Perde ve Mânâ, İbrahim Kalın’ın İnsan Yayınları’ndan çıkan akla ve tefekküre dayalı kitabı. Kitapta genel olarak İslâm’ın dışarıdan nasıl göründüğüne ilişkin konular ve İslâm’a karşı olan önyargılar ele alınıyor. Ayrıca eser tam bir felsefi bütünlük içinde zihinleri zorluyor. İbrahim Kalın’ın tanıdık üslubu bu eserde de devam etmiş ve hiç yabancı gelmeyen bir şekilde kendisini göstermiş.
Özellikle Ortaçağ’dan itibaren kurumsal olarak İslâm’a karşıtı geliştirilen bakışın kaynakları ortaya konulmaya çalışılmış, birçok yanlı ve yanlış fikir dile getirilmiş ve bunlarla yüzleşilmiş. Örnek olarak İslâm’ın inandırıcı kaynaklardan ve ikna edici argümanlardan yoksun olduğu için kendisini zorla kabul ettirdiği inancının temelsizliği açıklanıyor. Sözüm ona şiddetin kaynağının da bu kendisini ifade edememe ya da inandırıcılık sorunu olduğu belirtiliyor. İbrahim Kalın, birikimi ve konulara hâkimiyetiyle suyun diğer tarafından yükseltilen bu iftira ile karışık haksız iddialara en makul cevapları vermesini biliyor.
Yazarın genel ‘homo sapiens’ tanımı farklılık arz ediyor. İbrahim Kalın, bilhassa son dönemlerde biraz da ideolojik olarak geliştirilmiş bir tanımın peşinden gitmeyerek İslâm’ın ürettiği muazzam külliyattan bahsediyor ve İslâm düşünce geleneğinden akıl ve hikmetle beraber bir anlam üretiyor. Bu anlamda akıl, sadece Aydınlanma Çağı düşüncesine ait bir özellik ya da o dönem ortaya çıkmış bir kavram değildir. Kitap bunu teyit ediyor ve akla Batılı baba bulma uğraşıyla vakit kaybetmiyor. Kitabın genel karakteristiği de bu zaten. Yani kavramları yerli kaynaklarla açıklamak. Bu anlamda yerli kaynak olarak Kur’an-ı Kerim’e çokça başvurulduğunu belirtmeliyim.
Perde ve Mânâ, tüm kavramları Kur’an merkezli açıklama gayesiyle hareket ediyor. Kitapta satır satır görüyoruz ki insanlığa yol gösterecek ve bir Müslüman için gerekli olacak bütün kavramların Kur’ani açıklamaları yer alıyor. Burada Müslüman’a yön gösterme ve Batı’nın koyduğu düşünce biçimine râm olmama var. Müslüman düşünmeye başladığında baz alacağı şey; Kur’an’ın hakikatleri ve onun yol gösterici ışığı olmalıdır. Aksi durum insanın insan olma vasfından ayrı bir harekete dönüşecektir ki bu da mânâya aykırı olacaktır.
Akıl, hakikatin peşindedir ve onu yansıtan bir ayna durumuna geldiğinde hakikatin kaynağı ilahi varlıktan izler taşır. Dolayısıyla aklın ışığı hakikatin ışığından gelir. Perde kalktığında ise ortaya çıkan mânâ aklı aydınlatır. Yazarın bahsettiği döngü işin sırrını da ortaya çıkarmaktadır. İşin sırrı perdenin nasıl kalkacağında... İnsanın yaşam savaşı ve gerçek amacı bu perdenin yani hakikatle kendisi arasında daima var olan perdenin kaldırılması olarak düşünülebilir. İnsan, hakikate bir zırh gibi duran perde varken ulaşamaz. Onu kaldırmak için de özünden faydalanır.
Kur'an'da kullanılan ve günlük dilde aşina olduğumuz pek çok kavramdan bahsediliyor. Yazarın da belirttiği gibi bu terimlerin izahı daha geniş bir çalışmayı gerektirmektedir. Ancak Kur'an'ın bu terimleri ve kavramları kullanış biçimi kendi derinliğini ve mânâ yükünü belli etmektedir.
Fakat İslâm dünyası Kur’an-ı Kerim’in hakikate dair gösterdiği ışığı takip etme noktasında çeşitli noksanlıklar yaşamaktadır. Esasında İslâm dünyasının içinde bulunduğu durumu bir yönüyle bu noksanlıkların sonucu olarak da görebiliriz. İbrahim Kalın, ‘Hikmeti kavramadan hüküm vermek, aklın bir skandalıdır’ diyor. O da İslâm dünyasının temel sorunlarından biri olarak bunu görüyor ve hikmeti olmayan hükmü kör olarak değerlendiriyor. Ancak bir açmazdan da söz ediyor ki bu açmaz, bazen doğru olan bir şeyin kötü, iyi olan bir şeyin çirkin olmasıdır. Verilen örnek de son derece çarpıcı: Verimliliği ve kârı artırmak için emeği sömürmek. Bu davranış şekli belki kapitalizm ve araçsal akıl açısından gerekli olan ve doğru bir politika olarak görülür. Ancak ahlaki açıdan kusura, suça ve çirkinliğe işaret eder.
Perde ve Mânâ, bir ilke etrafında tur attırıyor. Ortada akıl, fikir, irfan, duyu gibi kelimeler varsa bilgiyle davranışlar arasındaki çelişkiden de mutlaka bahsedilmelidir. Görmeyi iyi bilen bir göz bazen görevini savsaklayıp görmeyebiliyor, daha da kötüsü göremeyebiliyor. Çünkü ona nefsi engel olmaktadır. Kulağı ve işitme eylemini de böyle düşünebiliriz. İnsanın yaratılışına uygun olan davranış şekli nefsanî arzularının esiri olmamaktan geçer. Fakat bunu slogan haline getirmek ve sürekli söylemek en kolayıdır. Çevremizde bu kadar çeldirici, heva –ü hevese yönlendiren ‘şeytan icadı’ varken bu tür sözlerin söylemde kalması normal gelebilir. Bunlara en az kapılacak olan ve hatta bunlarla savaşacak olan İslâm dünyasıdır. Bu savaş topyekûn bir savaş yerine ferdi zaferlerin kazanılacağı bir savaş olmalıdır. Kazanan en az hatayı yapan olacaktır. İnsan, mânâyı keşif ve inşa etmeyi bilmelidir. Bu noktada insanın boşuna yaratılmadığı Kur’ani bir hakikat olarak da karşımıza çıkmaktadır. Allah, Mü’minûn ve Kıyâme Sureleri’nde insanın boş yere yaratılmadığını söyler.
Kur’an-ı Kerim, Furkan Suresi’nde nefsinin arzularına teslim olmuş insandan bahseder. Yaratılış amacı yaratıcısına kulluk etmek olmak olan bir varlığın hayvandan daha aşağı bir seviyeye düşmesinin örneği veriliyor. Ayrıca bu duruma düşmek insanın en şerefli varlık olma özelliğine de zarar vermektedir. Hayvanlar, insanlar ve diğer varlıklar da yaratıldıkları amaca hizmet ederler. İnsanın aklını yanlış kullanarak amaçtan uzaklaşan tek varlık olduğunu bilmemiz gerekiyor. Yûnus Suresi’nde bu durum insanın kendi kendisine zulmü olarak görülüyor. Yazar bu durumu “bir akıl şaşırması” olarak tanımlıyor ki bu da çok yerinde bir tanım.
Kitabı okuyup bitirdiğinizde İslâm’ın ve öngördüğü ilkelerin kuşatıcılığının farkına varıyorsunuz. Hiçbir boşluğa yer bırakmadan, yaşamın her anını bir amaç uğruna değerlendirmeyi öngören bir dinden bahsediliyor. Üstelik Kur’an-ı Kerim gibi uyarıcı vazifesini, insan üzerinden hiç çekmeyen bir bilgi kaynağı var. İnsan hiçbir an yalnız bırakılmış, dünyaya başıboş bir biçimde atılmış değildir. Yaşamasının ve eylemlerinin muhakkak bir gayesi ve tutarlılık arz eden sonuçları vardır. Akıl ve düşünme yetisi verilen bir varlığın boşlukta sürüklenmesi, kendisine yazık etmesinden çok daha fazla anlamlar içerir. Kendi farkına varamamış, görevlerini ve amaçlarını kavrayamamış her insan için harcanmış bir ömürden söz edebiliriz. Yaratıcısının farkına varamamış O’nun hikmetlerini düşünemeyen insan en hafif tabirle acınacak insandır. Perde ve Mânâ’da İbrahim Kalın, kavramsal izahlarla insanın gitmesi gereken istikametin ne olduğunu gösteriyor. Teoride kusursuz bir biçimde açıklanan ve yaşam şeklini belirleyen bu ögeler pratikte kimi sorunlarla karşılaşabiliyor ve bu sorunlar genel anlamda İslâm dünyasının sorunları olarak ortaya çıkıyor.
Son derece derin konuları kapsayan ve bu konuları açıklama gayesi güden kitabın yazarı İbrahim Kalın, birikiminden şüphe ettirmeyecek ölçüde derinliğe uygun hareket ediyor. En başta devlet yönetiminde etkin pozisyonda bulunan böyle bir ismin aynı zamanda derin dini konularda âlim sıfatını hak edecek bir performans ortaya koyması da sevindirici. İbrahim Kalın, yılar yılı tarafsız, su gibi renksiz ve hatta taraf tutacaksa İslâm’ın karşı cenahında seve seve konuşlanan bürokratlardan ve yöneten pozisyonunda bulunanları görmekten bunalan bizler için de bir nefes olma özelliği taşıyor.
Perde ve Mânâ’nın evvela şahsi düşüncelerden meydana gelmiş bir eser olmadığını kabul etmek gerekiyor. Eser, tamamen Yüce Yaratıcı’nın emir ve yasaklarından, Kur’an’ın ışığından faydalanarak okuyucusunu uyarma yolunu seçmiş bir bilgi kaynağı olarak değerlendirilebilir.