Kalem tüccarı

Dolaylı sömürge/kültürel sömürge öğretiminden geçmiş, öyle “imâl edilmiş” okumuşlarımız, diplomalılarımız (dikkat isterim: “aydınlarımız” demiyorum; ‘bizim’ aydınımız çok azdır), değil tasavvuf, tarikat gibi derinlik gerektiren konular, ana hatlarıyla İslâm’ı anlatan bir tek kitap okumadıkları için bu konulara çok Fransız kalmışlardır. Mehmet Maksudoğlu yazdı.

Kalem tüccarı

Annesi, öğrenim için uzak diyarlara gidecek olan çocuk Abdülkadir’in giysisinin koltuk altına, masraflar için gerekecek altınları diker ve kesinlikle yalan söylememesini tembîh ederek uğurlar. Kervanın yolunu eşkıya keser, yolcular soyulur. Yol kesicilerden biri, çocuğa ne malı olduğunu sorunca, çocuk da altınları olduğunu söyler. Alay edildiğini zanneden şakiy, çocuğu reisine götürür. Altınları alan reis, çocuğa niçin doğru söylediğini sorar. Çocuğun yalandan kaçınmış olması, reisi hidâyete erdirir. O dürüst çocuğun yolundan gidenlere “Kadirî” derler, ahlâklarıyla yaşarlar. Abdülkadir Geylânî’nin yazdığı el Gunye kitabında günümüz psikologlarının, psikiyatristlerinin Fransız kaldığı konular vardır.

***

Gençliğinde, biraz farklı olan Muhyiddîn, hastalanır, hastalık çok ağır seyretmektedir, babası, artık, başucunda Yâsîn sûresini okumaktadır. Bir ara kendinden geçen hasta, görür ki kocaman bir ateş vardır, çirkin yüzlü birtakım kişiler, kendisini o ateşe atmağa çalışmaktadırlar. Derken, güzel yüzlü birisi belirir, onları iterek uzaklaştırır. Hasta, ona kim ittiğini sorunca; “Yâsîn” der; gözünü açan Muhyiddîn, Yâsîn okumakta olan babasını görür. İyileşince öyle bir yoğunlukla kendini bu metafizik işlere verir ki büyük bir velî olur ve “topuğuma erişmeyen, kitaplarımı okumasın!” der. (İmamların, akşam namazından sonra okudukları, Haşr Sûresi’nin son âyetlerinden bir önceki âyette: “ Eğer bu Kur’ân’ı, bir dağa indirseydik, elbette onu, Allah korkusundan, huşû ile parça parça olmuş görürdün…” buyrulmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’in okunmasında ortaya çıkan enerji.)

***

Sultan İkinci Murad çağında, küçük bir kasaba olan Ankara’ya, orada bulunan bir büyüğün yanına, adam olmak için giden köse birisi, o büyüğün çalıştığını, zenginlerden para topladığını görünce, gönlü bulanır. Büyüğe, onun kalbinin bulandığı malüm olur, onunla ilgilenmez, arkadaşlarıyla yemeğe oturur. Köse de köpeklere dökülen yal ile nefsini körletmeye karar verip oraya yönelince, veli, onu çağırır ve o köse, zamanla öyle adam olur ki çağının en büyük hükümdarına, adıyla hitab eder, o hükümdar ona mürid olmak isteyince de kabul etmez, devlet işlerine yönlendirir. (O büyük, müridleriyle tarlada çalışırdı, zenginlerden topladığını yoksullara dağıtırdı. Gelen köse, Akşemseddin’dir, onun ziyaretine gittiği şeyh de Hacı Bayram Veli’dir.)

İslâm tarihi boyunca devam eden bu gelenekte, Osmanlılar devrinde de pek çok ‘iyi Müslüman’ yetişmiştir, bu iş için düzenlenen tasavvuf yollarına da tarîkat denilmiştir.

***

Bir ilçede olduğu anlaşılıyor: Otele gelen yolcunun adını, soyadını kaydeden, orta okul veya ilkokul mezunu olduğu anlaşılan otel kâtibi, müşterinin mesleğini de sorunca; “yazar” cevabını alır. Eee, kendisi de yazıyordur, ama, otel kâtibidir; “yazar”lık ne menem bir işdir, anlamaz, sorar:

-Yâni, neyle geçinirsin?

-Kalemimle.

Otel kâtibi, gelen yolcunun mesleği olarak “kalem tüccarı” diye yazar.

Seviye (şimdi, ‘düzey’ diyorlar) meselesi …

***

Dolaylı sömürge/kültürel sömürge öğretiminden geçmiş, öyle “imâl edilmiş” okumuşlarımız, diplomalılarımız (dikkat isterim: “aydınlarımız” demiyorum; ‘bizim’ aydınımız çooook azdır), değil tasavvuf, tarikat gibi derinlik gerektiren konular, ana hatlarıyla İslâm’ı anlatan bir tek kitap okumadıkları için bu konulara çok Fransız kalmışlardır. ‘Eğitim’ adı verilen öğretimimiz öyle düzenlenmiştir ki okuyanların İslâm konusunda zır câhil kalması, laikliğin garantisi olarak kabul edilmiştir. Okullarda, âileden gelen değerlerin devamı verilmediği gibi uyandırılan, sürdürülen hava da İslâm’la ilgilenmeğe engel bir havadır. Sonucu, elde edilen ‘ürün’ü, rahmetli Yavuz Bahadıroğlu şöyle tarif ediyordu: “Namaz kılmayıp yoga yapana, oruç tutmayıp diyet yapana, bizde 'çağdaş' diyorlar.”

***

Ünlü bir profesör, 04 Ekim 2022 günü, bir tv kanalında, “feodal zihniyet” gibi bir şeyler söyledi:Türkiye’den, bizden bahseden bu PROFESÖR, bizde feodalite olduğunu zannediyor!  Onunla program yapan, ağzı lâf yapan diğer vatandaş da yine başka bir gün, aynı anlayışı dile getirdi. Bu kişiler "aydın" sayılıyor, öyle kabul görüyorlar.

Sevabına bildirelim:

İnsanlığın yüz karası feodalite, Orta çağ Avrupa’sına özgü bir yönetim biçimidir; bizde asla, hiçbir zaman olmamıştır. Feodal düzende, o arazide yaşayan halk, toprak satıldığında, çiftlikteki hayvanlar gibi sahip değiştirirdi, kızcağız evlendiğinde, ilk gecesini, kocasıyla değil; Feodal Lord ile geçirmek zorundaydı. Bu, kanundu, latince adı: Jus primae noctis.

Osmanlı Devleti’ndeki, oryantalistlerin “feodalite” görüp gösterdikleri tımar düzeninde ise halk -kavmi, dini, ne olursa olsun- tımarlı sipahinin koruması altında idi: Canı, malı, namusu, tımarlı sipahi tarafından korunurdu. Halk, İslâm’a girmemişse kaldırdığı ürün için haraç öder, askerlik çağındaki gayrimüslim, cizye öderdi, kadınlar, çocuklar, yaşlılar, din görevlileri, ödemezlerdi, oryantalistlerin ‘cizye’yi poll tax (Avrupa’daki kelle başına vergi) zannetmeleri de başka bir yanlıştır.

Talihsiz ve mânâsız Ankara Savaşı’ndan sonra, Yıldırım Bayezid’in şehzadeleri arasındaki savaşlar sırasında, 11 yıl boyunca, yeni fethedilmiş Balkan ülkelerinde, Osmanlı’ya karşı hiçbir ayaklanmanın olmayışı, bizde feodalite rezaletinin olmamasından idi; halk, Osmanlı’dan memnundu.

***

Başka bir ünlü profesör de 08 Aralık 2022 günü, başka bir tv kanalında, bağıra çağıra “taarikat” diyordu, hem de defalarca. Bu milletin 1000 yıldır kullandığı tarîkat kelimesini böyle yanlış söylemesini, neye borçluydu acaba? İnsan, halkının diline bu kadar Fransız nasıl kalabilir? (Cevabı, bilenler, bilmeyenlere söylesinler.)

Gelin de rahmetli Yavuz Bahadıroğlu’ndan iktibasta bulunalım; rahmetli, sağ olsaydı, bu durumda herhâlde şöyle derdi:

Tarihini yanlış bilenlere, atalarımıza iftira edenlere,

Halkın doğru kullandığı kelimeyi, yanlış kullananlara bizde “profesör” diyorlar.

***

Mehmet Maksudoğlu

YORUM EKLE
YORUMLAR
Hasan K.
Hasan K. - 13 ay Önce

Güzel bir derleme olmuş. Teşekkürler.

Süleyman Demir
Süleyman Demir - 13 ay Önce

Güzel olmuş