Adolf Hitler. Berlin’deki sığınakta son aylarını yaşıyor. Ruslar tarafından dört bir taraftan kuşatılmış bir vaziyette. Ama o, önündeki haritada generallerine emirler vermeyi sürdürüyor ve “olmayan orduları” cepheye sürüp duruyor. Neredeyse delirecek artık. “Çöküş” (Untergang, Der - 2004) filmi, izlemeye doyamadığım bir film olarak birkaç defa izlettirdi bana kendini…Çöküş

İşte hayalimdeki Berlin

Artık filmin sonuna gelindiği dakikalarda, Ruslar’ın yoğun ateşi altındaki Berlin, düşmek üzeredir ve neredeyse taş taş üstüne kalmamıştır. Hitler der ki: “Belki böylesi daha iyi. Kendimiz yıkacağımıza Ruslar’ın ateşiyle yıkılıyor Berlin. Ama bu küllerden yepyeni bir Berlin doğacak. İşte hayalim olan Berlin.” der ve önündeki kocaman maketi gösterir. Önündeki maket, büyük bir şehir maketidir.

Ve sözlerine şöyle devam eder: “Kültür ve sanatın büyük önem verildiği bir başkent olacak Berlin. İnsanlar buna ihtiyaç duyuyor ve bununla ayakta kalıyor…” Şehir maketinde bir sürü kültür binası vardır. Her türlü sanat merkezinin maket hali…

Kültür ve sanata önem verilirse…

Bütün Avrupa’yı işgal etmiş bir diktatör, “nasıl oldu da bütün bu işgal edilen yerlerin hepsini kaybettim, üstüne üstlük de kendi ülkem elden gidiyor” diye özeleştiri yaparken, kültür ve sanata bağlıyor başarısızlığını. “İnsanlar buna ihtiyaç duyuyor” derken, mevcut Berlin’de durumun maketteki gibi olması halinde, yani, insanların kültür ve sanata önem vermeleri, hayatın bir parçası haline getirmeleri durumunda onu, asla madde ve maneviyat planında yenilemeyeceklerini ifade ediyor.

En genel ve muteber olarak kabul edilmiş tanımıyla “Kültürel iktidar” dediğimiz hadise, bu memleketin de sorunlarından biridir. Toplumsal bir şizofreni yaşanan özellikle son yüz yılda, başta payitaht toprakları olmak üzere, sonrasında Anadolu ve İstanbul, maddi iktidarıyla sahneden adeta çekilirken, manevi sahada da sahnede üstüne perde kapanıyordu.

HitlerKültür baş tacı edilseydi sorun çözülür müydü?

Meseleyi bir senaryo planına taşıyıp, daha sonra da gerçek, denenmiş bir hikayeye spot yakalım. Eğer Adolf Hitler Ruslara yenilmeseydi ve hayalini kurduğu Berlin’i yeniden inşa edip, kültür-sanat başkenti haline getirseydi, sorun çözülecek miydi? Biraz evet, biraz ise hayır…

Evet, çünkü Alman halkının ruhu incelecekti. Entelektüeli bol olan, kültür seviyesi çok daha yüksek bir Alman halkı meydana gelebilirdi ileriki kuşaklarda. Bu eğitim sahasına da yansır, eğitimin kalitesi de artardı…

Hayır, başka bir savaşla yüz yüze gelip, yeniden Berlin işgal edilebilir, bu kültür seviyesi yüksek Berlin, yeniden işgale uğrayabilirdi.

Neden? Çünkü bu düşünce, Sovyetler Birliği’nde ortaya konulmuştur. Şehirli Rus toplumunda, o gün de, bugün de, üniversite mezunu olanların sayısı halkın yüzde doksanına ulaşmış, ama manevi planda bir işe yaramamış, Rus halkını alkol bağımlılığından kurtaramamış, manevi terakkiye sebep olmamıştır. Çünkü Sovyet rejimi, özellikle Stalin döneminde kültürü ve sanatı komünizmin bir şubesi olarak görmüştür. Şair, evrimle ilgili şiirler, yazar, oyun yazarı komünizmle ilgili metinler… Yönetmen, propaganda filmleri çekmeye başlamıştır. Yani tek seslilik. Maddi iktidarın istediği kalıplar içerisinde bir kültür ve sanat anlayışı…

Sanat ne için var?

Bugün, Sovyet rejimi yardakçısı sanatçıları tanımıyoruz, hepsi silinip gitti ama, Çar rejimi tarafından Sibirya’ya sürgün edilen Dostoyevski dünyanın belki de en çok okunan yazarı. Aynı şekilde, filmleri defalarca makaslanan ve ülkesi Polonya’dan Fransa’ya iltica etmek zorunda bırakılan yönetmen Kieslowski’nin Sovyet rejimi sineması gibi… Bu iki isim de, Sovyetlerin istediği yazıları yazıp, onların istediği filmi çekmiyordu. İnsanın hayat labirentlerini anlatıp, maneviyattan, inançlardan bahsediyorlardı sanatlarında…

Buradan şunu anlıyoruz. Ya da anlama çabasında olmalıyız: Kendi toprağının kokusunu almamış, “en güzel iş olan Allah’ı arama sanatını” ifa etmeyi amaçlamayan bir kültür ve sanat anlayışı, dar gelen bir elbise gibidir ve çektikçe yırtılmaya mahkumdur. Toplumların da, insanların da üstüne oturmaz.

Nitekim köy enstitüleri… Köylü çocuklardan iyi keman çalan çocuklar yetiştirildi. Peki, şimdi oradan mezun olanların kaçta kaçı Kur’an okuyabiliyor? Ne kadarı torunlarına Allah’tan bahsediyor, onlara dualar öğretiyor? Ve hayatlarını nasıl geçirdiler? Sokaklarda, hafta sonları, gündüzleri parklarda görürsünüz geçerken, başında kasketi takım elbisesi ve kravatı, yüzü tam traşlı, ayakkabıları boyalı ve yetmişlik, seksenlik bu “mezunları”…

Salih MirzabeyoğluTürkiye’de “kültürel iktidar solda” denilir. Evet doğrudur. Maddi planda soldadır. Kısa vadede, manevi planda da iktidar hâlâ onlarda. Bakalım: “Şu keman çalan kadına bak. Kamera karşısında konsantre olamamış. Ama yine de dudağının kenarında, fizikötesine kanat açarken toprakta çakılı kalmanın ıstırabını gösterir gibi bir çizgi var. Alnını kırıştırıp düzeltirken, gözlerini yumup sonra tavana bakarken, bu mimiklerin hiçbiri ruhunun tercümanı değil. Elbisesini giymiş.” Yine: “Helva kağıdına ‘bana şu kadar abone parası gönder’ diye yazışını ‘ah işte sanatçı ruhu! Bir kağıda bile uzanamamış, önündeki helva kağıdına yazmış’ diye değerlendirenlerin sanatçısı! Sanatından ne haber?” (Salih Mirzabeyoğlu, Yaşamayı Deneme “KİM’in Romanı Syf: 7-8)

Eskiyi keşfet, yeni ile ifade et!

Evet, kültürel iktidar manevi olarak da, bu şekilde, apaçık yapay bir şekilde de batıl bir iktidara sahip. “Vaaz-ı cedid mi, keşf-i kadim mi? Yeni mi, eski mi? İkisi de. Eskiyi keşfet, yeni ile ifade et; eskiyi yenileştir, yeniyi eskiyle birleştir.” diyor M. Lütfi Arslan

Bizim umudumuz hâlâ burada duruyor. Eskiye sahip çıkmakta ve onu yeniden inşa edip ileriki nesillerimize ve kendi hayatımıza tatbik etmekte. Çünkü bazı metotlar vardır ki, zamansızdır. Zaman-üstüdür. Kendi şifahî ve kitabî kaynaklarımızdan beslenmeden ortaya koyduğumuz her kültürel ve sanatsal eser ve faaliyet sakat bir doğum gibidir. Unutulmaya ve etkisiz eleman olmaya adaydır…

Hülasa, başına bir (1) konmayan sıfırın hükmü yoktur. Sıfır, sıfırdır!

Taha Süren bir filmden hareketle yazdı