Giriş
Hüsn-ü Aşk”, kendisi de bir Mevlevi Şeyhi olan Galip Dede’nin ilhamlarını “Mesnevi-i Şerif”ten alarak yazdığı, tasavvuftaki manevî yolculuğu anlatan ve mecaz aşk tasviri ile hakiki aşkı tarif eden eşsiz bir kitaptır. Galip Dede, Galata Mevlevihane’sinin 18. yüzyıl postnişinlerindendir. Bir Mevlevi Dedesi olarak Hz. Mevlana’yı manen temsil etmiştir. Eserlerinde Hz. Mevlana’nın eserleri ile benzerlikler bulan dönemin diğer Mevlevi dedelerinin kendisine, yazılarının alıntıya benzediğini ima etmeleri üzerine şu meşhur sözünü söyleyerek Hz. Mevlana’ya bağlılığını ve düşkünlüğünü ortaya koymuştur: “Esrarını Mesnevi”den aldım. Çaldımsa da mirî malı çaldım.”
Eser, içerisinde pek çok sembol barındırır. Kişilere verilen isimler dahi insanın hakikat yolculuğu için gerekli olan hâlleri sembolize etmektedir. Manevî yolculuğun hikâyesi, “Sevgioğulları” isminde bir Arap kabilesinde başlar. Biri kız biri erkek iki çocuk dünyaya gelir. Oğlanın ismini Aşk, kızın ismini ise Hüsn koyarlar. Hüsn, eksiksiz bir güzellik ve iyilik anlamını taşır. Çocuklar Edep isimli bir okula gitmeye başlarlar. Çocuklara hocalık eden zatın ismi ise Munla-yı Cünûn’dur. Aşk’ın manevî yolculuğunun en önemli yardımcısı Sühan’dır. Sühan’ın manası “Söz” ve Mürşidi Kamil’dir. Aşk’ın Gayret ve İsmet isminde iki yardımcısı daha vardır. Aşk’ın varmak istediği ülke Kalp ülkesidir. Bu ülke, Tanrı’nın zuhur ettiği yeri yani “Hakiki İnsan”ın gönlünü temsil eder.
Hüsn-ü Aşk, hem çok açık hem de ancak kalp gözü ile anlaşılabilecek derin manalar barındıran bir kitaptır.
Kitap özetinden bölümler:
Hüsn ve Aşk’ın Dünyaya Gelişleri
Kalem, bir kamış parçasıdır ama diri bir gönle sahiptir ve şekerler saçar. İşte bu kalem Tebrizli Hazreti Şems’in feyzi yardımıyla bana, aşk destanını anlatır. Bir Arap kabilesi vardı tertemiz huylarla donatılmış. Alçakgönüllü, yiğit, hoşgörülü, dünya malına ehemmiyet vermeyen bu kabileye “Benî muhabbet-Sevgioğulları” kabilesi denirdi. Arap boylarının başı olan bu kabile dertlerin en büyüklerini çekerdi. Bahtları kara, yüzleri sarıydı. Sanki tüm dünyayı yakan bir alevi içerler, sanki yaz ayının yakıcı Güneş’ini giyerlerdi. Gam onlara bir cam şişenin kırık parçaları gibiydi ve bu parçalar vadilerini doldurmuştu. Hüzünleri, matemleri kum tanelerinin sayısı kadardı. Mahrumiyetin bir ahı vardı ve kaldıkları çadırlar da bu ahın dumanı gibiydi. Ney feryadına benzeyen sohbetleri vardı. Kabiledeki herkes bir güzelin âşığıydı. Ağızları kanlı bir kılıca benzerlerdi. Bela dışında bir rızıkları da yoktu, sürekli olarak üzerlerine ateşler yağmaktaydı. Sözler can verenler sayesinde canlanırdı. İşte onlar derlerdi ki “Mecnun da bu kabileye mensuptur.” Belayı arzu eden kim varsa mutlaka o kabileye aitti. Canlarını satarlar karşılığında da gizli ve kimsenin bilmediği yanışları satın alırlardı.
Bir gece bu dünyaya soylu bir aileden iki çocuk geldi. Sanki Ay ve Güneş doğmuştu. Sabah, ümitlerle ışık saçmaya başladı. Bütün bunların sebebi, o iki padişahın doğumuydu. Vücudu yasemine benzeyen bir kızla Mesih’e benzeyen bir oğlandı dünyaya gelen. Ay’a ve Güneş’e binip gelmiş gibiydiler. Bu iki çocuk belalara uğramış bir hâlde dünyaya gelişi Sevgioğulları kabilesinde duyuldu. Kıza Hüsn, oğlana da Aşk adını verdiler.
Hüsn ve Aşk’ın Nişanlanmaları ve Arkadaşlıkları
Kabilenin uluları tarafından bu iki Ay’a benzeyen çocuğun birbirleri ile nişanlanmalarına karar verildi. Babalarını da razı ederek kaza ve kader yardımı ile bu işi gerçekleştirdiler. Bu çocuklar bir kabuk altına giren iki badem gibi oldular, birlikte Edep isimli bir okula gitmeye başladılar. Bir mum gibi ışık saçmakta ve gittikleri mektebi billurdan bir saray hâline sokmaktaydılar. İki gül goncası bir dalda açmış, mektep, birliğin suret bulduğu bir harem hâline gelmişti ve burada ayrılık da buluşma da bir aradaydı. Bahar ayı zamanı aydınlatıyordu, bir kadeh nevruz sundu. Nağmeler dünyayı neşeye boğmuştu, yeşillikler coştukça gül ve lale içmeye başladılar. Yağmur yerine şarap yağıyordu, şimşeğin tatlı gülüşüyle Ay and içmeye koyuldu. Baharın verdiği feyiz ile bahçe, Ebucehil karpuzunu gülbeşekere çevirdi. Coşkunluk seliyle gelen baharın verdiği neşe sayesinde yağmur damlaları bir sicim hâline geldiler. Bu damlalar tamburun tellerini andırıyorlardı. Hercai menekşenin coşkunluk içine girmesiyle kitapla kalem suskunluğa gömüldü.
Mana Gezinti Yerinde Buluşmalar
Hüsn ve Aşk aydın birer mum gibiydiler. Mana gezinti yerinde buluşurlardı. Bu yer öyle bir yerdi ki toprağı sanki amber kokardı. Suyu ise menekşe gibiydi. Bir cennet bahçesi gibi neşe doluydu. Topraktı doğru ama Adem’in toprağıydı o toprak. Gül bahçeleri kırmızı nurlardan hudutsuz bir deniz gibiydi. Leyla bile salkım söğüdün saçlarını dağıtmasıyla ovalara düşmek isterdi. Orada gelincik sarhoş olur, bu hâle düşünce şarap kadehleriyle alay ederdi. Erik ağacının bütün erikleri dahi şekerler saçan dudu kuşları gibi görünür, kara erikleri abıhayata benzerdi. Gönüllerinde ateşler tutuşan âşıklar orada mehtap fişeği gibidirler. Gönülleri aydın olanlar ise geceleyin ateş böcekleri gibi görünürler. Orada mübarek bir havuz vardı ki bu yeri sulamaktaydı. Tanrı o bahçeyi gümüşten bir suyla sulamıştı. Orası tertemiz bir yerdi ve Hızır’ın abıhayatı o şerefli bahçeyi yemyeşil hâle getirmişti. O neşeli havuz temiz bir şaire benziyordu.
Mana gezinti yerinde mihmandar olan genç gönüllü bir ihtiyar vardı. İsmi Sühan olan bu kişinin yaşı felekten bile yaşlıydı. Hüsn’ü de Aşk’ı da çok iyi tanırdı. Düşünceleri karanlıkların içinden doğan bir irfanın ışığına benzerdi. Gönül sırlarının sırdaşıydı. Bazen dev, bazen peri olurdu. Yolunu kaybedenlere yol gösteren Hızır’a benzerdi. Kimsesizlerin padişahı gibiydi. Şevk, yeis, ümit, yalvarış hem hükmüne boyun eğmiş hem de onun yanında mazlumdular. Gözyaşları bile onun emri ile akardı. Bu iki güzel belaya uğramışlardı. Sühan onları görünce her şeyi anladı. Onlara dikkat etti, Hüsn gönlünü tıpkı saçları gibi Aşk’ın ayakları altına sermişti ama Aşk buna aldırış etmiyordu. Sühan Hüsn’e acıyıp korudu. Onunla yalnız konuştu. Sevgiliye ulaşmak için dost gereklidir. Güneş bile yalnız gitse kana bulanır. Sevgiliye dostla varılacağı için aslında istenen de dosttur. O pirin himmetiyle alışkanlıkları tazelendi ve nazla niyaz içine düştüler. Sütle şeker gibi hâllere girdiler. Gönüllerince birbirleri ile görüştüler ama bu çok uzun sürmedi, felek bu mutluluğu çok gördü. Gül solunca bülbül de sustu.
Kabilede ismi Hayret olan biri vardı. Bir aslana benzerdi ki hiç dert görmemişti. O ülkeye hükmederdi. Hüsn’le Aşk’ın birbirlerini istediklerini anlayınca ayrılık seddini çekti. Birbirlerine bakmamalarını emretti. Onun buyruğunu dinlememek zordu. İki güzel çaresizlikle ayrılmak zorunda kaldılar. Hüsn yalnız başına Hayret’le kavga etmek istedi. Aslında can yakıcı bir ah çekerek düşmanının evini, her şeyini yakmayı hayal etti.
Devamını okumak ve dinlemek için HAP KİTAP uygulamasını ücretsiz indirebilirsiniz.