Müslümanlık, beşerin selim fıtratına uygun yegâne ilahi dindir. Başka bir tabirle insan her bakımdan bu dinle tedeyyüne müsteid[1] yaratılmıştır. Bu hakikat, Rum Suresinin 30. ayetinde şöyle beyan buyruluyor: “Yüzünü, muvahhid ve pak olarak İslâm dinine çevir ve ona sağlamca sarıl ki Allah, bütün insanları o fıtrî dini kabule müstaid yaratmıştır. Allah’ın yaratışına bedel bulunmaz. Yani onu bozmaya, değiştirmeye kalkışmayın. Sonra onu zayi edersiniz de hiçbir suretle yerine getiremezsiniz. İşte doğru ve payidar din odur. Fakat, insanlarım çoğu bilmezler.”
Resul-i Ekrem Efendimiz de her doğan çocuğun, İslâm fıtratında, İslâm’a müsteid olarak doğduğunu sonradan, anası ve babasının onu kendi dinine çevirdiğini bildirmek sureti ile bu hakikati izah buyurmuşlardır.
Her insan, fıtratan mümin ve muvahhiddir.
İnsanlık fıtratını giyinmezden, evvel yani bir hiç iken, Rabbu’l-âlemine karşı tereddütsüz ikrar ve itirafta bulunmuştur. Bu vakıa, Araf Suresinin 172. ve müteakip ayetlerinde şöyle beyan buyruluyor: “Resulüm! O vakti de hatırlat: Hani, Rabbin, Âdemoğullarından -şimdikilerden tut da nesilden nesile ta Âdem’e varıncaya kadar bütün Âdemoğullarının zürriyet sahibi olanlarından- her birinin bellerinden zürriyetlerini kudreti ile çıkarıp onları kendilerine karşı şahid yaptı. Yani kendilerini duymayan o şuursuz zürriyetlerin her birine, kendi nefislerinde Hakkın tesirini duymak ve duyurmak, itiraf ve şehadet etmek hilkatini, insanlık ruhunu verip hepsini kendisinin Vahdaniyet ve Rabbaniyetine şahid kıldı da: ‘Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?’ Yani üzerinizde dilediğim gibi tasarruf etmek hakkı olan yegâne malikiniz, sahibiniz, hakiminiz olduğuma şahidsiniz, şehadet edeceksiniz değil mi? demişti. Hepsi de: ‘Evet, Rabbimizsin şahidiz!’ diye terbiye emaneti kabul ve şehadeti teahhüd eylemişlerdi.
İşte bu, kıyamet günü: ‘Bizim bundan, böyle bir taahhüdümüzden haberimiz yoktu!’ dememeniz yahut ‘Daha evvel ancak atalarımız, Allah’a şerik koşmuştu, biz, onların ardından gelen bir nesiliz. Biz, onlara uymuş bulunuyoruz. Şimdi o bâtılı kuranların işlediği günahlar yüzünden bizi helak mı edeceksin?’ diye yersiz bahane ve itirazlarda bulunmamanız içindi.”
Âdemoğulları, böyle hiçbir şey değillerken Rabbu’l-âleminin rububiyet hükmü ve bir intişar kanunu altında halk ve terbiyesi ile şuursuz zerreler haline, sonra da bütün zevkleri ile şuurlu bir insan fıtratına girmiş, insan şahsiyeti almış. Rabbi’l alemin: ‘Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?’ hitabına hiç muhalefetsiz: ‘Evet, Rabbimizsin!’ demişlerdir. Çünkü o zaman onlarda inat ve inkâr denilen şeyler mevcut değildi. Allah’tan başka hiçbir şey tanımıyorlardı. Mükemmel akıl, idrak ve irade hayatının inkişafına doğru giden bu devrede, ancak Allah’ın emrine, kanununa uyuyor, doğrudan doğru ya Allah’ın inayetinden müstefid oluyor, icabında bunu itiraf etmeyi deruhte ediyorlardı. İşte, Âdem’in ilk evladından itibaren herkes, Rabbu’l-âleminin verdiği ve emrettiği bu insan fıtratını alıp kabul etmekle, Rabbu’l-âleminle kendileri arasında böyle bir icap ve kabulün neticesi olan fıtri bir akit altına girmiş, kendi nefislerinde Rabbu’l-âlemine şehadet ve ubudiyeti taahhüt eylemişlerdir.
Her insan şuuru, fıtratıyla böyle bir taahhüdün altındadır. Binaenaleyh, dünyaya gelen herkesin, erginlik, mükelleflik çağına basar basmaz fıtrî taahhüdünün icaplarını yerine getirmesi kadar tabii ne olabilir? Kıyamet günü gelmeden Allahu Teâlâ, herkesin bu fitrî taahhüdünü son Peygamberi ve son kitap ile hatırlatmış, her zürriyete, babalarının sulbünden çıkarılarak ayrı bir fıtrat ve şuur verildiğini, kendi nefislerinin kendilerine duyurulduğunu, Rabbu’l-âleminin hitabına doğrudan doğruya muhatap kılındığını, fıtrî taahhüdünü yerine getirmeyenlere veya inkâr yolunu tutanlara: “Siz, babalarınızın cürmünden dolayı değil, kendi insanlık taahhüdünüzden dolayı mesul olacaksınız!” denileceğini açıkça genişçe bildirmiş, bunu da o bâtıl mukallitleri hakka dönsünler diye yapmıştır.
Hilkatin, derin, ilmi inceliklerine işaret eden meallerini arz etmeye çalıştığımız bu ayetlerden, herkesin fıtraten bir Allah’a inanmış; her şeyden önce ehl-i tevhid olduğunu açıkça öğrenmiş bulunduğumuz gibi, Allah’ı inkâr veya Allah’tan başka mabudlar tanımak gibi hareketlerin de insanın aslî taahhüt ve selim fıtratına aykırı olarak sonradan zuhur ettiğini öğrenmiş bulunuyoruz. Binaenaleyh, beserin fıtrî dini, tevhid dinidir.
Fıtrat; genişlik ve sadelik icap ettirir. Fıtrîliğin mümeyyiz vasfı genişlik ve sadeliktir. Bu vasıfları haiz olan din, beşerin fıtrî dinidir.
İstisnasız herkesi muhatap tutan, her şeyde akla en mühim yeri veren, en sade, en kat’i akideleri ihtiva eden dinin sadece Müslümanlık olduğundan şüphe var mı? Bunu, Garplılardan ilim ve insaf sahibi olanlar da itiraf ediyorlar.
Londra Darülfünunu Arapça Müderrislerinden Tomas Arnold “İntişari İslam Tarihi”nde, Müslümanlığın gönülleri cezbetmekteki muvaffakiyetlerinin sebeplerinden bahsederken der ki: “Bu esbabın başlıcalarından birisi de İslam akidelerinin sadeliğidir: La ilahe illallah Muhammedü’r Resulullah. Anlaşılması gayet kolay olan bu iman esasını kabul etmek, bu dine girecek olanlardan beklenilen şeyin en başında gelenidir.”
M. Asım Köksal,
Müslüman Sesi dergisi, 178. Sayı
[1] Bir şeyi yapmaya ehil olan