SELVİGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHİN
-Bir kurmaca metnin doğuşu sizde nasıl gerçekleşir?
Kurmaca metin derken eğer öyküden bahsediyorsak, öykü kalemime gelmeden önce uzun süre dikkatimi çeken, beni etkileyen, yüreğimi yaralayan, toplumsal veya insanî bir konu üzerinde düşünür ve onunla ilgili değişik duygu halleri yaşarım. Bu süre uzun olabilir, kısa da olabilir ama yazacağım öykü önce içimde gezinir. Vakti geldiğinde öyküyü yazmaya başlarım ve biter. Ama bitmemiştir aslında demlenme dönemi, kurmaca metin üzerinde editörlük yapacağım dönem başlamıştır.
Öncelikle kurmaca metin hayatın damarlarından süzülüp gelmeli diye düşünüyorum. Ama yaşanılan her ne ise olduğu gibi anlatılamaz. Sanatsal yapıt olarak metin oluşturulurken, yaşanılan trajedi, sıradan bir olay, bir yıkım veya herhangi yaşanmışlık kurgusal metin olarak tasarlanmalı ve yazınsal kurgusal işçilik yapılmalı. Edebiyatın, sanatın imkânları kullanılarak imgesel anlatımla her dönemin yazınsal ve estetik kaygıları da göz önünde bulundurularak, kurgu ile gerçeklik içiçe geçirilerek, bütünsel, estetik, etik, sözün ve anlatının zirve yaptığı edebi bir yapıt oluşturulur. Bu daha çok öykü olabilir, roman olabilir. Kurmaca metin adeta plastik bir yapı gibi yazarın elinde istenildiği ölçüde estetik anlamda olgunluk aşamasına taşınarak değiştirilir, dönüştürülür. Yazar karakterleri, yerleri, olayları kurmacanın tüm imkânlarından yararlanarak anlatır ve edebi eser anlamında bir ürün ortaya koyar.
“Bir yazar malzemesini doğrudan kendi kafasından, bir başka ifadeyle kendi müşahedelerinden çıkarmadıkça okunmaya değer değildir” diyerek anlamlı ifadelerle yazıyla, yazar arasındaki ilişkiyi ifadelendirmeye çalışır Schopenhauer, ‘Okumak Yazmak ve Yaşamak Üzerine’ adlı kitapta. Bu bağlamda şunu ifade edebiliriz; kurmaca metnin yazarın muhayyilesinden, yazarın dünyasından özgün bir ırmak gibi doğal bir akışla akarak yazıya aktarılması gerekir. Yine mezkûr metnin, dönüşmesi, terbiye olması ve yine yazar tarafından edite olması gerekir. Kurmaca metnin yazıldıktan sonra sıcağı sıcağına yayınlanmasını da doğru bulmadığımı söylemeliyim. Her metnin bir demlenme süreci vardır. Bu yazının olgunlaşma evresi gibidir. İlham ile aniden sayfalara akan metin editöryal bir süreçten geçmeli ki kurmaca olarak yazıya aktarılsa bile demlenme sürecinde hataların ve eksiklerin görülmesi daha kolay olur.
Kısaca kurmaca metin yazarın muhayyilesinde yazmaya değer bir olayın, kişinin, eşyanın yazıya aktarılırken, edebiyatın imkânlarını kullanarak estetik ve etik anlamda, usta bir dille, okuyucunun dikkatini cezbedecek şekilde ama sıradanlıktan ve basitlikten uzak, edebiyat tarihinin önemli eserlerinden alınan ilhamla yazılan metinlerdir diyebilirim.
-Hikâye ve öykü karşılaştırmasında hangi adlandırmanın doğru olduğunu düşünüyorsunuz?
Hikâye kadim kültürümüze ait bir tür. Arapça kökenli. Aslında her şeyin bir hikâyesi vardır, bir romanın, bir şiirin, bir resmin, bir filmin. Hikâye bu anlamda ana anlatı damarı gibi kadim bir geleneğin de temsilcisidir. Ben âcizane hikâye olarak yer etmiş metinlere baktığımda yaşadığımız zamanlara izlek oluşturabilecek güçlü eserler olduklarını söyleyebiliriz diye düşünmekteyim. Ahmet Mithat Efendi’den başlayarak, Nabizade Nazım ve kendi kuşağındaki hikâyeciler. Ömer Seyfettin, Halide Edip Adıvar’dan Cumhuriyet Dönemi hikâyecilerimize kadar gelen kuşak; Sabahattin Ali, Sait Faik ve kuşağı yine Memduh Şevket Esendal, Refik Halid Karay gibi pek çok usta isim kendi kuşakları içinde hikâye yazarları olarak da bilinen usta yazarlarımız. Seksen sonrası edebiyat ortamında daha çok “öykü” olarak adlandırıldı hikâye türü.
Ben âcizane iki türün de ayrı bir yeri olduğunu düşünüyorum. Bu karşılaştırmada hangi adlandırma doğrudur yanlıştır yerine, metnin yapısına bakarak adlandırma yapabileceğimizi düşünüyorum. Örneğin hikâye diyebileceğimiz metinler başkalarına veya toplu ortamlarda birlikte okunabilir metinler. Olay örgüsü ve yazınsal yapısı olarak başka ortamlarda anlatılabilir, aktarılabilir metinler.
Eski TDK’nin Yazın Terimleri Sözlüğündeki öykünün tanım: “Tasarlamaya ya da gözleme dayanan bir olayı anlatarak, okuyucuda ilgi ve beğeni uyandıran ve çoğu kez ancak birkaç sayfa tutan yazı türü” diye ifadelendirilir. Bu tanım öyküye dair genel bir tanımlama diyebiliriz. Atilla Özkırımlı öykü hakkında: “Öykünün belli bir tanımını yapmaktansa anlatı türü olarak gelişimini özetlemek, öyküyle roman arasındaki ayrımlar ve benzerlikler üzerinde durmak daha doğrudur” diye açıklamalarda bulunur.
Öykü, bireysel okunan bir metindir diye düşünüyorum. Şöyle ki; öykü metninde yazar biçim olarak ve biçem olarak farklı dokunuşlar yapar metne, örneğin bazı cümleleri büyük harfle yazar. Bazen noktalama işareti kullanmadan çok uzun cümleler kurar. Biçimsel olarak ve biçem olarak okurla yazar arasında oluşan bireysel bir ilişki oluşmuş olur böylelikle. Üçüncü kişiye aktarılamayan metinlerdir öyküler bence. Yazar ve okur karşılıklı olarak metinde özel bir buluşma yaşarlar. Sadece okuyan kişiye özel yazılmış bir öykü metni vardır. Bir üçüncü kişiye o metni anlatmanız, aktarmanız zordur. O kişi ancak ve ancak öyküyü okuduğunda anlayacaktır.
Türk Dil Kurumu’na göre öykü ve hikâye eş anlamlı olarak gösterilip tanımlansa da yapısal ve anlatı olarak farklılıklar barındırır diye düşünüyorum. Her çevrenin kendine ait tanımı da olabilir; örneğin bazı çevrelere göre, klasik öykü, olaya dayalıdır.
Tomris Uyar benim düşüncelerime paralel bir tanımlama yapar: “Yazıya dayalı, yazılan örnekler için öykü; söze dayalı, anlatılan örnekler için hikâye.”
Feyza Hepçilingirler, öykü ve hikâyenin eş anlamlı olarak kullanılmaması gerektiğinin vurgusunu yaparken, bu iki sözcük dilimizde beraber yaşayacaksa anlam alanlarının belirlenmesi gerektiğini savunur.
Zamanla bu ayrımın daha sağlıklı bir zemine oturacağını düşünüyorum. Ve bu meselenin polemik konusu yapılmaması taraftarıyım.
Tüm anlatılarda olduğu gibi öyküde ve hikâyede dil önemlidir. Ne anlatılırsa anlatılsın, olay, durum, her ne ise kurgulanan ve anlatılan aslolan sağlam bir dille okur ve edebi kamu karşısına çıkmaktır diye düşünmekteyim.
Son olarak Âlim Kahraman‘ın Modern Türk Hikâyesi adlı eserinde söyledikleri ile bitirelim sorunuzu: “Bugün Türkçede her iki kelime de kullanılmaktadır. Ancak hikâyenin kullanımı çok eski olduğundan dil içindeki kökleri daha derine inmiş ve dallanıp budaklanmıştır. Modern Türkçenin bir ürünü olarak 1930’lu yılların ortasında kullanıma sunulan öykü, yetmiş seksen senelik bir geçmişe sahiptir.”
-Hikâyede imgenin yeri hakkında ne söylemek istersiniz?
İmge her sanatsal metne özellik şiire, hikâyeye ve öyküye çok yakışır. Anlatılan olayların, yerlerin, hallerin, durumların, metaforların imdadına yetişen imgedir, imgesel anlamlardır. Türkçe Sözlükte: Zihinde tasarlanan ve gerçekleşmesi özlenen şey, düş, hayal, hülya olarak sınırlı bir anlatımla tanımlanır imge. Oysa bu tanımlamanın sınırlarını her yazar ve şair zorlar. İmgesel çağrışımlar anlatılar metni zenginleştirerek, farklı bir derinliğe, sözün ve yazının gücünün tılsımlı etkisine, okurun yüreğinde oluşan nice sarsıntıya taşır diyebiliriz.
Hikâye ve öyküde oluşturulan imgesel anlatıma ihtiyaç vardır. Özellikle öykü artık şiire yaklaşan bir tür olduğu için yer dardır, anlatılması gereken en kısa ve etkili bir şekilde anlatılmalıdır işte o zaman imgesel anlatıdan faydalanmak gerekir. Öyle anlar gelir ki anlatılacak metnin içindeki acıyı ancak susarak veya etkili ve kısa bir anlatımla yazmanız gerekir işte o zaman yine imdadınıza imgesel çağrışımlar yetişir. Daha çok Rasim Özdenören, Ali Haydar Haksal, Necip Tosun ve Cemal Şakar’la başlayan ve doksan kuşağı sonrası öykücülerin eserlerinde gördüğümüz imgesel anlatı yoğunluğu dikkat çekmektedir.
Genelde edebi metinlerinde özel olarak da şiirde imge bir zorunluluktur. Çünkü bir iletişim aracı olarak dış dünyaya sıkı sıkı bağlı olan dil, her şeyi anlatmaya yetmez, eksik kalır. Alışılmış söylemler bir zaman sonra kültürel bir öge, bir sembol, bir mazmun olur. Bu durumda sanatçı özgünlükten uzaklaşmış olur. Oysa sanat, özgünlük üzerine kurulur, sanatçılar birbirlerinden malzemeyi kullanış biçimleriyle ayrılır. Yenilik yapmayan, yeni bir söyleyiş, ses, yapı ve dil geliştirmeyen sanatçının ise geleceğe kalması, başkalarını etkilemesi söz konusu değildir, işte imge bütün bunlar için bir zorunluluktur.
Her yazarın kullandığı imgesel anlatım da farklıdır. Yine imgeler yaşanılan döneme ve çağa göre de değişiklik gösterir. Bu değişiklikler hikâyenin ve öykünün yazıldığı döneme de yansır diyebiliriz. İmge sanatçıya farklı yansır ve o da yazınsal metinde bu farkındalığı ortaya koyar. Nihayetinde şair, yazar durumları, olayları, objeleri, yaşanılan hayatı ve tüm insanları herkes gibi görmez işte onu sanatçı yapan da bu bakış açısıdır, farklı duyumsaması ve algılamasıdır.
Hikâye - öykü türü gibi anlatıya dayalı sanatsal eserlerde imgesel bütünlük önemlidir. Yazarların da kendilerine özgü bir imgesel anlatı tarzları oluşmuş bir dünyaları vardır. Ve bu oluşmuş olan imgesel bütünlüğü yazar korumaya çalışır. Örneğin Kafka çağa damga vurmuş bir düşünür ve yazardır. Ama anlatı dünyası süssüz, imgesel çağrışımlardan neredeyse yoksun, kuru ve tekdüze bir haldedir. Nihayetinde Kafka nasıl olursa olsun kendine ait bir imgesel anlatıyı oluşturmuştur. Mustafa Kutlu’ya da bu anlamda bakabiliriz. Ne kadar yalın ve sade bir anlatıyı tercih etmiş gibi görünse de kullandığı dil ve imgesel sadelikle kendi hikâye dünyasını ustalıkla örmüştür. Kimi kitaplarındaki sembolik ifadelerle tasavvufi dili yakalamış bir duyarlılığı hikâyesine taşıdığını görürüz.
-İlgili türde sahiciliğin önemine inanıyor musunuz? Aslolan “hikâye” midir? Eserlerde kurgu ya da biçimin hikâyenin önüne geçmesi günümüz hikâyecilerinin sorunlarından biri mi?
Hikâye ve öyküde samimiyeti, sahiciliği, hayatla bütünleşmiş ama edebiyat eseri olarak da estetik anlamda olgunlaşmış bir dili önemsiyorum diyebilirim. Önemli olan mezkur metinde estetik bir tahkiyenin oturmuş olması hem kurgunun hem anlatılan hikâyenin hem de biçimsel olarak oluşmuş olan dili dengeli ve seviyeli olması diyebilirim.
Kurgu ya da biçimin hikâyenin önüne geçmesi anlatılan metinde dengenin de bozulması anlamına geliyor. Günümüzde böyle kurmaca metinlere de rastlıyoruz. Ama kanaatimde dengesi kaybetmeden, tahkiye ile biçimin dengeli bir halde içiçe geçmesi ve anlamlı bir bütünlük oluşturmasıdır.
-Mevcut Türk hikâye geleneği yanında son yıllarda yazılan hikâyelerde sizce çeşitli açılardan bir zenginlik söz konusu mu? “Hikâyenin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Türk hikâyeciliği güçlü bir damar olarak gelmiş bu güne kadar. Bu güçlü damar büyük bir zenginlikle devam ediyor. Artık geriye ne kalır bilemeyiz. Bizler yüz yıl öncenin usta hikâyecilerini okuyoruz. Bizden yüz yıl sonraya da okunacak değerde eserler kalacaktır. Hikâye geleneğini gayet sağlam ve güçlü adımlarla ilerliyor olarak görüyorum.
-Dergilerde hikâyenin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dergilerde son dönemde hikâye – öykü türünde bir yükselme sözkonusu. Usta öykücülerin arkasından gelen bir kuşak var. Yine bu kuşağı genç kuşakmlar izliyor. Dergiler bizim dönemimizdeki kadar yazarı kuşatma noktasında yeteri kadar atmosfer oluşturmasa da yine de yazar adayları buralardan geçiyor. İletişim çağı ve sosyal medya ile son dönemdeki internet bağlantıları, sanal âlemdeki yazınsal metinler edebiyat dergilerine olan ilgiyi azalttı diyebilirim. Ama merkez edebiyat dergileri; Dergâh gibi kapısını çaldığınızda Ali Ayçil karşılar sizi tabi şansınız varsa bir Perşembe günü Mustafa Kutlu üstada rastlarsınız. Yediiklim, Üsküdar esenlik zamanları gibi size her daim kucak açar Ali Haydar Haksal Hocamız ve Cuma günü birçok değerli yazarı bir arada görebileceğiniz bir ortam sizi kuşatır. Sonra Ankara’da Hece Dergisi’nde Ali Karaçalı, Hayriye Ünal’ı ve diğer üstatları kolaylıkla ziyaret edebilirsiniz. Bir Nokta Dergisi sakin ve mütevekkil her daim sizi bekler, Üstad Mürsel Sönmez’in eşsiz sohbeti oradadır gençleri kuşatır. Sultanahmet’te Türk Edebiyatı Dergisi yıllardır bir kale gibi okurlarını ve yazarlarını ağırlar, Bahtiyar Aslan Hoca’ya bir Cumartesi rastlarsınız bir edebiyat meclisi kurulmuştur siz de nasibinizi alırsınız… Yine Ay Vakti Dergisi yirmi yıldır direniyor gençlere kapılarını açıyor, Şeref Akbaba her daim orada dergide bekliyor gelenleri. Pek çok dergi var bu güzel bir durumdur edebiyat adına. Muhayyel Edebiyat Dergisi, Şiar Dergisi, Postöykü, Aydos, Temmuz, Butimar, Hayal Bilgisi, Ihlamur Dergisi ve daha pek çok dergimiz var daha ne olsun, pek çok değerli çaba, emek ürünü değerlerimiz edebî kamuda.
Tüm bu edebiyat dergilerinin varlığı ve çabası ile dergilerde hikâye ve öykünün durumu iyi gidiyor diyebilirim…
RECEP SEYHAN
-Bir kurmaca metnin doğuşu sizde nasıl gerçekleşir?
Bu sorunun bir benzeri daha önce başka bir dergide “Öykünün doğduğu an” başlığı altında yöneltilmişti. Orada değindiğim hususları tekrar etmemek için farklı noktalara değineyim: Kurmaca metinler gerçek olandan yontulabildiği gibi hayalden de yontulabilir. Gerçekten yontmanın riskleri vardır. Gerçek sizi kendi çekim alanına sürükleyerek ayartabilir; hatta muhayyilenizi tutuklayabilir. Bu riski aşmanın yolu hayale ve arketiplere müracaat etmektir. Bendeniz hayalden de yontsam hiçbir gerçeğe tümüyle sırt dönmedim. Şunu söyleyebilirim: Hikâyelerimde; gerçek hayatta veya içimde veya hayatımın bir diliminde yaşamadığım, görmediğim, gözlemlediğim, birinden duymadığım yahut düşlemediğim hiçbir şey yoktur. Bu şu anlama geliyor: Hikâye, doğmadan önce bana bu saydığım merkezlerden bir dalga olarak gelir, muhayyilemin kıyılarına vurur. Onu oradan alıp işlemek kalır bana. Bazen bu dalgalar bir yoğunlukla gelebilir. Bu bir bereket demidir kuşkusuz ve hikâye yazmamı kolaylaştırır. Konunun diğer veçhesinde şu var: İçimizde yaşadıklarımız/yaşattıklarımız tümüyle kurmacadır ve hiçbir kurmaca gerçekten tümüyle yalıtılmış değildir. İnsanın, insan vasfının temelinde muhayyile vardır. Muhayyilesi olmasa insandan geriye hiçbir şey kalmazdı. Muhayyileyi besleyen bitimsiz kaynak da çocukluk döneminde dokunan bilinçdışındaki yapılanmalarıdır. Buna “arketip” diyor Jung. Bilinçaltındaki arketiplerin bilince yükseldiği demlerde doğar öykü. Şiir de böyledir. Bu sebeple kurmaca metinlerin tükenmeyen kaynağı çocukluk dönemidir ve yaratıcı yazar o dönemi çok ciddiye almalıdır. Kurmaca metinlerin ikinci büyük kaynağı yalnızlık duygusudur. İnsanı birey kılan en önemli ayırım yalnızlıktır. Yalnızlık duygusunun yalın-ız kalmakla ilgisi yok gibidir. Bu duygu ana kucağındaki çocuklarda bile olabilir. Yalnızlık duygusu, çocukluk döneminden sonra yaratıcı bir yazarı besleyen ikinci ana kaynaktır. Yalnızlık duygusu, bilincine çarpan farklı dalgaların başkalarınca/çevresinde algılan(a)madığının sezilmesi veya algılanamayacak olmasının anlaşılması ile başlar. O andan itibaren insan kendisini yalnız hisseder. Farklı dalgalar nedir? O insanın duygusal dokusunu ören ilmeklerdir ve o ilmekler kesinlikle o bireye özgüdür. Bir hüzün melodisiyle gelir yalnızlık. Bu sarmala yakalanınca Sait Faik’in ifadesiyle “milyonlarca insan içinde yapayalnız” kalırsınız. Demek ki kurmaca metinlerin doğuşunda yalnızlık önemli bir kaynaktır. Bu kısım bilgi ile ilgili değildir; öncelikle verili olanların hemen yamacında duran birey varlığınızla sonra birikim ile ilgilidir. Bir birikiminiz yoksa yalnızlık duygusunun size gönderdiği verileri değerlendiremezsiniz ve o davranışlarınızdaki yansımalarıyla kalır sadece.
Konunun üçüncü ayağında teknik işlemler vardır. Bu kısım konunun bilgisine sahip olmakla ilgilidir. Burada yapılacak olan muhayyileye düşen verileri toplayıp değerlendirmektir. Geriye; yazarın kendisine bağışlanan bu verileri düzenledikten sonra dilin imkânlarını en verimli şekilde kullanarak metne dönüştürmesi kalır.
-Hikâye ve öykü karşılaştırmasında hangi adlandırmanın doğru olduğunu düşünüyorsunuz?
Bu konuya, yaptığımız bir çalışmada (Bana Hikâye Anlat-ma/psikanalitik ontolojik tahliller) değinmiştim. Ayrıntıyı oraya havale ettikten sonra şöyle diyeceğiz: Bendeniz öykü ile hikâye arasında ince bir ayrım olduğunu söyleyegeldim. Kimi dostlarımız bunu kabul etmiyor. Hikâyenin nesi vardı, dili kısırlaştırma çabalarına çanak tutmaktır bu diyerek bize kızan dostlarımızdan farklı düşünüyorum. Mesele bu kadar yalınkat değil. Öyküyü kurmak hikâyeden daha zordur. Hikâye geleneksel damarla ve ondan bize tevarüs edenlerin güncellenmesi diyebileceğimiz bir tutumu öne alan bir “anlatım” iken; öykü, modern hikâyenin verilerinden olabildiğince yararlanan bir ‘anlatı’dır. Öykünün “anlatı” özelliğinde, denemeden koparak oradan özerkliğini ilan etmiş olmasının büyük payı olduğunu düşünüyorum. Bendeniz, öykü özellikleri baskın olan bir metne “öykü” demeyi, hikâye özellikleri baskın olan metne de hikâye demeyi tercih ediyorum. Bundan dile ne zarar görür? Tersine dil bir kelime daha kazanır. Bu mülahazalarla bendeniz son çıkan öykü kitabım Zongo’nun Değirmeni’ni bilinçli bir tercihle “hikâye” olarak kodladım. Bu kitaptaki altı öyküden dördü hikâye olunca kitabın hikâye olarak kodlanması gerektiğini düşündüm. Keza kitaba adını veren metin bir hikâyedir. Oradaki Ölü Sesleri Korosu adlı uzun anlatı hikâyeden ziyade öyküdür. Burada şunu özellikle belirtmeliyim: Bu adlandırmaları, biri metne artı bir vasıf (rüçhaniyet) kazandırıyormuş da diğeri sahip olduğu adlandırmadan dolayı bir eksiklik (nakise) içindeymiş gibi değerlendirmek son derece yanlış olur. Yapılan, metnin özelliğine uygun bir ad koyma işlemidir. Hepsi budur. Bir tespit olarak bir vesileyle değinmiştim. Önemine bina ederek: Çok rahat “Geleneksel hikâyemiz” diyebilir iken bir yüzyıl geçtiği hâlde hâlâ “modern öykümüz” diyemiyoruz. Öykü cemaatini bunu düşünmeye davet ediyorum.
- Hikâyede imgenin yeri hakkında ne söylemek istersiniz?
Hikâye imgelerle yazılıyor uzun bir zamandır. Buna ayak uyduramayan hikâyeciler gider. Herkesin onu öyle ifade ettiği şekilde anlattığınız dramlar, olaylar, hatta durumlar bile hikâyede kendisine yer bulamıyor artık. İmge, bir hikâye metnine o hikâyenin kendine ait bir dil kazanmasını sağlayan önemli bir dokudur. İmge nedir? İmge metnin kanatlarıdır, çoğalmış yüzüdür, fiziğin (sıradan cümlelerin) gücünün yetmediği yere yetişen hızırdır imge. Yukarıda ilk soruda verdiğimiz cevapta değindiğimiz çocukluk dönemi arketipleri ile kullanılmış zamanların bulutsu dilimleri, üzerinden belirli bir zaman geçtikten sonra imgeye dönüşür. Demek ki, imge kurmacanın merkezindedir.
- İlgili türde sahiciliğin önemine inanıyor musunuz? Aslolan “hikâye” midir? Eserlerde kurgu ya da biçimin hikâyenin önüne geçmesi günümüz hikâyecilerinin sorunlarından biri mi?
Bu konuda daha önce çalışma yapan biri için sorunuzun cevaplanması zor; çünkü cevaplarken tekrara düşmemek zorundasınız. Konuya yukarıda adı geçen analitik çalışmamızda Hikâyede Sahicilik-İnandırıcılık başlığı altında ayrıntılı değinildi. Oradan farklı olarak şunu söyleyebilirim kısaca: Bu, sahicilikten ne anladığınıza bağlı. Ben öyküde sahiciliği öyküde inandırıcılık olarak anlamıyorum. Sahicilik inandırıcılıktan ince bir ayrımla (nüansla) -fakat ondan çok da uzaklaşmadan- ayrılıyor. Sahicilik gereceğe uygunluk değil dış gerçeği gerçekliğin alanına çekerek anlattıklarınızın, orada kendi kurduğunuz evrene uygun düşmesi durumudur. Bu sebeple gerçeklerle birebir örtüşmediği hâlde büyülü gerçeklik dediğimiz imkân insanları yüreğinden yakalamıştır. Demek ki anlatılanlar sahici kılınmıştır. Günümüz hikâyesinde biçimin ve kurgunun hikâyenin önüne geçme çabası sıkça rastladığımız bir olgudur. Bu, (gerçeğin kendisi, olayın aslı veya melodram gibi) hikâyeye içeriden gelen ciddi bir tehdittir. Bu tehdit, doğru ve yerinde kullanmamaktan kaynaklanıyor bizce. Bu nasıl oluyor? O veriler kullanılırken kanırtılıyor; dolayısıyla yapaylığın tuzağına düşülüyor. Bu tehdidin savılması da bizce yapılanın tersi tutumla mümkündür.
-Mevcut Türk hikâye geleneği yanında son yıllarda yazılan hikâyelerde sizce çeşitli açılardan bir zenginlik söz konusu mu? “Hikâye”nin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Geleneksel hikâye damarımız belli ve çok da zengin; fakat mevcutla ilgili bir hikâye geleneğinden söz edebilir miyiz? Sanmıyorum. Umarım, böyle bir gelenek oluşmuştur da ben farkında değilimdir. Son yıllarda, yılda yanılmıyorsam 300 civarında yeni kitap çıkıyor; her ay ortalama on (10) yeni hikâyeci hikâye sahasına çıkıyor; hatta onların bazıları sosyal medya ortamlarında bize hikâyenin ne olduğunu da anlatmaya başladılar. Buna sevinmeli mi üzülmeli miyiz? Hikâye türünün bu kadar ilgi görmesine bakarsanız hikâye kitaplarının “yok” satması beklenir. Gerçek böyle mi? Burada paradoksal bir durum var. Şiirin seçkinci duruşuyla öyle herkesi yanına yaklaştırmadığı öteden beri biliniyor. Yukarıda yalnızlıktan ne anladığımıza değinmiştik. Şiirden yüz bulamayanlar (değindiğimiz çerçevedeki) yalnızlıklarını en iyi ifade edebilecekleri alan olarak hikâyeyi görüyor olabilirler mi? Sesli düşünüyorum: Bilmiyorum. Böyle giderse çok sürmez, hikâye türü de kendi içinde kendi filtresini uygulayacaktır. Buradan hikâyenin geleceğine atlayabiliriz: Hikâye türü öykü ile kavgalı değil bizce. Her ikisi de kendi yollarında rahvan gidiyorlar. Öykü kemiyet olarak daha önde görünüyorsa da gerçek böyle değil. Öykünün aleyhine bir gelişme hatta bu. Bunu biraz açayım: Kendilerini anlatım ustalığı ile kanıtlamış kimi “öykücülerimiz” harikulade diyebileceğimiz bir anlatımla “öykü” olarak kodladıkları deneme yazıyorlar. Biri de çıkıp; “Arkadaş, çok güzel bir anlatımın var. Dile de hâkimsin. Eyvallah; ama bu metinlerin çoğu deneme ve içinde bir öykü olmadığı gibi hikâye de hiç yok, demiyor. Bu nokta, öykünün değil öncelikle eleştirinin bir problemidir.
- Dergilerde hikâyenin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu sorunun cevabı bir önceki sorunun içinde önemli ölçüde var. Dergiler (isim vermem uygun olmaz, alınganlıklar olur) etraflarına bile isteye ördükleri duvarlar içinde (kiminde bu duvarlar oldukça kalın) yaşıyorlar ve bir “dergi cemaatleri” oluşturmuş durumda. (Malum; cemaatler içe kapanmışlardır ve kendilerini denetleyemezler; dış denetim de iç tahkimatın sürerliği için sağladıkları siyasa çemberi sebebiyle neredeyse imkânsızıdır.) Bu bizim bir tespitimiz değil, malumu ilamdır. İşte, edebiyat dışından destek bulamayan bir dergimiz kapandı bir ikisi direniyor. Sorunuzun içindeki ikinci vurguya şöyle cevap verebilirim: Dergilerde yazılan öykülerin çoğunu uzun bir süre okuyamadım (okumadım değil okuyamadım). Bir süredir de taşrada yaşıyorum ve bu kez takip etme imkânım kalmadı. Bilmiyorum. İnşallah iyidir ahval ve şerait.
YILDIZ RAMAZANOĞLU
-Bir kurmaca metnin doğuşu sizde nasıl gerçekleşir?
İzler, bağlantılar karmaşa zihnimde parıldar, bazen birkaç dakikada bazen yıllarca gelişir yatışır olgunlaşır. Formuyla birleşip yazılırken değişime uğrar. Başka zaman başka türlü olur, her zaman hikâye yazmaya yeni başlamış gibi nasıl anlatacağım kaygısı.
-Hikâye ve öykü karşılaştırmasında hangi adlandırmanın doğru olduğunu düşünüyorsunuz?
Kitaplarımın bazılarına öykü bazılarına hikâye yazıldı yayınevlerince. Özel bir talebim hiç olmadı. Günümüzde ikisi de sözlü geleneği değil yazıyı ifade ediyor. Hikâyeyi gelenekle özdeş görme eğilimine katılmıyorum. Öykünün daha köksüz metinlerden söz edermiş gibi kullanılmasına karşı olduğum gibi. Bu konudaki tartışmaları saygıyla izliyorum ama gündemimde değil. Derdim meselem varsa ya da bir iz bir duyuş hakkında mırıldanmak istiyorsam yazarım. Klasik türlerin bile aşındığı, farklı form ve yöntemlere, kelime ve görsellerin harmanlandığı anlatıya geçildiği bir dönemdeyiz.
-Hikâyede imgenin yeri hakkında ne söylemek istersiniz?
İmge nesnelerin olayların zihnimizdeki izdüşümleri. Aynı zamanda olmasını murat ettiğimiz hayaller hatta halusinasyonlar da imgenin parçası. Bu edebiyatta izlenim metafor sembol benzetme gölge ve izlenimler olarak kendini gösterir. Bunlar olmadan edebiyattan söz edemeyiz. Deneyimleri ya da murat edileni imgeye başvurmadan sadece dilin düz biçimde olay aktarımıyla ifade etmek yeterli olmaz. Bu fotoğrafla resim arasındaki farka benzer. Birinde seçici algı da olsa bir gerçeklik, diğerinde ise öznel bir karşılaşmanın ifadesi ve eğretileme var.
-İlgili türde sahiciliğin önemine inanıyor musunuz? Aslolan “hikâye” midir? Eserlerde kurgu ya da biçimin hikâyenin önüne geçmesi günümüz hikâyecilerinin sorunlarından biri mi?
Bu göğün altında anlatılmamış bir hissiyat yoktur denilir, o halde ele alınan durum, portre, olay yazarın kaleminden nasıl geçiyor bu önemli. Bu geçiş bu özgün üsluba, biçime ve kurguya işaret eder. Aslolan metnin insana ne sezdirdiği, hangi izi bıraktığı ve hangi küçük aydınlanmayı yarattığıdır. Elbette hikâye içeriksiz matematik bir oyuna da dönüşmemeli.
-Mevcut Türk hikâye geleneği yanında son yıllarda yazılan hikâyelerde sizce çeşitli açılardan bir zenginlik söz konusu mu? “Hikâye”nin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Okuyucu olarak söylemem gerekirse, çok iyi hikâyeler yazılıyor. Hayatla aynı anda gelişen karmaşık bir ilerleyiş var. Büyü, gerçekçilik, fantastik, bilimkurgu, ironi hepsi iç içe. Farklılıklar elbette büyük zenginlik. Sadece anlamsızlık ve zorlama metinler bir okur olarak beni yorar. Bıraktığı etkiye bağlı her şey, bu da kolay dile gelmeyen oldukça sübjektif bir alan.
-Dergilerde hikâyenin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kayda değer bir hikâyemiz var ki yazıp duruyoruz, dergilere sayısız hikâye geliyor. Dergilerin can damarı.
RECEP KAYALI
- Bir kurmaca metnin doğuşu sizde nasıl gerçekleşir?
Aklıma önce hikâye uçları gelir. Böylelikle zihinsel süreç başlamış olur.Bu en keyifli süreçtir. Günlerce haftalarca oynarım kafamdaki hikâye uçlarıyla. Yürüken, metroda, yemek yerken... Bu süreçte karakter oturur, hikâyenin atmosferi oluşur, yan öykücükler hikâyeye eklemlenir. Daha sonra fiziksel süreç başlar. Bu aşamaya geçmek için kendimi hazır hissetmeliyim. Hikâye beni yaz dediği an ilk cümlesini bana gönderir. Vücut artık taşıyamadığı öykü uçlarını işlemeye başlar. Adeta atar içinden hikâyeyi. Metnin kendini oluşturmasına izin veririm. O kağıtta ya da ekranda akar gider. Hikâye kendini yazar. Masamın başından hiç kalkmadan saatlerce tam konsantre bir şekilde oluşturmaya çalıştırırım metni. Hikâye bir his işidir. Üretim anının hazzına kendini bırakırsın. Ama kontrollü bir teslimdir bu. Metne patronun kim olduğunu hatırlatmak gerekir. Oluşan yapı sizin için yeterliyse hikâyenin tamamlanmışlığı size geçer. Tatmin olduysanız, keyif aldıysanız bırakırsınız orada. Daha sonra defalarca okurum hikâyeyi. Ben her anından büyük bir haz alabilmek ve hikâyeyle bütünleşebilmek amacıyla okuma anında seslendirme ve canlandırma yöntemini de kullanıyorum. Karakterin mimiklerine kadar canlandırırım hikâyeyi. Onlarca kere okuduktan sonra kulağımı tırmalayan sözcükleri, cümleleri metinden atıp son işçiliğini de yapıp bir daha okumamak üzere teslim ederim ürünümü.
- Hikâye ve öykü karşılaştırmasında hangi adlandırmanın doğru olduğunu düşünüyorsunuz?
Hikâye ile öykü arasında bir fark olduğunu düşünüyorum. Hikâye Doğulu öykü ise Batılıdır. Bu türler iki farklı dünya görüşü, yaşam tarzının ürünleridir. Tabiatıyla da geldikleri yapıların ve kültürlerin özelliklerini taşır. Doğulu olan hikâye sebep-sonuç ilişkiler üzerine kurulu bir sistemden gelir. Doğulu ya da daha büyük bir genellemeyle Müslüman toplumlar için sebepsiz bir olay ya da olgu olması mümkün değildir. Şans, tesadüf gibi kavramlar Doğu mantalitesinde olmayan kavramlardır. Burada tevafuk kavramı devreye girer. Bir şey oluyorsa bir sebebi vardır. Olan “şey” olması gerektiği için olmuştur. Menkıbeler ya da peygamber hikâyelerini örnek gösterebiliriz. Mucize ya da kerametler akıl ile çözemediğimiz olağanüstü olaylar olmasına rağmen bunu bir sebep-sonuç ilişkisi içinde anlamlandırıp kabul ederiz. Ancak bu durum öykü türünde olmaz. Sözgelimi Kafka’nın “Dönüşüm” isimli eserinde baş kahraman Gregor Samsa böceğe dönüşür ve neden dönüştüğü hakkında hiçbir bilgi, sebep vermez bize Kafka. Batı pragmatiktir. Sebepten daha çok sonuçla ilgilenir. Bu iki tür arasındaki temel fark olarak ortaya koyabileceğimiz sonuçlardır. Bahsettiğim bu mantalite farkı iki toplumun ekonomi ve tarih bilimleriyle olan ilişkisinde de söz konusudur. Tarihsel olayların yorumlarına baktığımızda bizdeki tarih algısı daha magazinseldir. Ankara Savaşı’nın sonuçlarından ziyade savaş öncesi mektuplaşmalar bizim için daha fazla önem taşırken Batılılar nedenselliği ikinci plana atıp sonuç üzerinden çıkarımlara varır. Özetle iki kavrama tek bir isimlendirme yapmanın doğru olmayacağını ikisinin farklı kavramlar olduğunu düşünüyorum.
- Hikâyede imgenin yeri hakkında ne söylemek istersiniz?
Öncelikle imgenin sadece hikâyede değil tüm sanatlarda ana enstrümanlardan biri olduğunu söylemem gerekiyor. 20.yüzyılın ikinci yarısından sonra gerçeğe bakışta olan kırılma edebi sanatlarda gerçeğin içe dönük yorumlarına sebebiyet verdi. Gerçeğe dönük bu farklı yorumlamalar belirsizliğe, gize sebep oldu. Böylelikle üreten ile tüketenin beraber büyütebildiği, okura açık yorumlara dönük bir edebiyat oluştu. Bu yeni edebiyat okuru da çalıştıran, okurun da metnin işleyişine zihinsel bir katkı yaptığı karşılıklı bir performansa dönüştü. Bu sayede okurun “emek” harcadığı metinle arasındaki bağ güçlendi. Modern klasiklerle aramızdaki bağı daha kuvvetli olmasının sebebinin de bu olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla imge kullanımı metni okura daha çok açan, metinle ilişkiyi kuvvetlendiren bir eylem haline geldi. Ayrıca yaratıcılığı da kuvvetlendiren bir kavram olduğunu söyleyebilirim imgenin.
- İlgili türde sahiciliğin önemine inanıyor musunuz? Aslolan “hikâye” midir? Eserlerde kurgu ya da biçimin hikâyenin önüne geçmesi günümüz hikâyecilerinin sorunlarından biri mi?
Ben bu konuyu en temel ve basit düzlemde ele alıyorum. İnandırmak metnin her şeyidir. Metnin öncelikli görevi okurunu kendisine inandırmaktır. Dolayısıyla sahiciliği sağlamak yazarın ilk görevidir. Kurgu ya da biçim ancak hikâyeye inandırmayı kuvvetlendirme görevini yerine getirebilir. Ancak iyi bir kurgu oluşturup buna uygun bir biçim uygulamadığınızda elinizdeki iyi hamuru da kullanamamış olursunuz. Sinema sanatından örnek vereyim. Çok iyi bir senaryonuz var. Ama kötü bir oyunculuk ve çekim tekniği kullandığınızı düşünün. Gereksiz müzikler, anlamsız geçişleri filme dahil ettiğinizde güzelim senaryoyu çöpe atmış olursunuz. Büyük yönetmenlerin hepsinin çektiği filmlerin senaryosunu yazması da bu yüzden. Sorunuzun günümüz hikâyeciliği ile ilgili kısmına gelince ana malzemesini iyi işlemek adına kurgu ve biçimi öne çıkartıp parlatıyorsa yazar bunda bir sıkıntı yok. Ancak günün sonunda herkes anlattığınız hikâyeye bakar. Kurgu ve biçimi öne çıkartıp bir şey anlatmadığınızda deneysel öykü denedim diye sıyrılıyorlar işin içinden. Yazar tercihi diyerek kapatıyoruz bizde bu konuyu.
- Mevcut Türk hikâye geleneği yanında son yıllarda yazılan hikâyelerde sizce çeşitli açılardan bir zenginlik söz konusu mu? “Hikâye”nin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Türle birçok kişinin ilgilenmesi benim hoşuma gidiyor. Neticede hayatınızı adadığınız bir şeyle başka insanlar da ilgileniyor. Sevdiğiniz ve ürettiğiniz bir şey hakkında daha fazla insanla sohbet edip bir şeyler paylaşma şansınız var. Farklı tarzda, bakışla yazılan hikâyelerin ortaya çıkması türe fayda sağlar. Tabii bunların sağlam bir zemine oturtulup moda olmaktan çıkartılması gerekiyor. Sürekli gelişme açık kişilerin türüyle alakalı yaptığı denemelerde ısrarcı olup bu ürünleri bir zemine oturtması gerekiyor. Yoksa yapılan her şeyin havada kalacağını düşünüyorum. Hikâyenin belirli bir matematiği olduğunu ve bunu uyguladığınızda üretebileceğini düşünen bir kitle var. Ortaya çıkan her metnin hikâye olduğunu düşünüp o metinlerde ısrar edilirse bir süre devam eden bir moda olacak hikâye. Yukarda söylediklerime dikkat edildiğinde olumlu bir gelecek bizi bekliyor olabilir. Dikkat edilmediğinde de vasat metinlerle yüz göz olmaya devam ederiz.
- Dergilerde hikâyenin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dergiler edebiyatın okullarıdır. Neticede oraya gönderdiğiniz bir öykü önce bu işle ilgilenen insanların beğenisine sonra da bunu talep eden okurların huzuruna sunuluyor. Yani bir öykünüz yayınlandığında kendinizi birden fazla ispat etmiş oluyorsunuz. Bu da sürekli bir gelişim için kendinizi zorlamanız anlamına geliyor. Hep bir öncekini geçmek için verilen bir uğraştan bahsediyorum. Ancak mevcut dergilerin pek çoğunun bir cemaat mantığıyla yönetildiğini, ahbap çavuş ilişkisi ile varlıklarını sürdürdüklerini ve dergi yöneticilerinin günümüz edebiyatını çok iyi değerlendirebildiğini düşünmüyorum. Hepsi için söylemiyorum bunun altını çizeyim. Ancak az önce söylediğim dergilerin bizleri vasatlığa alıştıran bir tarafının da olduğunu göz ardı edemeyiz.
MEHMET NARLI
- Bir kurmaca metnin doğuşu sizde nasıl gerçekleşir?
“Kurmaca”nın, sadece roman ve hikâyenin temel niteliğini belirten bir kavram olarak kullanımda olması “fiction”nun çevrilmesi ve kavramın yeniliği ile ilgilidir sanırım. Esasen bütün sanat üretimleri kurmacadırlar çünkü hiçbir sanatsal üretim hayatın olduğu gibi kopyası değildir; şiir de hikâye de resim de bir bakış açısının tahayyülünden, kurgulamasından, var saymasından doğar. Sanatla kurmaca zorunlu olarak bir aradadırlar. Bu itibarla şiir de bir kurmacadır.
Şiirin bende nasıl doğduğunu tam olarak ifade edemem ama geldiğini hissederim. Aslında gelen şey duyusal, düşünsel ve sosyal olarak hayatın içinde nasıl durduğunuzla ilgili. Bu bağlamda bir yaşantınız var ama malumatla, mesajla dile dönüşecek kadar kaba veya basit değil. Bu yüzden bir imgeler ormanı içindesiniz. Bilinciniz, kişisel yaşantılarınız ve duyarlık biçimleriniz bu ormanda yeni bir biçim arıyor. Başka bir deyişle yaşantı ve duyarlığımızın içinde bilinciniz kurmaca bir üretim ve hareket yeteneği kazanmış oluyor. Buna göre aslında imge dilde kök salan bilincin çocuğudur.
- Hikâye ve öykü karşılaştırmasında hangi adlandırmanın doğru olduğunu düşünüyorsunuz?
Bu konuda epey kuramsal tartışma yapıldı. Tartışmasız bir noktaya geldiğini sanıyorum. Bu sonuçsuzluk, hikâyenin değil kuma olarak kendini konumlayan öykünün tanımlanamamasından kaynaklanıyor. Aslında zamanın, kişinin, mekânın kurgulanması bağlamında söylenilen her şey rahatlıkla tersyüz ediliyor; öyküye has olarak kala kala modernist zihnin kendi elitliğinden kendi soyutluğundan doğan dili kurma biçimi kalıyor. Bana göre bu, hikâye ile öykünün ayrı türler olmasına yetmez ancak hikâyenin yeni formalar ve diller kazanması anlamına gelir. Bu yüzden ben ikisini de kullanıyorum.
- Hikâyede imgenin yeri hakkında ne söylemek istersiniz?
Sanat varsa imge vardır. Sanatta bilinç ve zihin, kopya ve taklit ile yetinemez. İmgenin, somut gerçekliğe işaret edeni var; soyut bir görüntü oluşturanı var, sembolik olanı var vs. Şiirde imgenin olabilirliği ama hikâye ve romanda olmazlığı, imgenin ne olduğuyla ilgili yetersizlikten kaynaklanıyor.
- İlgili türde sahiciliğin önemine inanıyor musunuz? Aslolan “hikâye” midir? Eserlerde kurgu ya da biçimin hikâyenin önüne geçmesi günümüz hikâyecilerinin sorunlarından biri mi?
Sahicilik, dilin kendine özgülüğünü, kurgunun kendi tutarlığını ve gösterilen ile söylenilen arasındaki çelişik veya uyumlu gerçekliği ifade ediyorsa bütün sanatsal üretimde sahicilik esastır ve estetiğin şartıdır. Ama sahicilik, herhangi bir okur düzeyinin kabullerine bağlanmış ise hikâye, roman veya şiirdeki sahiciliği değil o okurun kabullerinin doğruluğunu veya yanlışlığını tartışıyoruz demektir.
- Mevcut Türk hikâye geleneği yanında son yıllarda yazılan hikâyelerde sizce çeşitli açılardan bir zenginlik söz konusu mu? “Hikâye”nin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Hikâyemizin dününü de bugünü de çok önemli ve çok güçlü görüyorum. Zaman zaman edebi kanonun baskısıyla bazı anlatma biçimleri, kurgulama teknikleri fazlaca abartılabilir. Kimi bunları hakkıyla sürdürebilir; yenilikler getirebilir kimi de kötü taklit edebilir. Ama son ihtimal hikâyemizin tehlikede olduğunu göstermez. Eğer tarihsel bir süreç içinde hikâye devam ediyor ve kendi varlığını hem öncekine benzeyerek hem de kendine benzeyerek devam ettiriyorsa zenginlik kendiliğinden var demektir. Ki ben böyle olduğunu düşünüyorum. Ama bu modern süreçte sözel anlatmanın çok sıkıcı metinler doğurduğunu bir bakıma zaman zaman hikâyenin aslı olan tahkiyeyi zedelediğini görmezden gelmeme sebep olmuyor.
EMİN GÜRDAMUR
- Bir kurmaca metnin doğuşu sizde nasıl gerçekleşir?
Öncelikle bir duygu veya düşünceyi fark ederim. Fark etmek yazmak için yetmez. Onun tarafından köşeye sıkıştırılmam gerek. Anlatacağım meseleyi her ne kadar önceden tespit etsem de kurguyu büyük ölçüde yazarken inşa ederim. Yazarken örmenin sağladığı özgürlüğün, metnin bütünlüğüne katkıda bulunduğunu düşünürüm.
- Hikâye ve öykü karşılaştırmasında hangi adlandırmanın doğru olduğunu düşünüyorsunuz?
Bu sonu gelmez tartışmanın tarafı olmak istemem açıkçası. Ama ben bugün yazdığımız metinlerin öykü olduğu kanaatindeyim. Bunu diyerek taraf mı oldum acaba?
- Hikâyede imgenin yeri hakkında ne söylemek istersiniz?
İmge aslen şiirin hammaddesi olarak bilinir. Ama şiirle öykü arasında geçişkenliğe müsait bölgeler var. Kaldı ki modern öykünün öncü isimlerinde Gogol’ün Burun öyküsü, imgenin bir öykünün iskeleti olabileceğine örnektir. Ben şahsen öyküde, imgenin imkânlarının sonuna kadar kullanabileceğini düşünenlerdenim.
- İlgili türde sahiciliğin önemine inanıyor musunuz? Aslolan “hikâye” midir? Eserlerde kurgu ya da biçimin hikâyenin önüne geçmesi günümüz hikâyecilerinin sorunlarından biri mi?
Hikâyesi olmak meselesi çok temel bir meseledir. Ama bu demek değildir ki dille öykü kurulmaz. Biçimle anlatı oluşturulmaz. Türk ve dünya edebiyatında bunların sayısız örneği var. Ama altını çizdiğiniz soruna katılmamak imkânsız. Okuduğumuz pek çok metin bir hikâyeden yoksun. Gelgelelim, dil ve biçimle de bize temiz bir kurguya davet etmiyor. O zaman geriye ne kalıyor. Okunan kitaplardan devşirilen, emanet, eklektik pasajlar.
- Mevcut Türk hikâye geleneği yanında son yıllarda yazılan hikâyelerde sizce çeşitli açılardan bir zenginlik söz konusu mu? “Hikâye”nin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Evet, inanılmaz bir ilgi var. Örneğin Hece Öykü’nün mutfağında her ay yüz civarında öykü okumak durumda kalıyoruz. İsimleri bilinmeyen, sesini duyurmaya çalışan arkadaşlardan bahsediyorum. Bu coşkulu ortam, nitelikli metinlerin biraz geç fark edilmesine neden oluyordur. Bu ilgi, yayımlanan dergilere, kitaplara da yansıyor doğal olarak. Uzun vadede bu çeşitliliğin ve nicel artışın Türk edebiyatına katkı sağlayacağını düşünüyorum.
- Dergilerde hikâyenin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türe ivme kazandıran sebeplerin başında dergiler geliyor. Ve onların edebiyat çevrelerinde kazandığı itibar. Bizi heyecanlandıran öykülere rastladığımız gibi vasat metinlerle de karşılaşıyoruz. Kaldı ki bu da işin doğası. Kimse bir anda size harika metinler sunamaz. Yazarlığın da çocukluk, ergenlik, gençlik ve olgunluk dönemleri var. Dergilerde biz her türden öykücüye şahit oluyoruz. Bu anlamda aşırı yargılardan, yorumlardan kaçınmak lazım diye düşünüyorum. Dergiler ustalarla acemilerin buluşma mekânları ve sırf bu yüzden çok değerliler. Öykünün Türk edebiyatına, dergilerin de öyküye kazandırdığı çok şey var.
BAHTİYAR ASLAN
-Bir kurmaca metnin doğuşu sizde nasıl gerçekleşir?
Çok kolay izah edilebilecek bir şey değil. Nasıl olduğunu ben de tam bilemiyorum. Galiba bilinçaltında oluşan bir şeyler var. Günü gelince ortaya çıkıyor, yazılıyor. Bana yazmak çok kolaymış gibi geliyor bu yüzden. Belli bir zamanı filan da yok. Oturup yazıyorum. Genelde tek oturuşta yazıp bitiriyorum. Kurgu filan da yazarken şekilleniyor. Zaten öyle kurgu, işçilik filan zayıftır benim metinlerimde.
-Hikâye ve öykü karşılaştırmasında hangi adlandırmanın doğru olduğunu düşünüyorsunuz?
Ben hikâyeyi tercih ediyorum. Öykü, daha modern duruyor sanki. Hâlbuki benim metinlerim de epeyce modern, post-modern. Ama hikâyeyi tercih ediyorum. Öykü adlandırmasına da karşı değilim. Ama bu adlandırmayı temellendirirken ikisinin farklarını sıralamaya, gerekçe aramaya karşıyım. Bir anlatı var ortada ve yüz yıllardır devam ediyor. Kıssa demişler, şu demişler, bu demişler, hikâyeye kadar gelmiş. Şimdi de öykü diyebiliriz. Türün değişimi kendi içinde gerçekleşiyor sonuçta. Bu tür adlandırmalara takılmıyorum kısacası.
-Hikâyede imgenin yeri hakkında ne söylemek istersiniz?
Bu çok uzun bir mesele. Başka röportajlarımda bahsettim biraz. İmge, sadece şiirle ilgili değil. Sanatın her alanında olmalı. Şiir de yazdığım için benim hikâyelerimde imge var. Öyle diyorlar. Bu bir tercih değil. Ben öyle yazıyorum, o kadar. Ya da bana öyle geliyor yazılacak metin. İmge, modern sanat için önemli. Bireysel bir şey imge. Modern insan bireydir. Her şeyi tek tek yaşıyoruz, tek tek algılayıp yorumluyoruz. Gerçekten öyle mi? Böyle olması mı isteniyor? Karmaşık meseleler. Ama ben, yani herhangi bir sanatçı, kendi algısını, yorumunu sunmalı. İmge bunun için önemli.
-İlgili türde sahiciliğin önemine inanıyor musunuz? Aslolan “hikâye” midir? Eserlerde kurgu ya da biçimin hikâyenin önüne geçmesi günümüz hikâyecilerinin sorunlarından biri mi?
Biçimle, kurguyla çok oynuyor post-modern yazar. Yazmak, bir oyun olarak yorumlanıyor kimilerince. Öyleyse yazının hiç mi hikmeti olmayacak? Hiç değilse hikmet arayışı? Sahicilik mevzuu başka. Sahiciliği modern bilimin ilkeleriyle mi sınayıp belirleyeceğiz? Gerçek dediğimiz şeyle mi? Gerçeğin ne olduğunu da öğretiyorlar biliyorsunuz. Öğretilmiş bir gerçek var. Sahicilik dediğiniz şey, gerçeklikle örtüşüyor sanki. Gerçeklik, gerçekle aynı şey değil. Yazar, anlatıda kurduğu dünyanın kriterleri içinde sahici olmak zorunda. Gerçekçi değil, sahici.
-Mevcut Türk hikâye geleneği yanında son yıllarda yazılan hikâyelerde sizce çeşitli açılardan bir zenginlik söz konusu mu? “Hikâye”nin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Büyük bir çeşitlenme olduğu kesin. Zenginlik de var. Bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Dil zenginliği için bir şey söylemek zor. Hâlâ Refik Halit’in dilinin tadı damağımızda. Yine de epeyce farklı arayışlar, sıçramalar var. Türk hikâyesi çok zengin bir dönem yaşıyor. Zaman, şüphesiz acımasız bir elemeye tabi tutacak ve geriye zannettiğimizden de az hikâye kalacak. Bunun bir kalabalığa, gürültüye ve kaosa dönüşmesinden korkuyorum.
-Dergilerde hikâyenin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dergiler günümüz hikâyesinin yeşerdiği, isimlerin kamuoyuna takdim edildiği yerler. Hikâye dergileri çıkıyor biliyorsunuz. Oralarda acemi metinler de görüyoruz. Ama hikâyeci böyle böyle kimliğini buluyor, yetişiyor. Türk hikâyesinde büyük bir çeşitlenme, zenginleşme varsa bunu dergilere borçluyuz. Tohum orada atılıp yeşeriyor.
EMİNE BATAR
-Bir kurmaca metnin doğuşu sizde nasıl gerçekleşir?
Bazen tema hazırdır ama onu nasıl yazacağıma karar vermemişimdir. Uzun süre zihnimde gezdiririm. Sürekli ona elbiseler biçerim. Bazen de kurgunun parçaları kendiliğinden yerli yerine oturur; öykü, ortaya çıkmak için lüzumlu bütün unsurlarıyla belirmiştir. Bu, her öykü için farklı bir doğum gerektirebilir. Benzerlikler bile birinin doğumunu diğerinden ayıran farklılıklarla bezelidir. Bu yüzden bütün öykülerim için aynı doğumdan bahsetmem mümkün değil.
-Hikâye ve öykü karşılaştırmasında hangi adlandırmanın doğru olduğunu düşünüyorsunuz?
Hikâye ve öykü birbirinden çok farklı değillerse de tıpa tıp aynı oldukları söylenemez; birçok eş anlamlı kelime için de bu geçerli. Bazen bir metin için hem hikâye hem öykü denebilir. Birinin hikâye dediğine başka biri öykü diyebilir. Yani burada kurallardan öte bir görüngüden bahsedebiliriz. Her iki terimle tanımlamak, dünden bugüne yazılan metinler hakkında bir önbilgi edinmemizi de sağlıyor.
Diğer taraftan hikâye kelimesi bütün türleri kapsar: Romanın hikâyesi, bilimsel buluşun hikâyesi, öykünün hikâyesi...
-Hikâyede imgenin yeri hakkında ne söylemek istersiniz?
İmge, dünya var olduğundan beridir gücünü koruyor. Bir canlıyı, eşyayı, işareti veya bir doğa olayını zihinlerde belirginleştirmenin en iyi yolu onu imgeleştirmektir. Aynı gücü öyküde de görebiliriz. İmge, öyküye yüklediği gizemle bir ivme kazandırıyor. Bir şeye odaklıyor öyküyü, merkezi belirginleştiriyor. Ayrıca imgesel anlatım sözcüklerin anlam sınırlarını genişlettiği için metne bir zenginlik de katıyor. Yoğun imgesel metinlerin, okuru; anlamın anlamını bulmaya zorlayan bir yanı da var.
-İlgili türde sahiciliğin önemine inanıyor musunuz? Aslolan “hikâye” midir? Eserlerde kurgu ya da biçimin hikâyenin önüne geçmesi günümüz hikâyecilerinin sorunlarından biri mi?
Sahicilik elbette önemli. Metin, şahane kelimeler yığını değildir; insana bağlandığı yerde ona can veren bir damar vardır. Bu damar sayesinde okura dokunur.
‘Bir şey’ söylemek istiyoruz. Onu sanat eseri haline getirmek için estetik kazandırıyoruz. Yani aslında estetik de içerik için olmak zorunda, aynı zamanda estetiğin doğuşu da bir içerikten dolayıdır. Biri diğerinin önüne geçtiğinde, birlikte oluşturdukları ahenk bozulabiliyor.
-Mevcut Türk hikâye geleneği yanında son yıllarda yazılan hikâyelerde sizce çeşitli açılardan bir zenginlik söz konusu mu? “Hikâye”nin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Çok hikâye yazarı var, çok hikâye yazılıyor. Bunun olumlu ve olumsuz yanları var elbette. Ama şimdiden günümüz hikâyesi üzerine konuşmak bana doğru gelmiyor. Zaman neyi kalburun altına geçireceğini neyi geçirmeyeceğini iyi biliyor. Bırakalım zaman bunun cevabını versin.
-Dergilerde hikâyenin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Birkaç yıl öncesine kadar birçok dergiyi takip ediyordum ama şu an bir-iki derginin dışına çıkmak istemiyorum. Dergilerde yayımlananlar sonradan kitaplaşıyor; hikâye kitapları ne durumdaysa dergilerdeki hikâyeler de o durumda. Yazan hemen herkes kendine yayımlatacak bir mecra buluyor. Edebiyatın her alanında bir yazma cümbüşü var. Bu cümbüş üzerine genel bir değerlendirme yapmak şu an için yanıltıcı olabilir.
ÖZLEM GÖKTAŞ
-Bir kurmaca metnin doğuşu sizde nasıl gerçekleşir?
Her öykünün doğuşu biraz farklı olabiliyor. Galiba bu da kurmacayı besleyen unsurlara ve zamana göre değişiyor. Zihnimde önce öykünün son bölümü oluşmaya başlar. Daha sonra zihnimdeki sahne genişler. Kahramanı, mekânı net seçebilecek hâle geldiğimde yazmaya başlarım. Öykünün duygusuna göre bir türküye takılırım ve öyküye son noktayı koyuncaya kadar türkü, yazma sürecime eşlik eder. Türkü, öykünün duygusunu canlı tutmama yardım ediyor.
-Hikâye ve öykü karşılaştırmasında hangi adlandırmanın doğru olduğunu düşünüyorsunuz?
Hikâye ve öykü birbirinin yerine kullanılan kelimeler olsa da bazen birbirini karşılayamıyor. Hikâye bütün sanat dallarında vardır. Hikâye ile klasik örnekler, öykü ile modern örnekler kastedilmektedir çoğunlukla. Şaban Sağlık “Hikâye Anlatı Yorum” kitabında postmodernizmi “hikâyeden öyküye geçiş” olarak tanımlamıştır. Hikâyede anlatıcının bir vak’ayı ele alıp okuyucuyu etkilemek amacıyla başvurduğu yollar öyküde biraz daha farklı ve değişiktir. Hikâye ile öykü arasındaki bence en önemli fark, tahkiyenin öyküde daha geride, daha belirsiz oluşudur.
-Hikâyede imgenin yeri hakkında ne söylemek istersiniz?
İmge denilince akla hemen şiir geliyor. Az kelimeyle çok şey anlatma isteği imgeyi kullanmayı gerektiriyor. Hikâyenin imgeye çok ihtiyacı yoktur. Yazar, özellikle klasik hikâyede yer, zaman, olay ve kişilerin ruh hallerini ele alırken, gizemli olma derdinde değildir. Kısa öyküde kendini kolay ele vermeyen bir dil seçilmesi imgeyi doğurur.
-İlgili türde sahiciliğin önemine inanıyor musunuz? Aslolan “hikâye” midir? Eserlerde kurgu ya da biçimin hikâyenin önüne geçmesi günümüz hikâyecilerinin sorunlarından biri mi?
“Ne anlattığımız mı, nasıl anlattığımız mı,” sorusuna yazarın verdiği cevap önemli. Eğer nasıl anlattığımız, ne anlattığımızın önüne geçmiş hatta onu yok etmişse burada oluşan dengesizlikten dolayı yazar ve okur arasında bir uçurum oluşacaktır, toplumdan kopmuş bu tür edebi metinler işlevini yitirecektir.
-Mevcut Türk hikâye geleneği yanında son yıllarda yazılan hikâyelerde sizce çeşitli açılardan bir zenginlik söz konusu mu? “Hikâyenin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Son yıllarda hikâyenin çeşitliliği bir zenginlik sunuyor. Hikâye, özü korunarak klasik hikâyeden ve metinlerden beslenerek gelişirse bizi anlatacağını düşünüyorum. Yeni biçim arayışları, hikâyemize zenginlik kattığı gibi bizi hikâye dinleme, hikâye anlatma zevkimizden uzaklaştırır mı, diye düşündüğüm oluyor zaman zaman.
-Dergilerde hikâyenin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir zamanlar şiirlerin daha çok yayımlandığı dergilerde hikâyenin hâkimiyeti insanı bazen sevindiriyor bazen korkutuyor. Bir şeyin çok olması, hızlı üretilmesi acaba onu sıradanlaştırır ve kalitesini azaltır mı, galiba bu soruya en iyi cevabı zaman verecektir.
FATMA BARBAROSOĞLU
-Bir kurmaca metnin doğuşu sizde nasıl gerçekleşir?
Bunun bir formülü yok. Arı nasıl bal yaptığını anlatabilir mi? Ben anlatamam. Çünkü bilmiyorum. Sorularımın peşinden giderken kendimi bir metin inşa ederken buluyorum. Her soru, her metin kitap oluyor mu? Hayır. Olanlar nasıl oluyor? Emin olun bende bilmiyorum. “Hikâye ile görmek” üzerinden yol alıyorum. “Hikâye ile görmek” yaraları sara sara görmek anlamına geliyor benim için.
-Hikâye ve öykü karşılaştırmasında hangi adlandırmanın doğru olduğunu düşünüyorsunuz?
İkisinin de doğru olduğunu düşünüyorum. Hikâyeyi başkasına nakledilebilen daha ziyade sözel kültürün bir parçası olarak görürken, öyküyü nakledilemeyen dilsel bütünlük ve tekrarlanamazlık üzerinden değerlendiriyorum.
-Hikâyede imgenin yeri hakkında ne söylemek istersiniz?
Burada hikâye değil öykü demeyi tercih ederim ve öykü şiirin kız kardeşi olduğuna göre imgesiz olmaz derim rahatlıkla. Bana hikâyeyi yazdıran daha doğrusu gördüğümü anlam bütünlüğüne sokan şey “o imge” dir.
-İlgili türde sahiciliğin önemine inanıyor musunuz? Aslolan “hikâye” midir? Eserlerde kurgu ya da biçimin hikâyenin önüne geçmesi günümüz hikâyecilerinin sorunlarından biri mi?
Benim için önemli olan dile getirilecek bir hikâyenin ve hikâyeyi başka bir yerden anlatacak bakış açısının olması önemli. “Günümüz...” diye başlayan bütün cümleler bana fazla genellemeci gelir. Genellemeler, hakikati anlamamızın önündeki perdedir.
-Mevcut Türk hikâye geleneği yanında son yıllarda yazılan hikâyelerde sizce çeşitli açılardan bir zenginlik söz konusu mu? “Hikâyenin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Bu soru eleştirmenlerin cevap vereceği bir soru. Bütün yeni öyküleri okumuş değilim. Öykünün edebiyattaki yerinin daha da artacağını söyleyebilirim. En azından dünyadaki örnekler bunu gösteriyor. Çünkü dijital kültür ile birlikte 2 dakikalık vidyolar hızlı bir şekilde tüketiliyor. Dolayısıyla bir kaç dakikada okuyabildiğimiz öyküler edebiyat ihtiyacımızı karşılayan en önemli metinler olacak. Dikkat ederseniz son yıllarda dünya edebiyatından çok fazla öykü çevirisi yapılıyor. 21 yüzyıl öykünün yüzyılı olacak.
-Dergilerde hikâyenin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dergiler genç kalemler için her zaman muhit ihtiyacını karşılayan ortamlar olmuştur. Fakat sosyal medya muhit olmanın önünde ciddi bir engel gibi duruyor. Muhitin yerini network almış gibi görünüyor. Bir muhit olarak dergi çok önemlidir.
Bûtimar Dergisi, Sayı:9-10, Hikâye dosyası