Sen oku, bir müşkülün olursa gelir sorarsın

Ne kadar sermayemiz varsa bizim bu âlemde, Cenâb-ı Hakk tarafından bize verilmiştir

Sen oku, bir müşkülün olursa gelir sorarsın

İyi hatırlıyorum, Kara Baba Dergahı’na yaptığım ilk ziyaretlerden birisiydi. Ahmed Sadık Efendi’ye, arkadaşlarımızla beraber Hazret-i Şeyh’in eserlerini okumak istediğimizi, ancak birçok kimsenin gençleri bu eserleri okumaktan men ettiklerini, bu sebeple ne yapmamız gerektiğini sordum. Ahmed Sadık Efendi; “Evladım bu eserler okunmak için yazılmıştır, elbette okuyacaksınız” dedikten sonra, evliyaullahın eserlerinin abdestli olarak okunması gerektiğini, eseri okumaya başlamadan evvel, Resulullah (s.a.) Efendimizin ve eserin müellifinin ruhlarına bir fatiha okunur ise, bir manevi irtibat ile feyz-i ilahi hasıl olacağını, böylelikle eser okunurken karşılaşılabilecek müşküllerin hal olacağını beyan buyurdular. Buna rağmen anlaşılmayan hususlar olursa, inkar etmememi, heybeye atıp vakti zamanını beklememi, vakti zamanı gelince de anlaşılamayan hususların birer birer anlaşılacağını tembih ettiler. “Sen oku, bir müşkülün olursa gelir sorarsın” diyerek müsaade verdiler. Ben de Füsus’ül Hikem Şerhi’ni okumaya başladım ve okurken de elimden geldiği ölçüde tavsiye edilen usule riayet ettim. Eserin hiçbir yerinde takılmadan okumayı tamamlamak nasip oldu.

Bir Müslüman Âlimin eserlerini okurken tatbik edilecek olan bu usul, araya yüzyıllar girmiş olsa da müellif ile okuyucu arasında bir anlayış bağı kurulmasını sağlıyor, bu sayede okuyucu sanki müellifin ilk ders halkasına iştirak ediyormuş gibi bir inşiraha ve istidadı dairesinde ulaşabileceği idrake kavuşuyordu. Geleneğimizi kadim ilmi usullerine vakıf olan ve hakkıyla tatbik eden merhum Ahmed Sadık Efendi, bu sebeple Füsus’un müellif ve şarihleri ile manevi bir irtibata sahip idi. Bu durum her halinden ve her kavlinden aşikar idi. Bu yazıda sizinle paylaşacağımız metin, Ahmet Sadık Efendi’nin Füsus sohbetlerine ait ses kayıtlarının üçüncüsü ve sonuncusudur. Hayırlara vesile olmasını dileriz.

Mum evvela kendini yakıyor, ondan sonra pervaneyi

“Sık sık söylemiş oluyoruz. Şairin dediği gibi mumu yakacaksın ki pervane ona gelsin ve pervanenin pervaneliği zuhur etsin. Onun için mum, evvela kendini yakıyor, ondan sonra pervaneyi. Onun için âşık da, evvela maşuktan geliyor. Cenâb-ı Hakk’tan zuhur ediyor o arzu ve bize intikal ediyor. Daha evvelki derslerde izah edildi, bizde ne kadar evsaf ve sıfat varsa, ne kadar iştiyak varsa, hepsi bize Cenâb-ı Hakk tarafından verilmiştir. Cenâb-ı Hakk tarafından verilmiştir bize verilen bütün sıfatlar, esmalar. Yani ne kadar sermayemiz varsa bizim bu âlemde, Cenâb-ı Hakk tarafından verilmiştir. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakk’a karşı olan sevgimiz, muhabbetimiz de, bize yine kendisinden verilmiştir. Onun için bizimki, bize verilen bütün sıfatlar, meziyetler vesaire bunlar cüzdür. Allah’ın bütün esması ise külldür. Binaenaleyh, şimdi Cenâb-ı Hakk’ın da bize karşı olan muhabbeti, iştiyakı külldür, bizim Allah’a karşı olan iştiyakımız da cüzdür. Bunu anlatmak istiyor burada.

Cenâb-ı Hakk’tan başka bir varlık yok biliyoruz. Her fassta da bu tekrar ediliyor. Kainattaki bütün bu kalabalıklar, mevcudat dediğimiz şeylerin hepsi, Cenâb-ı Hakk’ın tecellisinden ibaret. Müstakil vücutları yoktur. Hiçbirimizin müstakil vücudu yok. Taşından, toprağından, bitkisinden, hayvanatından tutun, hiçbirimizin müstakil vücudu yok. Hepimizinki izafi vücuttur. Cenâb-ı Hakk’ın tecellisinden ibarettir. İzafi vücudu şöyle izah ediyor evliyaullah; Aynaya baktığımız zaman kendimizi görüyoruz. İşte kendimizi gördüğümüz zaman, o aynadaki hayalimizde hakiki bir vücut yoktur, aynaya bakan kimse aynanın karşısından çekildiği zaman, aynada hiçbir şey görülmez. Binaenaleyh aynaya bakan kimsenin varlığıyla orada var oluyor, işte buna, aynadaki hayale izafi varlık deniliyor, hakiki varlık değil. Şimdi kainattaki bu kadar varlıklar, aklımız ermeyecek kadar çeşitli şeylerin hepsinin hakiki vücudu yoktur, vücutları izafidir, aynadaki hayal gibidir. Demek ki Cenâb-ı Hakk’ın varlığıyla var olmuş oluyoruz. Yani Cenâb-ı Hakk bizi ayna yapmış kendisine, kendi kendini temaşa ediyor. Burada Hz. Mevlana’nın dediği gibi Hakk kendisini temaşa ediyor.

Yani bütün bu iştiyak, bütün arzu, bütün kulumu görsem diye yanıp tutuşma, muhabbet bu iştiyakın neticesidir, kendisini temaşasıdır. Zaten Cenâb-ı Hakk’ın bir Zâtı var bir de esma ve sıfatları var, hünerleri var, meziyetleri var. Cenâb-ı Hakk, sanatını göstermek için kainatı yaratmış. Sonra da kendisini tanıtmak, kendisini göstermek için insanları yaratmış. Yani kendisi insanlarda tecelli etmek suretiyle yine kendisi, kendisini temaşa etmiş oluyor. Bir başka varlık yok ki Cenâb-ı Hakk onu temaşa etmiş olsun veya o da Cenâb-ı Hakk’ı temaşa etmiş olsun. Onun için Allah kendi kendini temaşa ediyor. Ve hadis-i şerifte de hepiniz biliyorsunuz, çok da geçti; “Ben gizli bir hazineydim, bilinmekliğime muhabbet ettim, onun için kainatı yarattım” buyuruyor. Şimdi Cenâb-ı Hakk, kainatı yarattı, hünerlerini gördü. İnsanı yarattı, insanda da kendisini temaşa etti, ve hala da ediyor, ve daha da edecek. Mevzunun esas ruhu budur. Ve demek oluyor ki bütün muhabbet de burada.

Şimdi Cenâb-ı Hakk, hünerini göstermek için kainatı yarattı diyoruz, kendisini göstermek için, temaşa etmek için de insanları yarattı diyoruz. Bütün bu hadis-i şerifin içindeki işte bu muhabbet tohumudur ki, Cenâb-ı Hakk’ın hünerlerini, kendisini gösteriyor bu âlemde. O muhabbet çekirdeği, işte o hepsini içine almış vaziyettedir. İnsanlığın da esası, bugünkü izafi varlıklarımızın da esası, efendim bütün hünerlerimizin de esası, tohumu, özü o muhabbettir. Muhabbet ettim diyor, gizli bir hazine idim, kendimi temaşa etmeye muhabbet ettim, onun için kainatı yarattım. Demek ki hepsi o muhabbetin mahsulü oluyor. Onun için dövüşmeye gelmedik bu âleme, sevişmeye geldik. Allah’ın, Hz. Muhammed’in (SAV) rahmetini suistimal etmeyelim. Evet, birbirimizi sevelim. Bütün mahlukunu da sevelim. Fakat mahlukunu da sevelim derken, bazıları da diyor ki, yılanı da mı sevelim, akrebi de mi sevelim? Evet, onları da seveceğiz, onların hukukuna da riayet edeceğiz ama, Allah’ın mahluku, Allah’ın tecellisidir diye alıp koynumuza sokmadan. Hepsinin bir vazifesi var.İşte Resulullah Efendimiz de zaten bu aradaki farkları bize bildirmek için gönderilmiştir, Kur’an-ı Kerim bunun için gönderilmiştir. Bütün mahlukata nasıl muamele edeceğiz, birbirimize nasıl muamele edeceğiz? Dediğim gibi, akrebi alıp koynumuzda Allah’ın tecellisidir diye saklayamayız. Onun bir vazifesi var, o vazifesini yapacak. Evet, her şeyi seveceğiz Allah’ın mahluku olduğu için, Allah’ın tecellisi olduğu için ve bir vazifesi olduğu için. Allah abes hiçbir şey yaratmayacağı için. Onların da vazifeleri var, onların da zikri, fikri var, Allah’a ibadetleri var. Fakat hepsine yapılacak muamele ayrı ayrıdır. Her şeyi İslam’ın emrettiği gibi yapacak olsak ben inanıyorum ki ne hastalık kalır, ne bir şey kalır. Onlardan bizi bîhaber ettiler.

İnsanlar bazen kaza ile kaderi birbirine karıştırıyorlar

Halk arasında görüyorum, emsalim arasında da görüyorum, kaza ile kaderi birbirine karıştırıyorlar. Halbuki kaza Cenâb-ı Hakk’ın programı, takdiri, anladığım kadarıyla, yanlış söylüyorsam hocalarımız düzeltsin. Cenâb-ı Hakk’ın bir programı var, ona ne diyoruz, Levh-i Mahfuz diyoruz. Levh-i Mahfuz’da bir kaza-i mübrem yani Allah’ın programı var, muhakkak zuhura gelecektir. Bir de kaza-i muallak var, yani şarta bağlanmış. Mesela sadaka ömrü uzatır deniyor, evet sadaka vereceksen Allah’ın o programı değişiyor, nasıl değişiyor, gene Allah’ın takdiri ile değişmiş oluyor. Çünkü senin kaderinde o sadakayı vermek, Allah’ın programında mevcut. Bu sebeple veriyorsun, takdir edilen ömür uzatılmış oluyor. Yani program aynen uygulanıyor. Büyüklerden dinlediğimiz, kader kader ile değişir, yani kaza kader ile değişmiş oluyor. Yoksa Allah’ın programı hiçbir zaman tebdile tabi olmuyor. Talik edildiği sebep ne ise, o sebep de kadere dahil olmuş oluyor. Bu ikisini ayırmak için arkadaşları ikaz maksadıyla söyledim.

Kaza-i mübremi bile değiştiririm diyen evliyaullah var. Şimdi Hz. Şeyh bu mevzuyu üç kısma ayırmış oluyor; biri kaza, diğeri kader, bir de kaza-i muallak var ikisinin arasında. Bu da şöyle imiş, bu bahis geçiyor Hz. Şeyh’in Füsus’unda. Allah’ın indinde kaza-i muallak olur, fakat onu kullarına bildirmemiş olur. Evliyaullah onu kaza-i mübrem diye biliyor, kaza-i mübrem bildiğinden onu değiştirdiğini zannediyor. Fakat Cenâb-ı Hakk zaten onu kaza-i muallak kılmış, onun itirazını, vesairesini de her şeyi takdir etmiş, hasılı kendi kendisine yapıyor.

Kaza, kader bu bahistir. Söz, kelam her şey durur, temaşa etmekten başka, hayran olmaktan başka hiçbir şey yapamazlar. Fakat işte o makamda da fazla tutmuyorlar, dönüş yapılıyor. Yolu öğrenmiş bir zat olduğu için artık o vazifelendirilmiş oluyor. Bunu idrak edecek kimsenin hafsalasını, neşesini, zevkini genişletmesi lazım.

Her insanın hafsalası ve idraki her şeyi kavramaya yetmez

Bir gün ben hocamın odasına girdim (Bahsedilen zat, Topçuzade Arif Bey’dir), bir kitap okuyordu, ben içeri girince kapattı. Aman niye kapatıyorsunuz hocam biz de istifade edelim deyince, evladım çok geniş hafsala, çok geniş idrak ister dedi. Hz. Şeyh’in eseri imiş (Bahsedilen eser Fütuhat-ı Mekkiyye’dir). Israr ettim, dedim ki, efendim ne olursa olsun. Peki dedi, son satırı açtı, okudu. Hz. Şeyh, simsime âlemi varmış, oraya gitmek, o âlemi görmek tanımak istemiş. Kutup neresiyse, tabi son kısımlardan okudu, Hz. Şeyh oraya gitmiş, nasıl müracaat ettiyse etmiş, kendi aralarında. Onu güzel karşılamışlar, demişler ki bu elbise bizim buranın hararetine tahammül etmez, yani beden elbisesi kastediliyor, bunu değiştirelim, size buraya tahammül gösterecek bir elbise giydirelim. Olur demiş, soymuşlar onu bu âleme ait bedenden, o âleme ait, oranın hararetine tahammül edebilecek bir beden giydirmişler. Çıkmış o âleme. Çok izzet ikram etmişler. Hz. Şeyh yalan söyleyecek değil, ama bunu da hiçbir hafsala normal olarak kabul edemez. Fakat vakıa işte, binaenaleyh çok gezmiş, dolaşmış, gezdirmişler. Öyle ormanlar gördüm ki diyor, nâmütenahi ormanlar. Ve elmalar, elma ağaçları, her bir elma da küre-i arz kadarmış. Şimdi zahiri mantıkla bakarsak bu zât acem mi imiş, neymiş deriz mübalağa bakımından, mübalağa olarak kabul ederiz. Ama Hz. Şeyh’e elhamdülillah hepimizin imanı var. Şimdi Hz. Şeyh’te tabi bir görme genişliği oluyor. Küre-i arz kadar bir elmayı temaşa edebilmek bugünkü bir göz ile olacak şey değildir. Ve sonsuza kadar da olmaz. Hocam onu anlattı bana, nasıl kabul edebiliyor musun dedi. Onun için hafsala çok geniş olması lazım. Çünkü bu müşahedenin Hz. Şeyh’in şahsının değil de, Cenâb-ı Hakk’ın bir tecellisi olduğunu, ona ikram ettiğini düşünürsek, Cenâb-ı Hakk her şeye kâdirdir. Layık olabilirsek sana bana da bu ikramı yapabilir Cenâb-ı Hakk, ama işte o liyakatı kazanabilmek meselesidir. Onun için büyükler gibi idrakimizi, iz’anımızı, hafsalamızı genişletmeye çalışalım. Bu eserleri okuyabilmek için onu çok genişletmek lazım. Yoksa aklına, mantığına, o ölçüye koydu mu hiçbir şey yapamaz, Âlem çerçevesinden dışarı çıkamaz. Herkes eseri görürmüş, Cenâb-ı Hakk’ı görürmüş eserden. Evvela eşyayı görüp, eşyadan Hakk’ı tefekkür ederlermiş. Hz. Ebu Bekir (ra) Efendimiz ise, “Ben evvela Allah’ı görür, ondan sonra eşyayı görürüm” buyurmuşlar. Böyle bir şey duydum büyüklerden. Menâkıptan bir parça arz edeyim, bu noktaya temayüz edebilmek için.

Zâtın birisi bir efendiye intisap etmiş. Zikir, fikir, bir noktaya gelmiş, orada durmuş. Acaba demiş, Hz. Âdem’den kıyamete kadar insanlar, toprak altında ölen kimseler kıyameti mi bekleyecek. Çok uzun seneler, Hz. Âdem zamanından beri ölenler sıkılmazlar mı orada, şöyle olmaz mı, böyle olmaz mı? Bundan kendini kurtaramıyormuş. Efendiye tabi bu husus malum olmuş. Şimdi zaten mürşit makamında olan kimselerin, keşfi açık oluyor. Müridininin ne şekilde gördüğünü, nerede takıldığını hepsini bilirler. Onu oradan kurtarmak için kalkmış, piknik gibi bir gezinti yapmış. İhvanı toplamış, gitmişler. Bak demiş, kabristan var burada, şu kabristanda bakalım kimler var. En eski tarihi aramış mezar taşlarında. İki yüz senelik bir kabir bulmuş. Bakın demiş, şurayı okuyalım. Cemaatin keşfini açmış, herkes kabirdeki zâtı görmeye başlamış. Mürşit demiş ki sen ne yapıyorsun burada. Müteveffa ah sormayın demiş, komşumuz hasta oldu, vefat etti. Getirdik, kabre yerleştirdik, toprak atmaya başladılar. Ben de burada kaldım. Ondan sonra da iki hanım zuhur etti. Gayet güzel kimselerdi. Kolyeleri gözümü aldı, kolyelerine dokunayım dedim, elimi uzattım, bir baktım dökülüverdi. Şimdi onlar kaçtı, ben de artık utancımdan onları topluyorum demiş. Dikkat edin şimdi diyor, şimdi. İki yüz sene olmuş, mezar taşına göre, ama şimdi diyor. Demek oluyor ki, Cenâb-ı Hakk ona da kâdir. Âdem’den kıyamete kadar olan kimselere böyle şimdi, şimdi hissini veriyor, zannını veriyor. Bugün düşüncelerimizi Cenâb-ı Hakk vermese, biz nereden alacağız. Muhakkak ki cevher ondan geliyor.

Sonra buna benzer birçok şeyler vardır, zaten mürşit müridânın haline vakıf olması lazım ki kurtarsın onları takıldıkları yerden. Ve Cenâb-ı Hakk birçok şeyler vermiştir onlara. İşte bildiğiniz gibi, “Mutu kable ente mutu” sırrına ermişlerdir onlar. Nefisleriyle mücadele ede ede, ede ede, ede ede. Dolayısıyla evvela efendisini sevecek, ondan sonra o sayede Resulullah Efendimizi sevecek, o sayede Cenâb-ı Hakk’ı sevecek, onda köklü bir sevgi zuhur edecek ve dünya meşgalesine ait birçok heveslerden de kendini sıyıracak, kurtaracak. Ondan sonra da, işte her şeyden sıyrıldıktan sonra pir ü pâk olacak. En yüksek mertebeye, sâfiye mertebesine geldi mi, “Mutu kable ente mutu” olur. Ondan sonra dönüş yaptırıyorlar zaten. Mürşidliğe başlıyor. Çünkü yolu gayet sarih olarak biliyor. Bütün eşyada Cenâb-ı Hakk’ın esma ve sıfatının tecellisini hak etmiş oluyor. Ondan sonra artık kendisi yetiştiriyor. Onları tanıyabilmek için büyükler istiare tavsiye ederler. Resulullah’a iltica edilecek, nereden nasıl bulabilirim diye. Kimi gösterirlerse artık şöyledir, böyledir demeden yapışmak lazım. Allah cümlemize nasip etsin inşallah, cümlemizi o mertebelere getirsin inşallah. Evliyaullah’tan bir zât, hâlet-i huzurda, etrafı da ihvanıyla dolmuş, fakat hazret ağlıyor. Niçin ağlıyor, ölümden korkuyor mu diye düşünmüşler. Yok demiş, korkmuyorum ölümden, ağlamam ölüm korkusundan değil, kulluğumu kaybedeceğim diye ağlıyorum. Şu zevke bakın, bunu umar mıydınız siz? Pek zevkime gitti, kulluğunun zevkini kaybedeceğim diyor. Allah cümlemize kulluğunun zevkini ihsan etsin. “Mutu kable ente mutu” sırrına vasıl olmuş kimselerin hali bu. Onun için Resulullah’ın izini takip etmek lazım. Resulullah’ın bir varisini bulup, ona yapışıp, ona tabi olarak hareket etmekle oraya varılabilir. Yoksa başka yol yok orada.

Baharatçı dükkanına girersiniz, vitrinde küçük tabaklara koymuştur dükkanında ne varsa. Ardiyesinde ne varsa, onları küçük tabaklara koymuş, vitrine koymuştur, yani bende bunlar var diye. Onlar onun aynıdır, depodakinin aynıdır, fakat mühürlüdür. Şimdi burada cüz ve küll meselesi ortaya çıkıyor işte. Yani Hakk’ın sıfatlarının aynıdır diyor, fakat O külldür, Hakk külldür, bu vitrindeki, yani kuldaki ise cüzdür. Bu kuldaki de Esma-i İlâhi’dir, Hakk’ın Esmâ-i İlâhi’sidir fakat cüzdür. Cenâb-ı Hakk’ın takdirine tabidir.

'Ben gizli bir hazineydim, bilinmekliğim için bu kainatı yarattım'

Cenâb-ı Hakk gizli idi, kendini izhar etmek istedi. Kendini meydana çıkarmak istedi, tanıtmak istedi. Yani daha doğrusu kendisi kendisini temaşa etmek için, o hadis-i şerifi hatırlıyorsunuz, “ Ben gizli bir hazineydim, bilinmekliğim için bu kainatı yarattın” buyurdu. Şimdi Cenâb-ı Hakk her şeyden evvel Resulullah Efendimizin ruhunu yarattı, bu hadis-i şerif de daha evvelki bahislerde geçti. Resulullah Efendimizin ruhunu yarattı, ondan Âdem (a.s.)’ın ruhunu yarattı ve bu suretle, yani Resulullah Efendimizin suretiyle Cenâb-ı Hakk, kainatta kendi zati tecellisini göstermiş oluyor. Âdem (a.s.) dünyaya teşrif ediyor. Resulullah Efendimizin ruhuna, Peygamber Efendimizin ruhuna, Cenâb-ı Hakk, “Biz ona kendi ruhumuzdan üfledik” buyuruyor. Şimdi Resulullah Efendimizin ruhundan ilk defa Hz. Âdem (a.s.) dünyaya teşrif etti. Yani Cenâb-ı Hakk kendi suretini izhar etmiş oldu, bütün melaikeye secde ettirdi. Cenâb-ı Hakk Âdem’e âşık, çünkü kendi ruhundan üfledi ve Cenâb-ı Hakk’ı temsil ediyor. Onun için insana büyük bir kıymet verilmiştir, Âdem (a.s.)’a büyük bir kıymet verilmiştir ve melaikeye ona secde etmelerini emretmiştir. Şimdi Cenâb-ı Hakk, Hz. Âdem’e nasıl müştak ise, yani âşık ise ve Âdem de O’na âşık ise, ki niye âşık oldukları daha evvel geçti, hatırlayalım; Allah kendi nefes-i Rahmani’sinden üflemek suretiyle meydana getirdiği ve dünyaya izhar ettiği, kendisinden zuhur ettiği için ve kendisini temsil ettiği için, ondan dolayı âşıktır. Hz. Âdem de aslı olan Allah’a âşıktır. Çünkü Allah’tan zuhura geldi, Cenâb-ı Hakk’ın nefes-i Rahmani’si ile zuhura geldi. Binaenaleyh Hz. Âdem de aslına âşıktır. Bunlar evvelki bahiste geçti. Şimdi bu bahiste Resulullah Efendimiz “Dünyanızda bana üç şey sevdirildi” diyor; “Birisi kadın, diğeri gözümün nuru namaz, üçüncüsü de güzel koku”. Evet, dünyanızda bana bunlar sevdirildi diyor. Bu nasıl bir sevgi? Şimdi Hz. Âdem ile Cenâb-ı Hakk’ın veya Resulullah Efendimiz ile Cenâb-ı Hakk’ın arasındaki sevgi meselesi, nasıl ki Cenâb-ı Hakk kendisinden zuhur etmiş olan, kendisini temsil eden Âdem’e âşık, Âdem’in gönlüne âşık, evvelki derste de geçti. Cenâb-ı Hakk, Âdem’in artık bu âlemde kesilip biçilip aslına kavuşması için, ölüm halindeki halini temaşa etmek istiyor. Ona âşık ve ondan sonra aslına dönmüş oluyor. Cenâb-ı Hakk kendi aslından olduğu için ona âşık. Hz. Âdem’in de Cenâb-ı Hakk’a âşık olduğu gibi, çünkü ondan zuhura geldi. Hz. Âdem’den de Havva validemiz zuhura geldi biliyorsunuz. İşte Hz. Âdem de kadına âşık, yani Hz. Âdem’den maksat Resulullah Efendimizin hakikatidir. Erkekten zuhura geldiği, ve erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığından dolayı Resulullah Efendimize de kadın sevdirildi buyuruluyor. Âdem ile Cenâb-ı Hakk arasındaki ilgi, sevgi gibi, aşk gibi, kadın ile Resulullah Efendimiz arasında da aynı sevgi var. Resulullah Efendimize kadın sevdirildiği gibi, çünkü onun ruhundan halk ediliyor, kadın da aslı olan erkeğe, Âdem’e âşık oluyor. Onun için karşılıklı bir sevgi var. Bu sevgiyi izah ediyor. Bilmiyorum bu hususta anlaşılmayan bir taraf var mı?

Bir ressam veya herhangi bir sanatkar, sanatını icra edip de meydana koyduğu zaman, nasıl ona karşı bir muhabbeti vardır, çünkü kendi içinde mevcut olan hüneri temaşa edecek halde vücut vermiştir ona, vücut bulmuştur ve sanatını bilfiil görmüştür. Mevlânâ da öyle diyor, Cenâb-ı Hakk’ın yaratma, halk etme kudreti, nüsha-i İlâhi olarak, ancak kadında tahakkuk ediyor, kadında görünüyor. Hiç ortada bir şey yokken, bakıyorsun bir bebek zuhura geliyor. Onu bir ana meydana getiriyor. Kadın demek, ana demek, analıktır vazifesi. Şer’an da kadından analıktan başka hiçbir vazife beklenmemesi lazım. Ama evlilik anlaşmasında şu işleri sen yapacaksın, bu işleri ben yapacağım gibi bir taksim yapılmış veyahut örf ve âdet öyle olmuş. Bunlar zikredilmeden de evlenilebilir. Aslında kadına çocuğundan başka hiçbir şey yüklenemez, hatta dünyaya getirdikten sonra da, emzirmek için bir başka kadın tutmak mecburiyetindedir erkek. Emzirmek yükümlülüğü, külfeti dahi yoktur. Zaten büyütüyor, yetiştiriyor.

Burada bize düşen vazife bunların hepsinin, her şeyimizin Cenâb-ı Hakk’tan olduğunu, Cenâb-ı Hakk’ın esma ve sıfatını zuhura getirmek için, zuhura gelmesini istediği şeyler için bizi alet olarak kullandığını unutmayalım. Onun için bu gibi hallerde Cenâb-ı Hakk’ın fiilini hatırlayalım. Bizleri alet olarak kullandığını unutmayalım. Allah’tan başka hiçbir varlık yoktur. Gördüğümüz bu namütenahi varlıklar müstakil vücut sahibi değildir, Hakk’ın tecellilerinin görünümüdür. Görünenler Hakk’tan başka bir şey değildir, ama hiçbirine de Hakk diyemeyiz. Hz. Şeyh de öyle diyor, Allah’tan başka hiçbir varlık yok vesselam.”

Yetkin İlker Jandar

YORUM EKLE
YORUMLAR
yusuf kandemir
yusuf kandemir - 2 ay Önce

vahdeti vücut çok tartışılmıştır. burada üstad bunu savunmuş. imam rabbani(mektubat) hz. ne göre herşey O'dur değil, herşey O'ndandır. görüşündedir. bunu belirtmek istedim.