Çocukluğumu geçirdiğim şehrin kuytularında kalan birkaç sahaftan biriydi. Hafta içleri vaktim kalmadığından her hafta sonu uğramaya çalışırdım. Zamanla kitapları satan abla ile muhabbetimiz koyulaştı. Yüzlerce hikâyenin arasına oturup onun hikâyesini dinlerdim. Bazen kitap almazdım, sadece konuşurduk.
İşte, bana ilk defa merhemi az bilinir bir yaranın bahsini o açmıştı. Her yaranın önünde veya arkasında aynı mevzu. Ne yapmalı, sevdikçe üzülüyoruz. Kırgınlıklar, ihanetler, ayrılıklar hep başımızda. Sevgimizin patlayan balonlar olup havaya karışmadığı yahut patlayan bir bomba olup kalbimizi dağıtmadığı neredeyse hiç olmadı. İncinmemek için hiç başlamamalı belki de bu merete. Hiç sevmemeli, hiç bilmemeli sevgiyi. Ama insan bu. Bir ekmek, bir de sevgi var hayatımızı idame ettiren. Bırakmak istesek de fıtrat gereği vazgeçemiyoruz.
Günün birinde sınıftaki öğrencilere dönüp “Fâni nedir?” diye sormuştum. Yalnızca bir genç el kaldırdı. “İnsan” diye cevapladı sorumu. Nefis bir tanım. Kelimenin öz ve tam karşımızda duran manası bu. En çok biz fâniyiz, bırak diğerlerini. Ama diğer varlıkların fâni olduğunun farkına varmayan biri, ağzının tadını kaçıran kendi fenasını nasıl hatırlayabilir? Her gidişin, kendi yolculuğunun habercisi olduğunu anlar mı?
Gençlerin, hayır insanımızın müşkülü bu. Sevdiğine ebedî bir tutkuyla bağlanmak. Bazen bir dosta, bir öndere, bir yoldaşa. Bazen gençliğe, zenginliğe, popülariteye. En başta kocaman şu dünyaya. Fâni nedir unuttuk biz. Bir gencin de elinden tutup onu ikaz etmeli. “Dünyadaki her sevgili nihayet bulacak yavrum. Ona bitmezmiş gibi bağlanırsan ikinizden biri kırılacaktır.”
Madem biten her sevgi ve kavuşulamayan her sevgili bizi üzüyor. O hâlde ne yapmalı, nasıl çıkılır bu dolambaçtan? Dünyaya tutam tutam dağıttığımız sevgiyi geri toplayıp yalnızca hakiki ve bâki bir sevgiliye mi hasretmeli? Gözlerin kapağını, yüreğin kapılarını masivaya kapatıp bir tek O’na mı yönelmeli?
Fakat nasıl tüm sevdiklerimizden sevgiliden izler taşırken? Güneş bize ışıltı vermekle ışığından bir şey kaybeder mi? O bir güzeldir, güzelliğinin parıltıları kâinatı kuşatır. Her şey boyasıdır, her sevdiğim sanatıdır. Her mahlûkta O’na ulaştıran bir yol, O’nu gösteren bir mühür var.
O hâlde Allah için sevmeli. Varlıklarda sevgimize sebep olan her güzel özelliğin Allah’tan geldiğini, o özelliklerin aslında O’nun isimlerinin ve sıfatlarının tecellileri olduğunu, sevdiğimizin ise o güzelliklerin yalnızca bir taşıyıcısı ve sergileyicisi olduğunu bilerek sevmek. Sevdiği her güzelliğin mutlak sahibi olan Allah’ı sevdiğini fark etmek. Allah’ı sevdiği için yarattığı ve üzerlerinde isimlerini gösterdiği bütün yaratılmışları da sevmek. Onun rızasını kazanmak için sev dediği her şeyi sualsiz kalbine kabul etmek. Sevdiklerini O’nu hatırlatan ve O’nun razı olacaklarından seçmek. Sevdiklerine izni çerçevesinde O’nun istediği gibi muamele etmek. Mütefekkirâne ve şükürle sevmek.
Sevginin en acısız formülü budur. Onun razı olduğu şeyleri, yine O’nun razı olduğu şekilde sevmek. Menfaat ve karşılık gözetmeden. Başkasını severken de aslında O’nu sevmek.
Bu tanımdan hareketle ben ne var ne yoksa sevebileceğim, Allah için seviyorum. Yeryüzü ve dağlar en sevgiliden bana mektup. Küçülse bağrımda sımsıkı saracağım, odama götürüp en gizli ve sessiz anımda pürdikkat okuyacağım. Gökyüzü bana sevdalımdan hediye. Onu özlediğimde doya doya bakacağım. Memnunken huzur, mahzunken teselli bulacağım. Göğsümde hissettiğim her meşru sevgi onunkinden katreler. O hâlde kabul edip sevgiye doyacağım.
Böylece sevgi büyüyor, genişliyor. Ben oluyorum, evim oluyor, şehrim, ülkem, dünya ve kâinat oluyor. Ben kâinat oluyorum. Cüzî sevgim külli oluyor. Kâinat kadar sevgiyle doluyorum. Hepsi senin. Hepsi senden yine sana.
“Allah’ım beni Senin sevginle, Seni sevenlerin sevgisiyle ve Sana yaklaştıracak davranışların sevgisiyle rızıklandır.”1
Hatice Hilal Gülenay
Hüma Dergisi, Sayı:15
Dipnot:
1 Tirmizi, Deavat, 74