır.

Kur’an’da günah olarak sıralanan bütün eylem ve sözlere bakınız, hepsi öncelikle dünyevi zarardır ve de günahlığı dünyevîdir.

Tabii ki bu günahın ahiret boyutu da vardır. Çünkü işin içinde Allah’ın emrini dinlememek, yasağı çiğnemek vardır. Ve yine dikkatinize sunarım. Dünyevî olduğu için, bütün günahların dünyevî cezası da vardır. Hapis, celde, el kesmek, öldürülmek, maddi cezalar vs.

Şimdi Yunus Emre’nin dili ile tekrar sorabiliriz:

“Bu nasıl okumaktır?”