Nefes alıp veriyoruz. Yaşıyoruz. İşimize, evimize, dostlarımıza gidiyoruz geliyoruz. Muhabbetle mutlu, muhabbetsiz mutsuz oluyoruz. Ölüm çoğu zaman ötemizde, elimizi gözlerimizin üstüne iliştirerek baktığımız uzaklarda bir gerçek gibi görünüyor bize. Söz ile söylesek bile yakınımızda hissedemiyoruz. Hissedemediğimizdendir henüz güzel değil dünya, henüz çocuklar ölüyor. Ölüm yanı başımızda olsa ölsek ölsek dirilsek, ölür mü çocuklar?
Merhum Mahmud Esad Coşan (r.a.), Avustralya’da vefatından 3 hafta önce 12 Ocak Cuma günü yaptığı bir konuşmasında açılışı, Hz. Ömer’in (r.a.) evrakı mühürlediği yüzüğünün üstüne yazdırdığı o müthiş cümleyle yapıyor.
“Kefâ bil-mevti vâizan yâ umer”
Ey Ömer, ölüm sana vaiz olarak yeter!
Hz. Ömer, ölümü parola edinmiş bir sahabeydi. Hepimizin malumu sakal hadisesinde, sakalında ona ölümü hatırlatacak beyaz teli görene kadar, kendisine her gün ölümü hatırlatması için bir kişiyi görevlendirmişti. Rabıta-i mevt dediğimiz kavram onun hayatıydı. Bu sebeple adaletliydi, Faruk lakabını almıştı. Ölüm bilinci, çocukları öldürmekten menetmişti onu.
Bakmayın ölsek ölsek dirilsek dediğime. Ölüm insanın başına bir defa geliyor. Ruhun bedenden ayrılmasıyla ölüm gerçekleşiyor. Asıl meselemiz de tam burada karşımıza çıkıyor. Bir defa gerçekleşecek olan ölümümüzü zahirde bildiğimiz ölümden ayrı olarak gerçekleştirebilecek miyiz?
Efendimiz (s.a.v) bir hadis-i şerifte “Ölmeden önce ölünüz” buyuruyor. Dünyada yaşayalım, yazalım, çizelim, işimize, evimize yetişelim, çoluğumuzu çocuğumuzu yetiştirelim, yiyelim içelim… Dünyada olalım ama ölelim.
“Ten fanidir can ölmez, gidenler geri gelmez,” diyor Yunus hazret, “Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil.” Efendimizin sırladığı ölmeden önce ölünüz hitabına açıklama getiriyor. Can ölmez diyor. Faniliğimizde saklı ölümsüzlüğümüzü bize bildiriyor. Candan konuşuyor tenden değil… Bu sebepledir ki bugün Yunus Emre ölmemiştir.
Hz. Ömer, ölümü düşüne düşüne öldürmüştü Ömer’i. En büyük vaizin ölüm olduğunu söyleyerek, bu vaize kulak vererek çizgisini bozmamış ve zahir ölümden önce batında ölmüş, zahirde öldü deseler de ölmemişti.
Ömer’in sakalının bir telinde gördüğü sırrın kıymetini saçımız sakalımız ağarana kadar hırsla kazandığımız dünyalıklar verebilir mi bize? Kazanalım elbet dünyalık kötü şey değil. Gayret edelim çok kazanalım, çok infak edelim. Ama Ömer’i unutmayalım, ölümü unutmayalım.
Ömer gibi ölümümüzü gerçekleştirebilmek için farkında olmamız lazım. Bunun önündeki en büyük engel, tarihte de birçok örneği ile karşımıza çıktığı üzere, ekseriyetle dünya hırsı oluyor. Merhum Esad Coşan Hocaefendi bir başka sohbetinde dünya sevgimizi yüzümüze şu sözlerle vuruyor;
“Camiler dolusu, cihanlar dolusu, ülkeler dolusu, bir sürü sahtekâr, yalancıyız. Ancak sana ibadet ederiz diyoruz, ancak senden yardım istiyoruz diyoruz, sözünün eri kaç tane babayiğit var? Kimisi paranın kulu, kimisi kadının kulu, kimisi mevkinin kulu, kimisi makamın kulu, kimisi şöhretin kulu, kimisi nefsinin karşısına geçmiş emret nefsim, emret nefsim, emret nefsim senin emrindeyim diyor.”
Ölüm ve şirk kavramlarını iki ayrı mıknatıs olarak düşünecek olursak, dünyaya bu iki mıknatısın ortasındaki metal parçası diyebiliriz. İletken yüzünü ne yana çevirirsek o yana sürükler bizi.
Eşrefoğlu Rumi (r.a.) Müzekki’n-Nüfûs’ta dünyayı bir zehirli yılana benzeterek, “Her kim ki ona yakın olursa sonunda onu sokar ve zehirler.” diyor. Olur, dünya hâlidir, bu yılan bizi soktu, zehirledi, yok mu bunun bir panzehiri? Hazret, burada da tıpkı yılan zehrinin panzehirinin yine yılanda olduğunu ifade ederek fakire dağıtmak gerektiğini işaret ediyor. Burada fakire dağıtmak para için geçerli. Bizi ölüm mıknatısından hangi sevgimiz uzaklaştırıyorsa çivi çiviyi söker mantığıyla onun bir kısmından vazgeçebilmemiz gerekiyor.
Nitekim Ömer (r.a) vazgeçmiş… Devletin hazinesinin yaktığı mumla bir dostunun selamını bile almaktan imtina ederek vazgeçmiş. Yanlışlıkla bir fakirin ayağına basıp o fakirin kendisine, “Kör müsün?” sözleriyle çıkışmasına karşın İslâm halifesi ve celalli bir insan olsa bile özürle karşılık vererek vazgeçmiş. Elinde nice imkanlar bulunduğu halde az yiyerek, mütevazi giyinerek ve yaşayarak vazgeçmiş.
Hasılı bir gün öleceğiz deriz hep. Ama ölüm yanı başımızda, bir gün gelmeyecek. Biz ölümün hep bizimle olduğunu bir gün onun bize bir dönüşüm yaşatacağını bilerek ölmeliyiz.
Asım Meğrili