Ömer Seyfettin’in “Bu millet âlim değildir ama ariftir. Bu irfanı sayesinde pek çok şeyi okumuşlardan daha iyi sezer, fark eder ve bilir.” sözünü hepimiz biliriz. Her ne kadar son yıllarda içi boşaltılmış ve eski manası yitirilmiş olsa da asırlardan beri tevarüs eden bir ‘Anadolu irfanı’ vardır bu toprakların hamurunda. Henüz teknoloji bu kadar gelişmemiş ve bizi esir almamışken internet, sosyal medya hatta TV bile yok iken pek çok Anadolu köyünde olduğu gibi bizim köyde de sosyal faaliyet olarak köy odasında Hz. Ali’nin kahramanlıklarını anlatan “Cenknameler” ve “Battal Gazi” destanını anlatan “Battalnameler” okunur, hikmetli mevizeler anlatılır, kıssalar dinlenirdi. Eski Türkçeyle yazılan bu kitapların en önde gelen okuyucusu olan dedem de işte bu sözü edilen irfan ehli zatlardan biriydi ve aynı zamanda ezberinde pek çok şiir ve beyit olan hikmetli bir insandı.
Çocukluğumdan beri ne zaman köyüme gitsem dedemin odasında yer yatağında uyurdum. Dedem gecenin belli bir vaktinde kalkar önce teheccüd namazını kılar, sonra da yatağında bir şiir, beyit ya da uzun hava okur daha sonra istirahatine devam ederdi. Okuduğu şiirler o vakitler benim için fazla bir şey ifade etmemekle birlikte tınıları ve nağmeleri kulağıma hoş geliyordu. Yaşım ilerledikçe dedemdeki bu cevherin idrakine vardım ve hafızasındaki pek çok şiiri kaydettim. Bunlar arasından beni en çok etkileyenlerden biri ise Karacoğlan’a ait olan ve insanın anne karnından ölümüne kadarki hayat yolculuğunu anlattığı aşağıdaki anlamlı şiir idi:
Hakk'ın kandilinde gizli sır idim
Anamın beline indirdin beni
Ak mürekkep idim, kızıl kan ettin
Türlü irenklere yandırdın beni
Mecburiyeti olmadığı halde insanoğlunu yaratmasını, Allah-ü Teala bir kutsi hadiste “Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim mahlukatı yarattım” şeklinde beyan etmesinden anlıyoruz ki Hakk’ın kandilinde bir değer sahibi olan insan bu dünya hayatına Marifetullah yani Allah’ı bilmek sırrına nail olabilmek için gönderilmiş aziz bir varlıktır. Bir damla sıvı iken o sıvıdan meydana gelen kanlı, canlı, düşünüp tasavvur edebilen bir insana tekamül etmesinden çıkarılacak nice ibretamiz noktalar vardır ki ciltler dolusu yekun tutar:
Anamın karnında ben neler gördüm
Yedi derya geçtim, ummana daldım
Dokuz aylık yoldan sefere geldim
Bir kapısız hana indirdin beni
Bir yolculuğa çıkılmıştır artık, akıbetinin nasıl olacağı kul planında meçhul olan bir yolculuğa. Anne karnında da birtakım şeylerin şahidi olur ya da belki de bu dünya hayatına hazırlanır insan. Nasıl ki dünya Allah’ın rahmeti sayesinde ayakta duruyor ve gerek inanan gerekse inanmayan her insan, Allah’ın ‘Rahim' sıfatının tecellisiyle rızıklanıyorsa bunun gibi bir bebeğin belli bir müddet yaşadığı, geliştiği yer olan anne karnı da onun dünyasıdır ve o rahmet orada da caridir. O yere Rahim isminin verilmesinin hikmetlerinden biri de budur.
Ben de bildim şu dünyaya geldiğim
Tuzlandım da çapıtlara belendim
Bir zaman da beşiklerde eğlendim
Anamın sütüne kandırdın beni
Ağlayarak ‘Merhaba’ der yeni meskenine insan. Bu ağlayış belki de gurbete çıkmanın acısından mütevellit bir duygu patlamasıdır. Öyle ya ne de olsa anavatanı cennettir insanın ve cennet gibi bir selamet yurdundan dünya gibi bir sefalet batağına tebdil-i mekan etmek kolay olmasa gerek ama yine de bir fırsattır bu dünya denen yer; tüm mani ve engellere rağmen ipi göğüsleyerek cennete girebilmenin, anneden doğumdan hemen sonra bebek için sadır olan süt mucizesinin sahibi olan Allah’ın rızasını kazanabilmenin fırsatı, yani meleklere bile bahşedilmemiş bir imkan. Nefsini ve şeytanı yenebilme imkanı. Ve insan Allah-ü Teala’nın rahmet sıfatının en fazla tecelli ettiği ve belirginleştiği varlık olan annenin sütüyle gelişir, büyür, hazırlanır hayat kavgasına…
“Beş yaşında akıl geldi başıma
On yaşında gider oldum işime
Varıp ta değince on beş yaşıma
Bir kuru sevdaya yeldirdin beni”
Yeni doğmuş bir tay görürseniz onun kısa bir süre sonra yürümeye başladığına şahit olursunuz, bu süre kedi yavrularında ortalama 20 gün, köpeklerde ise 15 gündür. Hayvan yavrularının hemen hepsinde kısa süre içinde yürümeye başlama hali geçerliyken bebeklerde bu sürenin uzun olmasını ‘tedricilik’ ile açıklanabilir. Yani yavaş yavaş, derece derece, düşe kalka bata çıka öğrenmek hayatı, zorluklarını da güzelliklerini de nitekim bazı hayvanların doğar doğmaz başladığı hayat kavgasının sahne perdeleri insan için daha geç açılır.
“On beş yaşadım, yirmiye yol oldu
Otuzunda çevre yanım göl oldu
Kırk yaşadım, hayrım, şerrim bell'oldu
Hayrımı, şerrimi bildirdin bana”
Hayat gailesi başlayan insanın etrafında, yanında yöresinde ve çevre yanında çocukları vardır artık, yani tüm hayat onların istikbaline adanmıştır. Cahit Sıtkı Tarancı’nın deyimiyle geç fark eder insan taşın sert olduğunu ve bu yaşlarda anlar, suyun boğup ateşin yaktığını zira fırtınalı geçen gençlik hayatında bunları hissetmemiştir bile. Kırk yaş önemlidir, çünkü pek çok Peygambere vazifesi bu yaşta tevdi edilmiş olup, sinni kemale ermenin, olgunlaşmanın yaşıdır kırk yaş. Peygamberimizin ifadesiyle “Hayrın şerrin belli olduğu” bir vetiredir. Ne güzel bir telmih yapılmış:
“Ellisinde yaşım yarısın geçti
Altmışında yolum yokuşa düştü
Yetmişinde biraz tebdilim şaştı
Mertebe mertebe indirdin beni”
40 yaşına kadar koşturan, gücünü kuvvetini bazen bilinçli bazen de bilinçsizce kullanan, taşı sıksa suyunu çıkarabileceğini zanneden insan için artık duraklama devri gelmiş olduğundan vitesini düşürmelidir çünkü artık yol yokuşa düşmüş olup menzile az kalmıştır. ‘Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi’ filminde olduğu gibi insan aslında yaşı arttıkça küçülmekte ve mertebesi düşmekte, yapabileceği işler kısıtlanmaktadır; çünkü ölüme yaklaşılmaktadır yani o son durağa:
“Sekseninde beratçığım yazıldı
Doksanında kan damarım üzüldü
Yüz yaşında azalarım çözüldü
Bir sabi masuma döndürdün beni”
Bir Hadis-i Şerif rivayetine göre bir insan 80 yaşına dek mümin muvahhid olarak yaşarsa bu yaştan sonra Allah-ü Teala onun iyiliklerini mükafatlandırır, kötülüklerini ise affeder. Başka bir rivayete göre ise ona manevi bir berat verilir. Buradan anlıyoruz ki Karacoğlan yalnızca bir şair değil aynı zamanda dini malumatı yüksek olan ve bunu satırlarına aksettiren bir isim, kadim şairlerimizin hemen hemen hepsinde olduğu gibi.
Bahar mevsimi hazana döner ve eskiden dağları sırtlanan o cevval adam gün gelir omzuna düşen bir tüy ile yere düşecek hale gelir, azaları çözülür, en küçük bir işini bile kendi başına halledemeyen mahzun bir yavruya dönüşür.
“Karac'oğlan der ki yaktın yandırdın
Ecel şarabın verdin kandırdın
Emreyledin Azrail'i gönderdin
Hiç de doğmamışa döndürdün beni”
Ve o kaçınılmaz hadise. Ölüm. Hani ‘The End’ yazar ya yabancı filmlerin bitiminde işte bu kelime dünyasını nefsinin arzu ve hevasının peşinde geçiren, iman şerefine nail olamamış insanlar içindir, bitmiştir çünkü yaşadıkları geçici, aldatıcı ve oyalayıcı o dünya lezzetleri. İman edip salih ameller işleyenler içinse ‘To Be Continued’ yazacaktır ömür denilen film şeritlerinin son safhasında çünkü onları tadına doyulmaz nice güzellikler beklemektedir. Karacoğlan’ın da dediği gibi ademoğlu yanar, yakar, düşer, kalkar, çalışır, sever, sevilir ama en nihayetinde ecel şarabıyla karşısında Azrail’i bulur bu dünya denen misafirhanede… Kimine zehir gibi gelir bu şarap kimine ise bal şerbeti gibi. Ölümü bir bal şerbeti gibi gören, sevgiliye en sevgiliye kavuşma anı olarak telakki edenler dünyayı ahirete yatırım aracı gibi gördüklerinden hazırlıklıdırlar o buluşmaya ve ‘Azrail’e hoş geldin diyebilme’ hünerini kazanmışlardır kendilerine verilen ömürde. İşte insanın Hakkın kandilinden ayrılması ile başlayan serüveni, dünya zindanında ‘En Sevgili’ olan Allah’tan uzak bir şekilde yoksulluk içerisinde geçer de gün olur ölüm kapıyı çalar ve belki de bu yüzden her ne kadar biz göremesek dahi manen bazı mezar taşlarında insanın serencamını anlatan yine Karacoğlan’a ait şu cümle yazar:
“Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm”
Recep Karaca