Milyonlarca Işık Yılı Uzaklıkta Tefekkür

“Birkaç ışık yılı daha da uzaklaştığımızda neyle karşılaşacağımızı zihnimiz bize resmetmeye devam edecektir ama artık dünya böylesine avuçlarımızdayken tefekkürümüzün yönünü değiştirmek bizi önemli bir noktaya çekecektir. Bedenen içine sığamadığımız ama tam şu an avuçlarımızın arasına alabildiğimiz dünya bir toz tanesi kadar küçülmüşken bizlere âdeta bu büyüklüğün içinde koşulsuz bir acizlikle barındığımızı haykırıyor. Bir bakıyoruz ki yüksek yüksek binalarda oturduğu koltukta böbürlenen insan hangi toz zerreciğinin içinde boğulduğunu unutuyor.” Hatice Kübra Ergür yazdı.

Milyonlarca Işık Yılı Uzaklıkta Tefekkür

İnsanın kendini en güçlü hissettiği eylemlerden biri düşünmektir diyebiliriz değil mi? En tamam hâlimize düşüncede ulaşabiliriz. Hâlihazırdaki becerme kudretimizin çok daha fazlasına düşünme yoluyla varabilir, kendimizi en ileri versiyonumuza düşüncelerimizle taşıyabiliriz. O hâlde düşünelim.

Birlikte bedenen gerçekleştirmekte aciz kalacağımız fakat düşünce yahut hayal -hangisine yakın hissediyorsanız- âleminde güç yetirebileceğimiz bir yolculuğa çıkalım istiyorum. Bu defa düşüncemiz bize, büyüklüğümüzü(!) ve dünya hayatında başarabileceklerimizi değil de biraz tersini göstersin.

Araçsız bir yolculuk

Tam şu an bu satırları okurken bulunduğunuz anda ve yerde kalalım sonra da düşünce yoluyla kendimizi seyredebileceğimiz bir yüksekliğe tırmanalım. Görünmez bir perde ile bizi koruyup kollayan göğe, Uzay’ın ve gezegenimizin kesiştiği o noktaya… Bizi güzel, hızlı, zarif ve değişik bir yolculuk bekliyor. Düşüncede uçarak bir kuş misali gerçekleştirebileceğimiz bu yolculuk ne kadar hafifleticiyse birazdan tam aksinde sarsıcı ve şaşırtıcı olacak. Masmavi, bembeyaz gökte tırmanmaya devam ediyoruz. Himalayalar üzerinde yavaşça yükseliyoruz. Gündüz vaktindeyiz ve ufukta Avrasya bozkırları göz hizamızın altında karşımızda…

Uzayın derinliklerine doğru bizi kendi gerçekliğimizden bir nebze uzaklaştıracak olan bu yolculuk dünyayı kalbimizden çıkarıp avuçlarımıza verecek. Dünyamızdan koptuk. Mavi gezegenimiz karşımızda duruyor. Yavaşça güneş sisteminin içinde yolculuğumuzu sürdürüyoruz. Dünyanın yörüngesi upuzun bir çizgi hâlinde. Yolculuk ilerlerken bir tanıdıkla karşılaşıyoruz ve her sabah vazgeçmeden günümüzü aydınlatan güneş tam karşımızda. Yeryüzüne bir ışık saniyesi mesafesindeyiz. Merkür, Venüs, Dünya, Mars hepsi birlikte ve yörüngelerindeler. Belki de bu yolculuğu bu detaylı betimlemelere girmeden de gerçekleştirebiliriz fakat insana verilmiş en büyük nimet olan akıl ve düşünme nimetini zorlayarak kendimizi yeni bir gerçeklikte görmek için aslında bu detaylara ihtiyaç duyuyoruz. Hatta şimdi güneşimize de bir ışık yılı uzaklaşalım ve karşımızda ne olabileceğini görmeye çalışalım. Evet, içine sığamadığımız kavgasından sıyrılamadığımız dünya-güneş sisteminin içinde bir yerlerde bir parıltı olarak kaybolmuş durumda. Artık güneş sistemi bizim sıradan saydığımız, şehir hayatında yaşama uğruna seyretmekten vazgeçtiğimiz yıldızlardan yalnızca biriymiş gibi görünüyor.

Birkaç ışık yılı daha da uzaklaştığımızda neyle karşılaşacağımızı zihnimiz bize resmetmeye devam edecektir ama artık dünya böylesine avuçlarımızdayken tefekkürümüzün yönünü değiştirmek bizi önemli bir noktaya çekecektir. Bedenen içine sığamadığımız ama tam şu an avuçlarımızın arasına alabildiğimiz dünya bir toz tanesi kadar küçülmüşken bizlere âdeta bu büyüklüğün içinde koşulsuz bir acizlikle barındığımızı haykırıyor. Bir bakıyoruz ki yüksek yüksek binalarda oturduğu koltukta böbürlenen insan, hangi toz zerreciğinin içinde boğulduğunu unutuyor. Buradan bir tefekküre daha ulaşıyoruz: Şehirlere, binalara, yollara, gökdelenlere, biçim veren insan kendine, hayatına biçim verebiliyor mu? Yaratılış amacını unutmadan her sabah güneşle doğabiliyor mu? Acziyetini unutmadan yaşam vazifesini sürdürebiliyor mu?

Rabbimiz Kuran-ı Kerim’de pek çok Ayet-i Kerimede insanın aciz oluşuna dikkat çeker. İnsanların başına her zaman semavî musibetlerin gelebileceğini hatırlatan ayetler, tüylerimizi en çok ürperten ikazlardandır. Bizlerden uzakmış, bu çağda olmazmış, toplu helâk ümmetten kaldırılmıştır diyerek bu ayetleri çoğu zaman idrak edemeden okuyor ve geçebiliyoruz. Oysaki kendi ellerimizle kendi helâkimizi hazırlayabileceğimiz düşüncesi zihnimizin baş köşesindeki tabloya raptiyelenmeye mecburdur.

“O kentlerde yaşayanlar geceleyin uyurlarken azabımızın kendilerine gelmeyeceğinden emin mi oldular? Veya gündüz vakti oyalanırlarken azabımızın kendilerine gelmeyeceğinden emin mi oldular? Yoksa Allah’ın mekrinden emin midirler? Hâlbuki kendilerine yazık edenler dışındakiler Allah’ın mekrinden emin değildirler.”[1] Ayette geçen “Allah’ın mekri”, ummadıkları yerden Allah’ın insanları yakalayıvermesidir. Evet… Hiç ummadığımız bir anda belki de kendimize Allah’ın ikram ettiği dışında dünyevî bir kıymet kattığımız o anda…

Bu ayetler, Rabbimizin bu sözleri bizedir, bizzat bizi ilgilendirir. Korkuyla ümit arasında yaşayan Ümmet-i Muhammed her şeyin rengârenk boyalarla bizlere sunulduğu, insanı yüceleştiren sistemlerin ruhları ilahlaştırdığı bu çağda bu hakikatleri konuşabilmelidir. Sevdirmek, yaklaştırmak adına umudu yeşertmenin, kulluğu yaşanılabilir hâle getirmek adına en kestirme yol olduğu doğrudur fakat kulluğun sürdürülebilmesi acziyet ile çerçevelenmesinde gizlidir. “Gözsüz bir akrebe, ayaksız bir yılana mağlup olan, küçük bir sineğin saldırılarından acze düşen insan, her nasılsa acizliğini, zayıflığını unutur da gururlanır, kibirlenir, hatta Firavun gibi ilahlık davasında bulunur.”

İnsan acziyetinin içinde öyle büyüktür ki ve büyüklüğünün içinde öyle aciz. Kendini sevmenin kendine değer vermenin yolu türlü psikolojik olumlamalarda değil, küçüklüğü, acizliği kabul etmekte imtihanlara, yaralarımıza ve elde edemediklerimize sarılmaktadır. Bu denklem insanlığın yaratılışı kadar kadim bir denklemdir. İnsan cüzî kudretinin sınırlarını belirleyebildikçe en gerçek adımları atabilir. İnsan, insanın ulaşabileceği kısmen sınırsız noktaları gördükçe bu işin içinde nicesiz bir kudret elinin olduğunu bilir. Eğer elinden geleni en büyük kudretin eline bırakmaz ise olacakları bilir.

Öyle olmasaydı insanın ürettiği o büyük sanayiler mucizeler teknolojiler getirdikleri kadar götürüyor oluyor muydu hiç?

İnsan acizdir

Hikmet ehli birçok zattan hayatın hakikatlerini az da olsun idrâk etmiş birçok büyüğümüzden hep işitiriz: İnsanın haddini bilmesi için kendisinin aciz ve hayatın hayal olduğunu bilmesi yeterlidir. En basit fikirle dünyaya kendi elimizle gelmediğimiz gibi bu dünyadan ayrılışımız kendi gücümüzle olmayacaktır. Acziyeti anlamak için düşünülmesi kolay argümanları gün içerisinde kendimize hatırlatmamız aslında oldukça yeterlidir. Allah Teâlâ insana güç, kuvvet vermese işitemez, konuşamaz, yiyip içemez, hayatî bir faaliyeti gerçekleştiremez. Çünkü insan, başarılar elde ettiği, mevkiler sahiplenip mülkler edindiği tüm bu hayat içerisinden Allah’ın izni kaldırıldığı ve ölüm geldiği takdirde bir hiçtir. Allah’ın yarattığı fıtrîlikle yaşayabilen insan yaratılmışların en yücesi iken acziyetini unuttuğu anda bir hiçlik mesabesine inmektedir.

Evet, şimdi Samanyolu seyahatimizden tekrar ana ve kendimize dönelim. Samanyolu’nda bir karıncadan bile küçükken şimdi koltuğumuzda kocaman olalım ama bu kocamanlık yüreğimizden yansısın. Bu yolculuk, içimizdeki acziyeti görmenin ve o acziyetten sıyrılıp kudret sahibi Rabbimize yönelmenin vesilesi olsun. Unuttukça bu yolculuğa çıkalım ve bu on dakikalık tefekkürle gerçek kimliğimizi yeniden analım.

Hatice Kübra Ergür
İstanbul Üniversitesi • ARAP DİLİ VE EDEBİYATI

 

[1] Araf Suresi, 97-99

YORUM EKLE