Varoluşçuluk yahut varolaşçılık

İbn Hazm’ın bir önerisi bulunmaktadır: “Bütün olayların mahiyetini iyice incelersen sonunda, dünyadaki her şeyin bozulup dağıldığını görürsün ve bütün dünya hallerinin anlamını yitirmesi sebebiyle düşüncenin son noktasında, nihai hakikatin sadece ‘ahiret için çalışmak’ olduğunu anlarsın.” Selma Özkaya Muştuoğlu yazdı.

Varoluşçuluk yahut varolaşçılık

Var dan oluş mudur olunmak istenilen yoksa var olanı aşmak mı? İki farklı grup karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan ilki arayış içinde olanları temsil ederken diğeri ondan nemalananları. Bunlar çok eski zamanlarda da mevcut olduğu gibi şimdi de mevcut. Mümkündür ki sonrasında da olacaklar. Bunları besleyen kaynakları bulmak bir şey değiştirir mi bilinmemektedir. Bunları bulanlar olmuş mudur dememeli, elbette olmuş ki çark hala dönüp gitmekte.

Varoluşu, varol aştan ayıran en temel davranış sorumluluktur. Kendisinden, ailesinden, akrabasından, komşusundan, hasta olandan, yetim olandan, yoksul olandan, yardıma muhtaç olandan, hiç tanımadığından, hayvanlardan hatta eşyalardan ilgisiz kalamama hali demektir. Nasıl bir şeydir peki bu? Sorumluluk, ehliyet şartlarını taşıyan kişilerin din, ahlak ve hukukun yüklediği görevlerden mesul olmasıdır. Tanımlamaya bakılırsa herkes sorumludur aslında. Evet herkes sorumludur. Ama bunu ne ölçüde uygulamaktadır buna bakılmalı. Herkes aynı oranda uygulamış olsaydı tek bir renk ile temsil edilirdi toplum. Bakıyoruz ki rengârenklik hâkim.  Ayetler incelendiğinde iki zıt kutbun varlığından bahsedilir ve bunların da derecelerinden söz edilir. Yaratıcı, insanların renkli olabileceğini bilmektedir. Bunca farklılığın oluşmasını sağlayan şey ise: “İrade” dir. Yani nefsin (kişinin) yapmak istediği davranışlar ile yapılması gereken davranışlar arasındaki tercihi demektir. Burada da karşımıza iki davranış çıkmakta: Birincisi yapmak istenilenler, ikincisi yapılması gerekenler. Bunlardan ilki her zaman değişir ama ikincisi hep sabittir ve öyle kalacaktır. Onca değişimden bahsedilen bir zamanda sabitlikten nasıl söz edilebilir? Bu soruyu algılayan zihinlerimiz öncelikle temizlenmeli ki cevabı bulunabilsin. Sülemi, Ahmed Naim, İbn Sina, İbn Hazm, Itri, Nabi, Yunus Emre, Şeyh Galib…vb birçok kişi ayrı dönemlerde yaşamalarına rağmen aynı şeyleri söylediğine göre sabiteden bahsetmek mümkündür elbet. Zaman ile yok olamayacak gerçekliklerdir bunlar. Ahlak gibi, ölüm gibi, din gibi. Sabit olan şeyler adına harcanan çabalar ve yapılması gereken davranışlar; aslında insanda korku ve kaygıyı yok ettiği için her daim canlılığını korumaktadır. Bunlar hoş kokuya benzer. Bir kez zihin onunla uyandı mı devamını ister. Herkesin beğenisindeki koku farklıdır ama kişide uyandırdığı his aynıdır. Döneme ve kişiye göre değişiklik gösterme durumu olmasına rağmen ortadan kalkması beklenemez. Yani biriciktir. Farklılık, biricikliğine engel değildir. Destekleyici midir? Muhtemelen. Asıl destekleyici faktör ise “İlim”dir.

İlim mevzusunu kavrayış şeklimiz, varoluşumuz adına yol ayrımı niteliğindedir. İbn Hazm bu durum hakkında şu şekilde beyanda bulunmuştur: “İlimlerin en değerlisi, seni Allah’a yakınlaştıran ve O’nun hoşnutluğuna ulaşmanı sağlayan ilimdir.” Buradaki yaklaşım bir rehber niteliğinde. Tek ilim budur denilmemekle beraber en değerlisinin bu olduğundan bahsedilmektedir. Bunun sorup merak edeni de azdır elbet. Şaşılacak bir durum olsa gerek, her şeyin en güzelinin ve en özelinin kendisine ait olmasını isteyen nefis, acaba bu konuda neden rahat davranmaktadır? Bu rahatlığı nasıl anlamalı, nasıl isimlendirmeli? Bencillik, gurur, konfor düşkünlüğü, dünyaya bağlılık, ölümü göz ardı etmek…vb. Hepsi olmakla beraber hala eksiklik kalmaktadır. Bu yolun gidişatında rahat yoktur. Gösteriş barınamadığı gibi övünme de bulunmaz. Saklıdır. Sırdır bu yol. Bir giden bilir bir de gidilen. Bunlar varolanı aş diyenlerin kavrayacağı bir zihinden çok uzak şeylerdir. Ama bunların da müşterileri boldur. Her yerde bulunurlar ve çabuk çoğalırlar. “Para ve kariyer” bunlar için bir numaralı tuzaktır. Bunların onlara yaptıramayacağı tek şey, yapamayacakları bir şeyin olmadığını onlara göstermektir. Görmezler çünkü. Kabul etmezler.

Karşımıza çıkan iki grubu birbirinden ayırabilecek birçok neden bulunabilir. Bunların en etkilisini bulmak lazım gelir ki tedavi doğru uygulanabilsin. Sonuçta yanlış teşhis iyileşecek hastayı bile öldürür nihayetinde. Etkenleri ararken, etkenleri etkileyeni bulmak gerek. Bulduğumuzu zannettiğimiz etki, belki de bir sonuçtur sebepten ziyade. Gördüğümüze budur dediğimiz anda, görmemiz gerekenden berî oluyoruz. Sakinlik lazım gelmekte arayış içindeyken. Bu bile bir sonuçtur. Nedir sebebi? Neden sakinlik? Anlam neden zaman alır? İbn Hazm’ın bir önerisi bulunmaktadır: “Bütün olayların mahiyetini iyice incelersen sonunda, dünyadaki her şeyin bozulup dağıldığını görürsün ve bütün dünya hallerinin anlamını yitirmesi sebebiyle düşüncenin son noktasında, nihai hakikatin sadece ‘ahiret için çalışmak’ olduğunu anlarsın.”

Yollar ayrıldı. Ak ile kara seçildi. Belirsizlik yok oldu. Tek bir şey kaldı: Oluş yahut aş arasında tercih yapmak… Gerisi belli.    

Selma Özkaya Muştuoğlu

YORUM EKLE