Ân-ı seyyale

"Hayat demek ân demek. Ân ise herkesin parmak uçlarına konup kanatlanan bir beyaz kelebek. Günler avucumda pembe izler bırakıp havaya karışıyor, toz toz." Hüma Dergisi'nden Hatice Hilal Gülenay yazdı.

Ân-ı seyyale

Giden günler var. İşin aslı, günler zaten hep gider. Sonra özlenirler. Bir akşam serinliğinde pencereden yıldızları seyrederken yorgun bir günün gecesinde yorganın altında soluklarken hatırlanırlar. Bazıları gitse de hiç gitmez, şekil değiştirip anı olurlar. Birazı kalpte birazı ruhta ve cesette saklanırlar. Onlardan almayı bilirsek ibret alır, onlara bakmayı bilirsek geleceğe bakarız. Zaman zaman “neyse ki geçti.” dediğimiz olur ve zaman zaman da “ne çabuk geçti.” dediğimiz olur. Bazen teselli bazen hüzün buluruz geçiyor olmakta. Hatıralarımızı elimizde tuttukça geçmişimizle var oluruz.

Hayat demek ân demek. Ân ise herkesin parmak uçlarına konup kanatlanan bir beyaz kelebek. Günler avucumda pembe izler bırakıp havaya karışıyor, toz toz. Uzandığım saatlere erişemiyorum. Gittiğim yolları bitiremeden bir yenisine sapıyormuş meğer tekerlerim. Zaman son sürat bir arabanın penceresinden bakarmış gibi geçiyor, bulanık. Bir akşam bir sabah. Bir varmış, bir yokmuş.

Zaman birikiyor arkamda. Mağaza vitrinlerine konan dürülü kıyafetler gibi muntazam dizmiş ve anılarımı yerleştirmişim daima yanımda taşıdığım valize. Zaman büyümüş benimle. Yürümüş, konuşmuş. Önlüğünü giydirip beslenmesini koyup okula göndermişim.

Çocukluk ve ilk gençliğimi taze nane ve bahar kokularıyla beraber anıyorum. Güneşin kavurucu sıcağını hiçe sayacak kadar cesurdum ve  her akşam yeni bir sabaha hazırdım o zamanlar. At arabalarının ve hayali düşmanların peşinden sırf zevkine koştururdum. Kendim gibi birkaç kafadar buldum mu değmeyin keyfime. Yol ve yolculuk, maceraları hatırlatan iki kelimeden ibaretti. Doyasıya sever, kahkahayla güler, avazım çıktığınca bağırır, genellikle sonuna kadar yol alırdım. Her şeye bir cevabım, her cevaba da bir sorum vardı. Daha çabuk büyüyeceğim inancıyla çok yer, vücudumdaki her ağrıyı büyümeye yorardım.

Hasretle beklenen büyümek dediğimiz ne çabuk bizi yakalıyor. İlk şaşkınlığım, eskiden uzanmak için zıplamak zorunda kaldığım dolabın kulpuna rahatça ulaşabildiğimi fark etmekle oldu. Hep beklediğim ama hep de bekleyeceğimi sandığım büyümenin içinde buluvermiştim kendimi. Afalladım elbet. Çocukken ufak tefek sıyrıklarla atlattığım sorumluluklar göğsüme göğsüme çarpar olmuştu. Yüzmeye nazlanırken arkadaşlarının arkadan yaklaşıp suya ittiği bir kurban gibi kendi rızam olmadan büyüyüvermiştim işte.

Büyümüştüm büyümesine ama otuz beş numara ayakkabı giyiyormuşum da sokağa babamın ayakkabılarıyla çıkmışım gibi bedenim yaşıma bol gelir haldeydi. Göründüğümden küçük bir yaşta takılı kalmıştım. Bilmediğim yollarda yalpalayarak ilerlemeye çalışıyordum. Yol çığ oluyordu önümde, kuşlara özenen ben kanat çırpıyordum. Gözlerim önünde boyumdan büyük işler uzuyordu. Zıplıyordum, ellerimi nereye koyacağımı bilmeden tırmanıyordum. Eskiden de yarışta en sona kalırdım. Büyümek dediğimiz badire başıma gelince önce koşuşum yavaşladı, sonra ancak yürüyebildim.

Anlayacağınız, nazarıma ve dimağıma İslâm’ı dâhil etmeden önce -belki biraz abartarak-büyümenin büyük felaket olduğunu, bu talihsizliğin istemesem de başıma geldiğini kabul etmek mecburiyetinde kalmıştım. Ve yanlış bir kabulün neticesinde, kavga ettiğiniz birisiyle bir daha konuşma fırsatı bulunmadığında küslüğün devam etmesi gibi büyümenin gayesine uzak bir yetişkinliğe atıldım. Demem o ki çocuk gibi yaşadım. Yetişkin olmakla neye muhatap kılındığının farkında olmaksızın çoktan üstüme yüklenmiş sorumluluklarıma deve kuşu gibi gözlerimi kapattım.

Ne zaman ki biraz hakikat nurundan yudumladım, o zaman hayatta her oluşun ve bitişin aydınlandığı gibi ben de bir anlam ve değer kazandım. Zira zihnim bütün bu oluşların üzerindeki perdeyi aralayabilecek kıvama gelmiş, sebeplerin arkasındaki kudret elini bilecek ve anlayacak yaşı bulmuştu. Kendimi geçmişe ve geleceğe dost addetmemek için bir sebep yoktu. Artık bir çocuğun gamsızlığından uzaklaşmanın, ulvî bir hedefi omuzlamanın vaktiydi. Duruşumdaki toyluğu üstümden atıp kemâle doğru yürümek istedim. Çünkü marifet ve hikmetten küçük küçük yudumlamış ve bu yudumların değil kendi küçüklüğümden her küçük zevkten daha tatlı olduğunu anlamıştım.

Dikkat! Maksat çocukluğu tamamen üstümüzden atıp ondan kopmak, kuru ciddiyet ve katı görüş sahibi bireylere dönüşmek değil. Bir zamanların yüksek heyecanını, coşkunluğunu, enerjisini ve saflığını tutarak, içimizdeki çocuğa bağlı kalarak koşmalı. Nereye koştuğunu bilerek koşmalı.

Hatice Hilal Gülenay

Hüma Dergisi, Sayı:16

YORUM EKLE