Birinci bölüm
1.Lügat ve Istılah Olarak İtikâfın Manası:
Dilciler (AKF) maddesini, el-İkâme (ikamet etme), el-Mülâzeme (devamlı sabit olma), el-İhtibas (hapsetme), el-İstidâre (kuşatma), el-İkbalu ala şey’ (bir şeye yönelme) anlamlarında kullanmaktadırlar.
Şu ayetlerde de el-İkame ve’l-Mülâzeme anlamlarındadır:
“Mescidlerde itikâfa çekildiğinizde kadınlarınıza yaklaşmayın.” (Bakara Suresi, 187)
“Puta, gönülden tapan (yaküfune) bir millete rastladılar.” (Araf Suresi, 138)
“Durup üzerinde titrediğin ilâhına bak!” (Ta-Ha Suresi, 47)
Fetih Suresi 25. ayetinde de (habs) manasınadır:
“Onlar inkâr edenlerdir, sizi Mescid-i Haram ziyaretten ve bağlı kurbanları yerlerine gitmekten alıkoyanlardır.”
Çeşitli Arap şairleri de (AKF) fiilini değişik anlamlarda kullanmışlardır.[1]
Istılahi anlamı ise fukahanın mezheplerine göre değişiktir. Tarifin câmi’ ve mani olması gerektiğine göre; şartlarında, rukûn veya bozan şeylerindeki ihtilaflara bağlı olarak, tarifler de farklı olmuştur. Yine de tariflerin pek çoğunda birle şilen noktalar vardır. Biz fukahanın tariflerini mezheplerine göre ele alacağız:
a)Hanefilere göre:
Merginani’nin Hidaye’deki tarifi: “Oruç ve itikâf niyeti ile mescidde kalmaktır.”[2]
Zeylai’nin et-Tebyin’deki tarifi: “Oruç ve niyetle beraber mescidde ikamet etmek ve orada kalmaktır.”[3]
Molla Hüsrev’in ed-Dürer’deki tarifi: “Erkeğin cemaatli bir mescidde ya da kadının evinde niyetle kalmasıdır.”[4]
Haskefi’nin ed-Dürrü’l-Muhtar’daki tarifi: “Erkeğin cemaatli bir mescidde ya da kadının evinin mescidinde niyetle kalmasıdır.”[5]
Hanefi kitaplarından aldığımız bu dört tarifin bir ve ikincisi aynı manadadır ve dört şeyi içermektedirler: İkamet, mescidde olma, oruç ve itikâfa niyet. Aynı zamanda bunlar itikâfın en önemli rükünleridir de. Fakat üç ve dördüncü tariflerde biraz daha açıklama getirilirken, oruç şartı da çıkarılmaktadır. İlk iki şartta bu açıklığı göremiyoruz.
Sözünü ettiğimiz açıklık da şudur: “Erkeğin cemaatli bir mescidde kalması...”, “Erkek” kaydıyla, kadın dışta bırakılmış oluyor. Onlara göre kadının, cemaatli bir mescidde itikâfında kerahat vardır.
İkinci bir açıklıkta, kadının itikâfı, evinin bir odasında tutacağına temas edilmesidir. Bu da Hanefilere göre müstehabtır.
Orucun üç ve dördüncü tariflere alınmamasına gelince; İtikâfta oruç, Hanefi fakihleri ile diğer fukaha arasında ihtilaflı bir şarttır, özellikle tatavvuan olan itikâfta. İttifak edilen bir şart olduğu zannı uyandırmamak için zikredilmemesi, edilmesinden daha evladır.
Bunun için de biz son iki tarifi, özellikle de Haskefi’nin tarifini alacağız: “Erkeğin cemaatli bir mescidde ya da kadının evinin mescidinde niyetle kalmasıdır.” Tarifte “erkek” ifadesi için, “racul” yerine “zeker” kelimesini kullanarak erginlik çağına ermeyen mümeyyizin de itikâfını, tasvip etmiş oluyor. “Evinin mescidi” ifadesiyle de evin yekununda itikâfın caiz olabilme ihtimalini kaldırmaktadır. Bu noktalara dikkat edildiğinde Haskefi’nin tarifteki incelik ve kapsamlılığı göze çarp maktadır.
b) Malikilere Göre:
İbnu’l Hacib’e göre: “Mümeyyiz Müslümanın, ibadet kastıyla; oruçlu, cima ve ona yönelten hususlardan uzak, bir gün ve daha fazla, niyetle mescidde kalmasıdır.”[6]
Şerhu’r Risâle sahibi de benzer bir tarif yapıyor: “Mümeyyiz Müslümanın zikir, namaz ve Kur’an kıraati için oruçlu olarak, cima ve ona yönelten hususlardan, bir gün ve daha fazla, niyetle mescidde kalmasıdır.”[7]
Gerçekte, “Zikir, namaz ve Kur’an kıraati” ilavesi dışında İbnu’l Hacib’in tarifiyle aynıdır bu tarif. Bunlar da tarifte lüzumsuzdur; İbnu’l Hacib’in yaptığı gibi, “İbadet için” demesi yeterlidir.
Bu iki tariften de daha şumüllüsü İbni Arafe’nin tarifidir: “Mubah bir mescidde, ibadet kastıyla oruçlu olarak; cuma ve zaruri işleri dışında bir gün ve gece orada kalmaktır.”[8]
“Mubah bir mescid” tabiriyle, ev mescidini çıkarmak istiyor; orada itikâf olmaz. “İbadet” te biriyle de ibadet dışındaki amaçları, “oruç”la da, orucun şartiyetine işaret ediyor. “Zaruri işleri” de mu’tekifin mescidde yapması caiz olmayan işlerdir.
c) Şafiilere Göre:
Nevevi’nin Mecmu’daki tarifi: “Bir şahsın niyetle mescidde kalmasıdır.”[9]
Muğni’l Muhtaç[10] ve Zadu’l Muhtaç’taki[11] tarifler de Nevevi’nin tarifi gibidir.
d) Hanbelilere göre:
İbni Hübeyre’ye göre: “İtikâf niyeti ile mescidde kalmaktan ibarettir.”[12] Ba’li’ye göre: “Orada Allah’a taat için mescidde kalmaktır.”[13]
İbni Neccar’a göre: “Mümeyyiz de olsa, üzeri ne gusül gerekmeyen bir Müslümanın, hususi bir vasıfla, taat için bir an da olsa, mescidde kalmasıdır.”[14]
Buhúti’ye göre: “Hususi bir vasıfla taat için mescidde kalmadır.”[15] Hanbeli tarifleri arasında en kapsamlısı İbni Neccar’ın tarifi olsa gerek.
A-Meşruiyeti ve Hükmü:
a) Meşruiyeti:
Ümmetin, itikâfın meşruiyetine ve en önemli ibadetler arasında olduğuna icmaı vardır:
“Evimi ziyaret edenler, kendini ibadete verenler (âkifîn), rükû ve secde edenler için temiz tutun diye İbrahim ve İsmail’e ahd verdik.” (Bakara Suresi, 125)
“Mescidlerde itikâfa çekildiğinizde kadınlarınıza yaklaşmayın.” (Bakara Suresi, 187)
b) Hükmü:
İtikafin nezr halinde vacib, Ramazanda da sünnet olduğunda fukahanın ittifaki vardır. Ramazanın son on gününde müekked bir sünnet, diğer ay ve günlerde de müstehabtır.[16] Bu hükmü genişletebiliriz:
a. Nezr Halinde Vacib Oluşu:
Mesela; Bir ay itikâfı nezreder ya da kayıt koyarak, Allah hastama şifa verirse bir gün itikâf nezrediyorum derse, bu iki durumda itikâf vacibtir. Çünkü nezrin yerine getirilmesi itikâfla vacib olur.
İtikâfın vacib olması, nezrin vacib oluşundandır; kendisinde bir vücubiyet yoktur. Zira nezrin yerine getirilmesini emreden naslar vardır:
“Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Adaklarını yerine getirsinler. Kâbe’yi tavaf etsinler.” (Hacc Suresi, 29)
“Onlar, verdikleri sözleri yerine getirirler, fenalığı yaygın olan bir günden korkarlar.” (İnsan Suresi,7)
Âişe (R.anha) Resulullah’tan (s.a.) şöyle rivayet ediyor: “Kim Allah’a itaati nezrederse, itaat etsin; kimde isyanı nezrederse O’na isyan etmesin.”[17]
İmran b. Huseyn de Resulullah’tan (s.a.) şöyle rivayet ediyor: Buyurdu ki: “Sizin hayırlınız Benim asrımdır, sonra onların ardından gelenler, sonra onların ardından gelenler; daha sonra bir kavim gelir; nezredip, yerine getirmezler, ihanet eder, güvenilmezler, şahidlik ederler, şehadetlerine itibar edilmez, onlar çok etlidirler.”[18]
Ömer (r.a.) Resulullah’a (s.a.), “Ya Resulullah, ben Mescid-i Haram’da bir gece, itikâf nezrettim” dediğinde, “Nezrini yerine getir!”[19] buyurdu.
b. Sünnet Oluşu: İtikâf nezr edilmemişse, Ramazan ayında sünnet olduğuna ittifak vardır. Bilhassa son on gününde bu sünnet daha da tekid kazanır. Resulullah (s.a.) Medine’ye gelişinden, ruhunu teslim edinceye kadar bu sünnete devam etmiştir. Gerek Buhari ve Müslim’de ve gerekse diğer hadis kitaplarında bu şekilde kayıtlıdır.
Âişe’den (R.anha), “Peygamber (s.a.), Allah Teâlâ ruhunu alıncaya kadar, Ramazan’ın son onunda itikâfa girerdi. Ondan sonra da hanımları itikâfa girdi.”[20]
Ebu Hureyre’den (r.a.), “Resulullah (s.a.) her Ramazan’da on gün itikâfta kalırdı; vefat ettiği yılda ise, yirmi gün kaldı.”[21]
Enes b. Malik’ten (r.a.), “Resulullah (s.a.) Ramazan’ın son onunda itikâfta kalırdı, bir yıl kalmadı; ertesi yıl yirmi gün itikâfta kaldı.”[22]
Ebu Said el-Hudri (r.a.) anlatıyor: “Peygamber (s.a.) Ramazan’ın ortasındaki on günde itikâftan çıkacağı yirmi birinci gece olunca, ‘Benimle itikâfta olanlar, son on günü de devam etsinler.’ buyurdu. ‘Şu gece, bana gösterildi. Sonra da unutturuldu, sabahında kendimi su ve toprağa secde ediyor gördüm. Onu, son onda arayın, teklilerde arayın.’ O gece yağmur yağdı, mescidin gölgeliği vardı, hep su akıttı. Ben, yirmi birinci gecenin sabahında Resulullah’ın (s.a.) alnında su ve toprak izini gözlerimle gördüm.”[23]
c) Diğer Zamanlarda:
Senenin diğer günlerinde ise mustahab olduğunda fukahanın ittifakı vardır. Çünkü o, yakınlık ve taattır. Yapılması halinde failine sevap yazılan, nafile ibadetlerdendir. Nafile ibadetler kula Rabbinin rızasını ve mağfiretini kazandırır. Kudsi bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Kul, kendisini sevinceye kadar nafilelerle Bana yaklaşır, onu sevdim mi, işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, üzerinde yürüdüğü ayağı olurum.”[24]
Buhari ve Müslim’de Âişe’den (R.anha) rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.) Ramazanın dışında da itikâfa girmiştir:
Resulullah (s.a.) her Ramazan’da itikâfa girerdi. Öğleyi kıldıktan sonra itikâf için bulunduğu yere dönüyordu. Âişe itikâfa girmek için izin istedi, ona da müsaade etti, orada (içine girilecek) kubbemsi bir şey yaptı. Hafsa bunu işitince bir kubbe de o yaptı, Zeyneb işitince o da bir kubbe yaptı. Peygamber (s.a.) öğleden dönünce baktı ki dört kubbe var. “Bu nedir?” dedi. Anlattılar. “Takva mı istediniz, indirin onları, görmeyeyim.” buyurdu, indirdiler. O Ramazanda itikâfı devam ettirmedi. Şevval’in son on gününde itikâfa girdi.[25]
İkinci bölüm
İtikafın Şartları[1]
Şartları, üzerinde ittifak edilenler ve ihtilaflı olanlar diye ikiye ayırabiliriz. Biz burada, üzerin de ittifak edilenlerden başlayacağız.
- İslâm:[2]
İtikâf ibadettir; İslâm olmak diğer ibadetler gibi bunda da şarttır. Bütün ibadetlerin sıhhat ve kabulü İslâm şartının varlığını gerektirir. Onu gerçekleştirmeyen birinin ibadetine itibar edilmeyeceği gibi, yaptıklarına karşılık olarak, ahirette bulacağı bir sevapta yoktur. Aşağıdaki ayetler, yaptığı her amelin reddedileceğini haber veriyor: “Kim İslâmiyet’ten başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O ahirette de kaybedenlerdendir.” (Âl-i İmran Suresi, 85)
“Allah katında din, şüphesiz İslâmiyet’tir.” (Âl-i İmran Suresi, 19)
“Yaptıkları her işi ele alır, onu toz-duman ederiz.” (Furkan Suresi, 23)
“Oysa onlar, doğruya yönelerek, dini yalnız Allah’a has kılarak O’na kulluk etmek, namaz kılmak ve zekât vermekle emrolunmuşlardı. Dosdoğru olan din de budur.” (Beyyine Suresi, 5)
Resulullah (s.a.) de şöyle buyurdu: “Bizim emrimize uymayan her iş reddedilmiştir.”[3]
- Akıl:[4]
Akıl, diğer ibadetlerin de şartıdır. Mecnun ne şeri tekliflere ne de sünnetlere muhatap değildir. İbadet için gerekli olan niyet, ondan beklenemez zaten. Aklını kaybetmekle, hakkı batıldan, sahihi fasidden, helal haramdan, iyiyi kötüden ayırt edemez olmuştur.
Resulullah’ın (s.a.) hadisinde kalemin kaldırıldığı üç kişiden biri de aklı yerine gelinceye kadar, mecnundur.[5]
- Cenabet, Hayz ve Nifastan Temiz Olma:[6]
Cünüplük, hayz ve nifastan temiz olma, üzerinde ittifak edilen bir şarttır. Çünkü bunların mescide girmesi yasaktır. İtikâf ise ancak mescid de yapılır. Mutekif vakitlerini, namaz, tilavet gibi çeşitli ibadetlerde geçirecektir, bunların her biri için de temiz olma şartı vardır. Cünüp olanın, itikâf şöyle dursun, namaza yaklaşması, mescide girmesi bile yasaktır:
“Ey iman edenler! Sarhoşken, ne dediğinizi bilene kadar, cünüpken, yolcu olan müstesna gusledene kadar namaza yaklaşmayın.” (Nisa Suresi, 43)
Ehl-i ilim, namaza yaklaşmayın tabiri üzerinde ihtilaf etmiştir.[7] Bununla, namazın fiili mi yoksa yeri mi ya da ikisi birden mi kastedilmiştir?
Hangi mana verilirse verilsin, cünüp temizleninceye kadar namaz kılamaz. Namaz kılamaya cağına göre, namaz yeri olan mescitlerde de bulunamaz, mescide girmesi bile caiz değildir.
Hayız ve nifasın hükmü de böyledir. Ebu Davud’un Âişe’den (r.a.) rivayet ettiği hadis bu konuda kesin hüküm gerektirmektedir:
“Mescidi cünüp ve hayızlıya helal etmiyorum.”
İbni Mace da aynisini Ümmü Seleme’den (r.a.) rivayet ediyor.[8]
Bu konuda, sadece zahirilerin sözünden başka ihtilaf yoktur.
- Niyet[9]
İtikâfın vacip ve sünnet olan iki çeşidinde de niyet, ittifak edilen şartlardandır. İtikâf bir ibadettir. Hiçbir ibadet niyetsiz olamaz. Niyetin yeri ise kalptir, dille söylenmesi istenmez. Bazı âlimlere göre, pek çok ibadette niyeti dille tekrar etmek bidattir.
Bu şartın delili, Ömer’in (r.a.) Buhari ve Müslim’de rivayet edilen hadisidir:
Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: “Ameller niyetlere göredir; herkese niyet ettiği vardır.”[10]
Niyet etmeden mescidde oturan biri, ne kadar çok oturursa otursun mutekif sayılmaz.
- Mescid:
Fuhaka, müslim ve akil bir erkeğin ancak mescitte itikâf edebileceğinde müttefiktir. Zannederim ittifak edilen de bu kadarıdır.[11]
Kitap ve sünnetten deliller:
“Mescidlerde itikâfa çekildiğinizde kadınlarınıza yaklaşmayın.” (Bakara Suresi, 187)
Mescidin şart olduğu, ayetten şöyle anlaşılmaktadır: Nehyedildiği için mescidde cimaya yaklaşmadıkları halde Allah Teâlâ onları mescidler de itikâfa çekilmiş kimseler olarak vasıflandırıyor. Bu da gösteriyor ki itikâf yeri mesciddir. Resulullah’ın (s.a.) bütün itikâfları da mescidde idi. Ne ondan (s.a.) ne de bir başka sahabiden mescidin dışında bir yerde itikâfa girdiği nakledilmemiştir. Bir rivayette Aişe (r.anha) şöyle diyor: “Sünnet olan, mutekifin insani hacetleri dışında dışarı çıkmamasıdır; cemaatli bir mescidden başka bir yerde de itikâf yoktur.” Mescid şartı üzerinde iki ihtilaf vardır:
- Diğer mescidlerde de itikâf caiz midir, yoksa bu ibadet yalnız üç mukaddes mescidde midir? Veya cemaati olan mescidlerle mi mukayyeddir?
- Kadının itikâfı için de umumi mescide çıkması şart mıdır, yoksa onun hakkında böyle bir şart yok mudur?
a. Diğer mescitlerde itikâf:
Bir kısım sahabi ve tabiinden itikâfın sadece üç mescidde caiz olduğu rivayet edilmiştir: Mescid-i Haram, Mescid-i Nebi (s.a.) ve Mescid-i Aksa. Kimisi bu mescidleri peygamber mescidleri olarak tabir eder. Bu görüşü savunanlar arasında, Huzeyfe b. Yeman, Said b. Müseyyeb ve bazılarına göre de Ali (r.a.) vardır.[12]
Bu sınırlamayı getirirken, Resulullah’ın (s.a.v.) üç mescidin dışındaki mescidlere yolculuk yapılamayacağı yolunda bir hadisi ile istidlal etmişlerdir:
“Ancak üç mescid için yolculuk yapılır: Mescid-i Haram, şu mescidim ve Mescid-i Aksa. Şu mescidimde bir namaz, Mescid-i Haram hariç, diğerlerindeki bin namazdan daha efdaldir.”
Bu hadislere cevap olarak itikâf için yer tahsis etmediği, sadece bu mescidlerin faziletini, yüksek mevkiini ve orada kılınan namazı ihtiva eder, denmiştir.
Başka bir grup da itikâfın ancak cuma namazı kılınan bir mescidde olabileceğini söyler. Onlara göre ayetteki işaret bu tip mescidleredir.
Ali b. Ebu Talib (r.a.) ve İbni Mesud’dan (r.a.) böyle rivayet edilmiştir. Urve, Hakem, Hammad, Zühri, Ebu Ca’fer Muhammed b. Ali ve iki kavlinden birinde imam Malik’ten de böyle nakledilmiştir.
Bu görüş de şöyle cevaplandırıldı: Böyle bir tahsis anlamsızdır. Diğer mescidlerde cuma menedilemeyeceği gibi itikâf da menedilemez. O halde itikâf cemaatle namaz kılınan mescidlerden alınarak cuma mescidlerine nasıl nakledilebilir? Selef ve halef ulemasına göre (dört mezhepte de muteber olan budur).[13] İtikâf, cemaatle namaz kılınan veya cemaat için hazırlanan mescidlerde caizdir. Bu konudaki delil de Allah Teâlâ’nın, “Mescidlerde itikâfta iken...” ayetidir. Ayetin zahiri, lafzın umumi oluşundan diğer mescidlerde de itikâfın mubah olduğunu gösteriyor. Aksini iddia edenin delil getirmesi gerekir. Gerek Cuma mescidlerine ve gerekse peygamber mescidlerine hasredilmesi dayandığı bir delili olmadığı için kabul edilmemiştir.
Bunun için Abdullah b. Mesud’un (r.a.) kendisine: “İnsanların senin evinle Ebu Musa el-Eşari’nin evi arasında itikâfa girdiklerini ve senin onları kınamadığını görüyorum.” diyen Huzeyfe b. Yeman’a (r.a.): “Herhalde onlar doğru, sen yanlışsın, onlar ezberlediler, sen unuttun.” dediği rivayet edilmiştir.[14]
Müslümanların ameli de bu son sözle olmuştur.
Darekutni’nin Dahhak’tan, onun da Huzeyfe’den rivayet ettiği hadiste buna işaret etmektedir: “Resulullah’ı (s.a.) şöyle derken işittim: İmamı ve müezzini olan her mescidde itikâf caizdir.”[15]
Hadis ıstılahında, sahabinin rivayeti görüşünden önce alınır; kendi görüşünde içtihad etmiş olabilir.
Mescidin itikâf için şart olduğunu ve bütün mescidlerin sıhhati için aynı olduğunu ortaya koyduktan sonra, efdaliyat yönünden mescidler arasında şöyle bir sıralama yapabiliriz:
En efdal itikâf Mescid-i Haram’dadır; Ka’be’nin ve tavafın sürekli bulunması gibi nedenlerle Mescid-i Haram, diğerlerinde olmayan hususiyetleri barındırır.
Ardından, nebi ve resullerin en efdalinin mescidi olması hasebiyle Mescid-i Nebevi gelir. Onun ardından da Mescid-i Beyti’l Makdis gelir. Bütün peygamberlerin mescidi olduğu, Müslümanların Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi’den sonra ondan daha efdal bir mescid olmadığına icmaı vardır.
Bu üç mescidden sonra cuma mescidi ve büyük mescidler gelir. Çünkü buralarda Müslümanlar daha çok toplanmaktadırlar.[16]
- Kadının İtikâfı için umumi mescid:
Bir grup âlim, kadının gibi olduğu ve itikâfının ancak mescidde caiz olduğu kanaatindedirler. Malikiler[17], racih görüşte Şafiiler[18] ve Hanbeliler[19] bu görüştedirler. Ebu Hanife ve ashabı ise kadının evinin mescidinde itikâfa girmesi gerekir demişlerdir. Zahiru’l Mezhebe göre evla olan da budur.[20] Mesciddeki itikâfı ise tenzihen mekruh olmakla beraber caizdir.
Birinci görüşün delillerini İbni Kudame şöyle açıklıyor: Biz, “Mescidlerde itikâfta iken...” (Bakara Suresi, 187) ayetini delil alıyoruz. Burada kastedilen, namaz için inşa edilmiş yerlerdir. Kadının evdeki namaz kıldığı yeri mescid değildir; çünkü namaz için inşa edilmemiştir. Mescid diye isimlendirilmesi mecazendir. Gerçek mescidin hükümleri onun için geçerli değildir. Bu, Resulullah’ın (s.a.) şu sözüne benzer:
“Yeryüzü benim için temiz ve mescid kılındı.”[21]
Peygamberin (s.a.) hanımları izin istediğinde itikâf için onlara izin vermiştir. Eğer onların itikâf yeri orası olmasa izin vermez veya onlar için daha efdal bir yer ol saydı, onlara onu emrederdi. İtikâf erkek için mescidin şart koşulduğu bir ibadettir. Kadın için de aynı şart gerekir. Tıpkı tavaf gibi.
Sözünü ettiğimiz Aişe’nin (r.anha) hadisi bizim için bir delildir: O durumda onların itikâfını kerih görmesi, yarışmalarıyla yaptıkları içine girecekleri kubbelerin çoğaldığını görmesindendi. Niyetlerinin fesadı ve kötü amaçtan sakındığı için onları istemedi. Bunun için de “Takva mı istiyorsunuz?” diyerek yaptıklarını benimsemediğini ihtar etti. (Yani siz bunu takva için yapmadınız!) Onunla beraber olmada yarıştıkları için de itikâfı terk etti. Bunun dışında bir anlamı olsaydı, evlerinde itikâfı emreder, mescide izin vermezdi. Namazı bunda ölçü alamayız. Evet, nafile namaz erkek için evinde efdaldir. Ama itikâfı da evinde caiz değildir.[22] İkinci görüşün sahipleri ise mezheplerini Resulullah’ın (s.a.) şu sözü ile teyid ediyorlar: “Allah’ın cariyelerini Allah’ın mescidlerinden alıkoymayın. Evleri, onlar için daha hayırlıdır.”[23]
Namaz ve itikâf ayırımı yapmadan evinin onun için daha hayırlı olduğunu vurguluyor. Kadın için fukahanın ittifak ile itikâf caiz olduğuna göre, “Evleri onlar için daha hayırlıdır.” sözüyle de itikâfının evinde olması caiz olmaktadır. Mescidde itikâfı mubah olsaydı, evleri değil, mescid onun için daha efdal olurdu.
İtikâfın mescidde olması şartı, orada itikâfa girebilecekleridir. Resulullah’ın (s.a.) şu sözü de buna delalet ediyor: “Kadının evinde namaz kılması, kapı önünde kılmasından, kapalı bir odada kılması da evinde kılmasından daha efdaldir.”[24]
Namazı evinde kılması, mescidde kılmasından efdal olduğuna göre İtikâf da böyledir. Kadınların mescidlerde itikâfa girmesinin mekruh olduğuna işaret eden delillerden biri de Buhari, Müslim ve diğerlerindeki Aişe’nin r.anha) hadisidir: “Aişe r.anha) kalmak için yer yapılmasını istedi yapıldı. Sonra Peygamberin (s.a.) diğer hanımları istediler onlara da yapıldı. Sabah namazını kıldıktan sonra yapılara baktı ve: ‘Bu nedir? Takva mı istiyorsunuz?’ buyurdu. Kendi kaldığı yerin ve zevcelerinin yerlerinin yıkılmasını emretti.” Bu haberdeki, “Takva mı istiyorsunuz?” (Yani bu takva değildir) sözü, kadınların mescidde itikâfa girmelerinin mekruh olduğunu gösteriyor. Resulullah’ın (s.a.) o ay itikâfı terk etmesi, yapıların yıkılmasını emretmesi kerahiyete delalet ediyor. Onlar için itikâf uygun olsaydı, başlanan bir şeyi bozdurmaz, Allah’a ibadet olan bir şeyin terkini istemezdi. Bundan anlaşılıyor ki kadınların mescidlerde itikâfa girmelerini kerih gördü.
Onlar ancak Resulullah’ın (s.a.) izni ile itikâfa girdiler. Nasıl kadının mescidde itikâfı mekruh olur, denebilir? Cevap olarak denir ki: Bu onlara, mescidde itikâfa izin verdi anlamına gelmez; evlerinde itikâfa girmeleri için izin vermiş olabilir. Mescidin çevresindeki barınaklarını görünce itikâfını terk etmesi, onların da terk etmesi bu görüşü kuvvetlendiriyor. Anlaşılıyor ki iznin ilk andaki verilişi, itikâfın mescidde olması için değildi. Öyle olsa bile sonraki kerahet, neshe işarettir. Son emri, birinci emirden daha evladır. (Bazı kısaltmalarla Cassas’ın Ahkamu’l Kur’an’ından)[25]
Her iki tarafında delillerini gördük. Ben, ikinci grubun daha uygun olduğu kanaatindeyim. Bu hem kadın için daha kolaydır hem de kadını, farzlarda bile evinde kalmaya teşvik eden İslâm’ın temel prensiplerine daha yakındır. Böyle bir uygulama ise İslâm’ın kadının korunması, fesadın önlenmesi, fitnenin önüne geçilip şüphelerden kaçındırma arzusundan başka bir şey değildir.
Farz namazları evinde kılması daha uygun, evinin mescidi cemaatli mescidden daha efdalse itikâfta öncelikle böyledir. Farzlarda olmayan bazı ruhsatlar nafileler için vardır.
Sahih hadislere göre farzı evinde kılması onun için daha evla ise farz namazlar kadar olmayan itikâfta da onun için evla olan evi olmalıdır. Hem, mescidde itikâfı orada kalmasını gerektirecek; bu da erkeklerle girip çıkmasını getirebilir. Böyle bir şey de onun için, itikâfın dışında bile yasaktır.
İbni Kudame’nin sözüne gelince: Resulullah (s.a.) hanımlarımın mescidde itikâfını niyetlerinin fesadından çekinerek istememişti. Bunun için de “Takva mı istiyorsunuz?” buyurdu. Yani bunu takva için yapmadınız! Kadınların en şereflileri olan, başkalarında olmayan meziyetlerin sahibi, Peygamberin (s.a.) hanımları için durum bu ise diğerleri için daha ciddi olsa gerek. Hem onun hanımlarına ait olup da başkalarında olmayan hükümler vardı. Onlar müminlerin anneleridir, evleri mescide bitişiktir. Mescidden eve girip çıkarken erkeklerle karışmaları mümkün değildir. Buna rağmen Peygamberimizin onların hareketlerini benimsemediği açıkça belli olan sözünü söyledi!
Ya fesadın çoğaldığı, sapıklığın yayıldığı, Rabbi’nin koruduğu dışında, kimsenin masiyetten korunamadığı günümüz kadınları?!
Bunun için Hanefi mezhebini diğerlerine tercih ettik. Kadının itikâfı için tavsiye şudur: Kadın kocasının da müsaadesiyle evinin mescidinde itikâfa girdi mi namazı da oradadır, bekleme yeri de. Onun için orası, erkeğin umumi mescidi gibidir. Erkek mescidde nelerle kayıtlıysa o da orada, onlarla kayıtlıdır. Kocası da daha önce izin verdiği için onunla cima edemez. Kendi isteği ile nefsinden faydalanmayı ona terk etti. İzin verdikten sonra da menetmeye hakkı yoktur. Kadın da izinsiz itikâfa giremez.[26]
İhtilaflı Şartlar:
- Oruç:
Ebu Hanife’nin (r.a.) mezhebi nezr veya şarta bağlı olarak vacib olan itikâfta orucun şart olduğudur. Bu aynı zamanda mezhebin tek görüşüdür. Fakat nafile itikâfta rivayetler değişiktir. Hasan b. Ziyad’ın rivayetinde nafilede de şart olduğudur. İbni Abidin bu rivayeti tercih ediyor. Muhammed b. Hasan’ın rivayetinde ise şart değildir. İbni Nüceym de bu görüşü benimsiyor.[27]
İmam Malik mutlak olarak orucu şart koşuyor.[28] İmam Ahmed’den gelen bir rivayet de böyledir. İbni Teymiye ve talebesi İbni Kayyım, Zadu’l Mead’daki kayda göre bu görüşü benimsemişlerdir.[29]
Ashabdan Ali, İbni Ömer, İbni Abbas, Aişe (R. anhum) tabiinden Amir eş-Şa’bi, İbrahim en-Nehai, Mücahid, Kasım b. Muhammed, Nafi’, İbni Müseyyeb, Evzal ve Zühri de aynı reye sahiptirler.
Şafii[30] ve Ahmed[31] kendilerinden sahih olan rivayette de orucun, ister vacib olsun isterse nafile itikâfta şart olmadığını belirtmişlerdir. Zahiriye’den Davud ve İbni Hazm de aynı görüştedirler.[32] Abdullah b. Mesud, Tavús, Ömer b. Abdülaziz’in (r.a.) de kanaatleri orucun şart olmadiği şeklindedir.
Birinci Grubun Delilleri:
- Birinci grup, fiil sünnetle istidlal etmiştir. Gerek Allah Resulü (s.a.v.) ve gerekse ashabı, Ramazan’da oruçlu iken itikâfa girmişlerdir.
- Ebu Davud, Aişe’den (R.anha) şunu rivayet ediyor: Dedi ki: “İtikafta bulunana sünnet olan, hasta ziyaret etmemek, cenazeye katılmamak kadına değmemek, onunla cima etmemektir. Zorunlu olanlar dışındaki ihtiyaçlar için dışarı çıkmaz. Oruçsuz itikâf yoktur. İtikâf ancak cemaatli bir mesciddedir.”[33]
- Ebu Davud ve Dârekutni İbni Ömer’den (r.a.) şu hadisi rivayet ediyor: “Ömer (r.a.) cahiliyede iken Kâbe’nin yanında bir gün veya gece itikâfa girmeyi ahdetmişti. Resulullah’a (s.a.) sorduğunda: ‘İtikâfa gir ve oruç tut!’ buyurdu.”[34]
- Dârekutni, Aişe’den r.anha) şöyle rivayet ediyor: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: “Oruçsuz itikâf yoktur.”[35]
- Oruç ve itikâfın anlamları ile istidlal etmişlerdir: Oruç, yeme, içme ve cimadan uzaklaşmadır. Orucun iki rüknünden biri olan cimadan uzaklaşma, itikâfın sıhhati için de şarttır. Yeme ve içmeden uzaklaşma da böyle. Bunların her biri orucun rükünlerindendir. Eğer iki rükünden biri şartsa diğeri de onun gibidir.
Bu ibadetin anlamı, dünyadan yüz çevirip Allah’ın evinde kalarak, ahirete yönelmektir. Bu da zaruret haricinde iki şehveti terk etmekle ancak gerçekleşir. Zaruretse, ayakta kalabilmektir. Geceleri yiyip içme ile bu zaruret giderilebilir. Cima için zaruret yoktur.[36]
Resulullah’ın (s.a.v.) oruçsuz itikâfa girdiği rivayet edilmemiştir; caiz olsaydı, cevazını öğretmek için onu da yapardı.[37]
İkinci Grubun Delilleri:
- Müslim’de kayıtlı olan Aişe’nin r.anha) hadísi: “Peygamber (s.a.v.) Şevval’in onunda itikâfa girdi. Buhari’nin rivayeti ise şöyle: Şevval’den on (gün)”[38] Bununla da gaye, Müslim’in rivayetinde olduğu gibi ilk on gündür.
Bu rivayet, bayram günü de itikâfta olduğunu gösteriyor; orucun şart olmamasını gerektirir bu.
- Ömer’in (r.a.) hadisi: Bir gece itikâfa girmeyi nezretti. Resulullah (s.a.) da ona: “Nezrini yerine getir!” buyurdu.[39] Buhari’nin bir rivayetinde de: “Nezrini yerine getir, bir gece de itikâfa gir.” vardır. Müslim’in bir rivayeti ise şöyledir: “Ben bir gün itikâfı nezrettim. Buyurdu ki: ‘Git, bir gün itikâf et!’”
Bu da ne Buhari’nin rivayetine ne de meşhur olan rivayete muhalif değildir. Çünkü bir gece itikâfı ve bir gün itikâfı sormuş olabilir. O da (s.a.), nezrini yerine getirmeyi emretti. Bundan da gece itikâfının sahih olduğu anlaşılıyor. Nafi’nin Ömer’den (r.a.) rivayeti bu görüşü teyid ediyor: Ömer, Mescid-i Haram’da bir gece itikâfı nezretti. Resulullah’a (s.a.) sorduğunda: “Nezrini yerine getir!” buyurdu. Ömer de bir gece itikâfa girdi. (Darekutni’nin rivayeti. İsnadı sahih ve sabittir, dedi.”[40]
- Tavus’un İbni Abbas’tan r.anha) rivayet ettiği hadis: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: “Mutekife oruç yoktur; ancak kendisine mecbur ederse (gerekir)”[41]
Birinci grubun delil kabul ettikleri, Resulullah (s.a.) ve ashabının Ramazan ayında itikâfa girmelerine de şu cevabı veriyorlar: Bu istihbab içindir; şart olduğu için değil. Bunun için de Peygamber Efendimizin Şevval ayında itikâfa girdiği sabittir. İki rivayeti cem edebilmek için birinciyi istihbaba hamletmek gerekir. İtikâfın ramazan ayında olması da orucun şart olması anlamına gelmez.
- Müzeni ise orucun şart olması halinde Ramazan ayında itikâfın caiz olmayacağını söylüyor. Çünkü oruç, İtikâf dışında bir niyetle tutulmaktadır.
Aise (r.anha) ve Abdullah b. Bedil hadisle rinde de zaaf bulunduğunu, sahih oldukları kabul edilse bile, hadisler arasında bir ortak anlam çıkarabilmek için kamil bir itikâf manası vermek zorundayız, demişlerdir.
Sonuç:
İkinci grubun delilleri de anlam yönünden tartışma dışı değildir. Orucun şart olmadığı yolundaki en sağlam delilleri, Buhari ve Müslim’in rivayet ettikleri: “Resulullah (s.a.) Şevval’den on gün itikâfa girdi.” hadisidir. Bu ise Ramazan’ın dışında da itikâf olabileceğine delildir; Resulullah’ın (s.a.) itikâfında oruç tutmadığına dair bir anlam yoktur bu rivayette. Şevval ayındaki itikâfın da oruç tutmadığı iddiası delile muhtaçtır. Delil olmayınca da itikâfta oruçlu olduğu ağır basıyor. Çünkü (s.a.) arzusuz itikâfa girmemiştir. Müslim’in rivayetinde: “Şevval’in ilk on günü itikâfa girdi.” deniyor: Bu ise bayram günü orucu gündeme getirir iddiasına da iki yönlü cevap vardır
- Buhari ilk on gün kaydı koymamıştır.
Sadece Şevval’den on gün diyor. İkinci gün ve sonrası olma ihtimali vardır, kesin olan da budur zaten. Çünkü ilk gün oruç tutması, şer’an ve örfen mümkün değildir. Resulullah’ın (s.a.) sevinç ve buluşma gününde ümmetinden kopması düşünülemez. Bu hususta da bir delilleri yoktur.
- Şevval’in ikinci gününden itibaren itikâfa girdiğini kabul edersek, ilk on günü dememizde bir sakınca yoktur. Nitekim ikinci gününden itibaren şevvalden altı gün oruç tutan biri için, Şevval’in ilk altısını tuttu denebilir. Hâlbuki birinci günü tutmamıştı. Birinci gün şeriat sahibinin emriyle oruç için menedilmiştir. Oruç tutmak isteyen için ilk gün, ikinci gündür. Ben, ortaya koydukları delillerin açıkladığı ve kesinliği ile orucu itikâf için şart diyen birin el grubun, hakka daha yakın olduğu kanaatindeyim. Ehl-i ilim arasında, oruçla girilen itikâfın daha efdal olduğuna ihtilaf edilmediğine göre kâmil olan da budur.
Bizim için muttefekun aleyh olan şeylerle amel etmek en uygun olanıdır. Orucun şart olması vacib değilse de en azından sünnettir ve kâmil derecesidir.
İbni Kayyım’ın bu konudaki düşüncesi çok güzeldir. Oruç şartını da onun cümleleri ile bitireceğiz:[42]
“...Bu gaye ancak oruçla gerçekleşebileceği için oruç günlerinin en efdalı olan, Ramazan’ın son on gününde emredilmiştir. Resulullah’tan (s.a.) oruç tutmadan itikâfa girdiği asla rivayet edilmemiştir. Hatta Aişe (r.anha): Oruçsuz itikâf yoktur, diyor. Allah Teâlâ itikâfı hep oruçla zikretmiştir. Resulullah (s.a.) da onu hep oruçla yapmıştır. Delil yönünden racih olan görüş, cumhur-u salihin görüşü olan, orucun itikâf için şart oldu Kitabın önsözünde İbni Kayyım’ın yazısı olduğu gibi aktarılmıştı. Tekrardan kaçınmak için buraya ilavesiyle beraber son kısmını alacağız. Şeyhu’l İslâm İbni Teymiye de bu görüştedir.[43]
- İtikâfın en az ve en çok süresi:
Ulemanın bu konudaki tartışmalarına geçmeden önce, konuya aydınlık getirecek bir mukaddimeyi gerekli görüyorum.
Mescidde ikamet edip kalmanın itikâfın bir rüknü olduğunda ehli ilim arasında ihtilaf yoktur. Aişe (Ranha) diyor ki: “Peygamber (s.a.) itikâfta olduğu yerden gündüz ve gece, insani ihtiyaçları dışında çıkmazdı.” Buna göre mutekifin gündüz veya gece, tuvalet ihtiyacı ve cuma namazı dışında bulunduğu yerden çıkması caiz değildir.
Eğer itikâf ikamet edip kalmaksa çıkmak bunun zıddıdır. Bir şey, ona zıd olanla beraber olmaz. Bu da iptal anlamınadır. İbadetlerin iptali ise haramdır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Amellerinizi iptal etmeyin.” (Muhammed Suresi, 33)
Ancak mutekife, insani ihtiyaçları için mescidden çıkma izni verilmiştir. Kaçınılmaz olan bu ihtiyacın mescidde giderilmesi de imkânsızdır. Zaruret, çıkmasını gerektiriyor. Zira onun çıkması, ibadetinin devamı için elzemdir. İbadetin devamı yeme içmeye ve getirdiği sonuçlara bağlıdır. O halde mescidden çıkması, itikâfın gerek ve zaruretlerinden olmuştur. Bir şeye yol olan, onun hükmünü taşır. Demek ki mutekifin bu durumda mescidden çıkması, mescidde olması gibidir.[44] Mescidde kalmanın itikâf için bir rükün olduğu anlaşıldığına göre, bu rüknün tafsilatına girebiliriz: Bu şartın en az ve en çoğu ne kadardır? Fukaha, çoğunda bir ölçü olmadığında müttefiktir. Çünkü bu, yapılması istenen şer’i bir ibadettir; çoğu için bir had olmayan diğer ibadetler gibidir.
En az süresine gelince, ulema bu konuda ihtilaf etmiştir.
- Hanefilere Göre:
Vacib olan nezr itikâfının bir günden az olmayacağını söylemişlerdir. Nafile olan itikâfta ise Hasan b. Ziyad’ın Ebu Hanife’den rivayetinde o da en az bir gündür.
Muhammed b. Hasan’ın başka bir rivayetinde ise azı için bir had yoktur. Mutlak bir bekleme yeterlidir; bir an beklese caiz olur ve itikâfı sahihtir. Çünkü nafilede musamaha vardır. Fetva da bu görüşe göredir. Bu konunun bir benzeri ise Arafat’taki vakfedir. Ebu Yusuf da itikâfın en azı için günün ekserisi diyerek çoğu, yekunu yerine koymaktadır.[45]
- Malikilere göre:
Rivayetler değişiktir: İbni Kasım, İmam Malik’ten en azının on gün olduğunu rivayet ediyor (Müdevvene’ye göre). Desûki’nin Haşiyesine göre ise -ki mezhepte mutemed olan budur- yine ondan, bir gün ve gece rivayet edilmiştir. Sadece bir gün de dendi. Daha az yapması halinde ihtilaflı olması yönünden mekruh veya gayrı evla olacak oranın, bir gün ve gece olduğu da söylendi. Çoğaltması halinde mekruh olacak kemal miktarının da on gün olduğu söylendi. Başka bir rivayette kâmil olacak en azı üç gün, en çoğu on gündür. En azı on, en çoğu bir ayda dendi.[46] Söylediklerinin delili yoktur.
- Şafilere göre:
Dört ayrı görüş vardır:
- Cumhur-u Şafiiyenin benimsediği, Nevevi’nin de sahih diyerek kabul ettiği görüş: İtikâfın en azında -bir an da olsa- az da geçerlidir çok ta. Mescidde mutlak bir bekleme, şartın tahakkuku için yeterlidir.
İmam el-Haremeyn ve diğerleri diyor ki: Bu hususta, rükû ve secdedeki bekleme kadarı yetmez, onun üzerine ikamet ve bekleme denebilecek kadar bir miktar ilave etmeli.
- İmam el-Haremeyn ve diğerlerinin nakli:
Arafat vakfesi için durma ve geçme yettiği gibi bunda da aynı oran yeterlidir. Bendenici de aynı kanaattedir. Bu görüşe göre; itikâf camiden geçmekle de hâsıl olur. Niyet ederek bir kapısından girip öbüründen çıksa itikâf hâsıl olur. Yine, itikâfı nezretse, mücerred bir yürüyüp geçmekle nezri yerine gelir.
- Saydelani, İmam el-Haremeyn ve diğerlerinin nakli olan görüş: Bir gün veya ona yakın bir zamandan azı sahih olmaz.
- Mütevelli ve diğerlerinin nakli: Gündüz veya gecenin yarısından çoğu şarttır. Âdetin ibadetten ayrı olması gerekir. İnsanlar, namazı beklemek, hutbe dinlemek, ilim veya başka bir şey için bir miktar camilerde beklemektedirler. Buna itikâf denmez, İbadetin adetten ayrılması için, biraz daha fazla beklemek şarttır.[47]
- Hanbelilere göre:
İki rivayet vardır:
- En az oranı bir gündür,
- Tahdit yoktur. Racih olan da budur. Azı için bir sınır yoktur; mutekif denecek kadar beklemesi yeterlidir. Bir saat beklese caiz olur. Şeri örfte saat: Zamanın herhangi bir birimidir, bununla astronomik saat ölçüsü kastedilmez. Beklemeden, mescidden yakın bir geçişle mutekif sayılmaz. İtikâfın, en azı bir gün ve gecedir diyenlerin ihtilafından kurtulmak için bir gün ve gece beklemesi müstehabtır.[48]
Bu bilgilerin ışığında Fukahanın görüşlerini dört noktada toplamak mümkündür:
- Bir grup, itikâfın en azı için sınırlama getirmiştir. Diğer bir grup da, herhangi bir sınır lama getirmeyip, “mescidde bekleme” tabirinin geçerli olacağı oranı yeterli görmüştür. Sınırlama getirenler de aralarında, ihtilaf etmişlerdir. İmam Malik, en az için on gün diyor.
Bu görüş, başkasından nakledilmemiştir.
- Malikilerde mutemed olan en azının, bir gün ve gece olduğudur.
- En azı bir gündür, diyenler de vardır. Hasan’ın Ebu Hanife’den bir rivayeti, gafil mezhebinde bir görüş, İmam Ahmed’in mezhebindeki bir rivayet, böyledir.
Bir günün çoğu diyen Ebu Yusuf’un görüşü de buna yakındır. Nitekim Şafiilerden de bunu diyen vardır.
- Cumhur-u ulemanın görüşü (Hanefilere göre müftabih, Şafii ve Hanbeli mezhebinde racih, Davud ez-Zahiri’nin kavli[49] herhangi bir zamanla mukayyed olmadığıdır. Bekleme denebilecek bir an veya benzeri yeterlidir. Bu son görüş en münasip olanıdır. İtikâfiın sıhhati için en az zamanı tayin etmek ancak şeriat sahibinin beyanı ile olur, bu konuda ise herhangi bir haber yoktur. Ebubekir el-Cassas (r.a.) diyor ki:
İtikâf müddetinin sınırlanması ancak emir le veya ittifakla olur. Bu ikisi ise yoktur. Tahdid getiren mütehakkimdir, delaleti olmadan konuşmuştur.
Dense ki: Resulullah’ın (s.a.) Ramazan’ın son on günü itikâfa girdiği rivayeti üzerine on gün tahdidi getiriliyor. Yine bazı seneler Şevval’in son onunu da itikâfla geçirdiği mervidir. Daha az itikâfa girdiği rivayet edilmedi.
Ona denir ki: Resulullah’ın (s.a.) itikâfı vücub için olmadığında fukahanın ihtilafı yoktur; kimseye de itikâfı vacib kılmamıştır. Eğer itikâfa girmesi vücub gerektirmiyorsa, on gün tahdidinin de aynı fiille sabit olmaması gerekir. Buna rağmen başkasını da nefyetmedi.
Biz diyoruz ki on gün itikâf caizdir. Daha ani nefyetmek ise delili gerektirir Allah Teâla itikâfı mutlak olarak kayda bağlamadan zikretmiştir: “Mescidlerde itikâfa çekildiğinizde kadınlarınıza yaklaşmayın.” Bir zaman tahditi ve sınırlama yoktur. Mutlak olan bir şeyi, delilsiz tahsis etmek caiz değildir. Vallahu A’lem…[50]
İhtiyaten asgari bir zaman tahdidi istenirse, bir gün veya bir gün ve gece diyebiliriz. Böylece, daha azını menedenin ihtilafından da çıkılmış olur.
İtikâfla orucu şart koştuğumuz halde, vakti niçin tehdit etmediniz, denirse cevabımız şudur: Orucu Resulullah’ın (s.a.) uygulamasına bakarak şart saydık. Çünkü O, hep oruç ile itikâfa girmiştir. Aişe r.anha) de buyuruyor ki: “Oruçsuz itikâf yoktur.”
Vakit tahdidi ile ilgili bir sünnet yoktur, O’ndan (s.a.) bir nass da gelmemiştir.
Şartlarından biri oruç olan itikâf bir anlığına nasıl caiz olabilir? Oruç bir günden az değildir, denirse deriz ki:
Aklen ve şer’an oruç şartına rağmen bir an olmasında sakınca yoktur; şart, şart koşulan şeyden daha uzun olabilir.
Buna rağmen biz, daha azını kabul etmeyenin ihtilafından kurtulmak için efdal olanın bir gün olduğunu söylüyoruz. İttifak edilen bir şeyle amel etmek, ihtilaflı ile amel etmekten evladır. Ehl-i ilmin kitaplarında açıkladıkları ittifakları budur.
Üçüncü Bölüm
İtikâfı bozan şeyler ve mekrûhları
- İtikâfı Bozan Şeyler:
İtikâfı bozan şeyleri de ittifak edilen ve ihtilaflı olanlar diye ayırabiliriz. Biz yine ittifak edilenlerden başlayacağız.
- İrtidat:
İtikâf irtidat halinde bozulur. Çünkü İtikâf bir ibadettir; kâfir ise ibadete ehil değildir. Küfürle bir arada gerçekleşmeyeceği gibi, küfürden sonra da kalmaz:
“And olsun eğer Allah’a ortak koşarsan işlerin şüphesiz boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun.” (Zümer Suresi, 65)
Hanefi ve Malikilere göre teşvik olması bakımından, İslâm’a yeniden dönmesi halinde kazası da gerekmez. Şafiiler ve Hanbeliler buna muhaliftir. Şafiiler diyor ki:
İtikâfı, ard arda on gün İtikâfta bulunmak gibi, mahdut bir vakit için nezredilmiş bir itikâfta idi ise irtidat edip yeniden İslâm’a döndüğünde, tekrar başlaması gerekir. Ama ard arda olmayan bir nezr ise İslam’a döndükten sonra yeniden başlamaz; yaptığının üzerine devam eder. Hanbelilerde ise İslam’a döndükten sonra, eski itikâfına devam edemez,[1] yeni bir itikâfa başlaması gerekir.
- Cima:
Fukaha, taammüd halinde cimanın itikâfın mahzuratından olduğuna icma etmiştir. İtikâfta iken cima edenin itikâfı ehli ilmin ittifakı ile bozulmuştur. İster bu fiil mescidin içinde olsun, isterse dışında, gece gündüz olması da sonucu değiştirmez.
Bunun delili de şu ayettir: “Mescidlerde itikâfa çekildiğinizde kadınlarınıza yaklaşmayın.” (Bakara Suresi, 187)
Ayetteki “yaklaşma” cimadan kinayedir. İbni Abbas’tan (r.a.) böyle rivayet edilmiştir: “Allah Teâlâ’nın Kur’an’da zikrettiği mübaşeres (yaklaşma), refes (yakınlık isteme), gişyan (teşebbüs etme) ile cima kastedilmiştir. Lakin Allah Teâlâ Hayy’dır, Kerim’dir, dilediğini kinaye eder.”
Ayet, cimanın itikâf için mahzurlu olduğuna delâlet ediyor. Mutekif için cima sakıncası mescidden dolayı değil, itikâftan dolayıdır. Her ne kadar ayetin zahirinde itikâf halinde mescidde cimadan nehy etme varsa da gaye itikâf halinde nehydir. Ayet, mescidlerde itikâflı oldukları halde evlerine gidip cima ettikten sonra yıkanıp geri dönenler hakkında inmiştir. Onlar mescidde cima ettikleri için inmedi ayet; bilakis onların kalbleri mescidi, kadınları ile cima edecekleri yer haline getirmekten çok uzaktır.
Buradan anlaşılıyor ki itikâf halinde cima dan nehy, itikâf sebebiyledir. O halde cima, itikâf için mahzurludur ve onu ifsad eder.[2]
Cima’nın unutkanlıkla meydana gelmesi halinde, Şafii ve Davud Zahiri itikâfın bozulmayacağı görüşündedir.[3] Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Allah ümmetimden, hata, nisyan ve zorlandıkları şeyi kaldırmıştır (bağışlamıştır)”[4] Ebu Hanife, Malik ve Ahmed’e göre ise orucun hilafına, amden bozulduğu gibi unutarak da olsa bozulur.[5] Bu konudaki delillerini ise Kâsâni şöyle açıklıyor:
“Unutanın cima etmesi orucu bozmaz. Unutma oruç konusunda özür kabul edilmiştir ama itikâfta özür değildir. Aralarındaki fark ise iki yönlüdür:
Birincisi: Asıl olan özür olmamasıdır. Çünkü unutanın fiili, her halde kaçınılması makdürdür, meydana gelmesi ise bir nevi ihmaldir. Bunun için bize göre unutma muahazayı gerektirir. Muahazanın kaldırılmış olması Resulullah’ın (s.a.) duası bereketi iledir. “Unutur veya yanılırsak bizi muhafaza etme!” Bunun için de namaz babında özürden sayılmamıştır. Oruçta ise nass olduğu için özür sayılıyor ve sadece oruca aittir bu.
İkincisi: İtikâfta haram olan cimanın kendisidir; amd ve hata aynıdır onda. Oruç babında ise haram olan cima değil, iftardır. Cimanın haram edilmesi iftara sebep olduğu içindir. Cima olduğu için değil. Yani, yasaklığı başka bir şey içindir, o da iftardır. İftarın ise amd ve hata hallerinde değişik hükümleri vardır.[6]
Şehvet olmadan dokunmanın caiz olduğuna ve itikâfı ifsad etmeyeceğine dair de ittifak vardır.[7] Bu husustaki delil Aişe’nin (R.anha) hadisidir: “Resulullah (s.a.) başını bana eğer, (saçlarını) tarardım.”[8]
Fercin dışında mübaşeret halinde ise ihtilaf etmişlerdir: İmam Malik, meni insin veya inmesin, itikâfın batıl olduğuna kaildir. Şafii’nin iki kavlinden biri ve Nevevi’nin tashih ettiği de budur.[9]
Ebu Hanife ve Ahmed ise meseleyi ikiye ayırıyorlar: Meni inerse itikâfı fasiddir, inmezse değildir.[10] Şafii mezhebindeki bir rivayet de budur. Şirbini bu rivayet için rivayetlerin en zahiri demiştir.
Yine Şafii mezhebinde başka bir görüşe göre ise inse de inmese de batıl olmaz.[11] Bununla beraber bu fillin mutekife haram olduğuna, yapması halinde günahkâr olacağına ittifakları vardır.
İhtilaf etmelerinin sebebi ise ayette “mübaşere” kelimesinin, hakikat mi mecaz mı ol geçen olduğu, am mıdır, değil midir tartışmasıdır. Bu isim, müşterek ismin çeşitlerinden biridir.
Umum ifade ettiği kanaatinde olanlara göre ayetteki “vel tübaşirü hunne” cima ve daha aşağısı içindir. Umum ifade etmediği kanaatinde olanlara göre de (meşhur olan da budur), ya cimaya ya da daha aşağısına delalet etmektedir.
Cimaya delalet ediyor dememiz halinde onun dışında bir şeye delâleti kalkar. Çünkü bir isim aynı anda hem hakiki manasına hem de mecazi manasına delalet etmez. Meni inmesini cima yeri ne sayana göre hakiki manasınadır, muhalif olana göre de hakiki manasında değildir.[12]
Bakma ve düşünme neticesinde meni inecek olsa, Hanefi ve Şafiilere göre itikâfı şeklen ve manen bir cima hâsıl olmadığı için fasid olmaz; bir nevi ihtilama benzer.[13] Abdurrahman Ceziri bu nu Hanbelilerden de naklediyor ve Malikilere göre, gece veya gündüz amden ya da unutarak düşünme ve bakma neticesinde bozulacağını zikrediyor.[14]
Fukaha, mutekifin ihtilam olması halinde İtikâfına bir zarar vermeyeceğinde müttefiktir: zira bu kendi elinde olmayan, gideremeyeceği bir şeydir. Bu ne bir cimadır ne de cima manasınadır. Sadece, hadesi gidermek için yıkanması gerekir. Eğer mescidde yıkanacak yer ya da mescidi kirletmeden yıkanabilecek bir çare bulursa, orada yıkanmasında bir sakınca yoktur; çıkmayı önlediği için daha da evladır. Aksi takdirde yıkanabileceği en yakın yere çıkıp, tekrar mescide dönmesin de bir engel yoktur.[15]
- Hayz (Aybaşı hali):
Gerek dört mezhebin imamları ve gerekse ümmetin diğer fakihleri, hayzın itikâfı ifsad ettiğin de müttefiktirler. Mescidde itikâf halinde olan bir kadın hayz görmeye başladı mı, mescidi terk etmesi gerekir. Evine gidip, hayzı bitinceye kadar normal hayatını devam ettirir, sonra da itikâfına döner. Zira hayz, mescidde kalmaya engeldir. Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Mescidi cünübe ve hayızlıya helal etmiyorum.”
Aynı zamanda oruç için de bir engeldir. Oruç ise ehli ilmin bazısına göre itikâfın şartlarındandır.
Bu konuda Zahiriye’nin dışında bir muhalif bilemiyorum.[16] Sadece onlar, ehli ilme muhale fethederek hayızlının mescide girip itikâf günlerinde orada kalmasını caiz görüyorlar. Onlara göre hayız, mescide girmeye engel değildir, itikâfı da bozmaz.[17]
İstihaze halinde ise (müddetinden sonra hayız kanının devam etmesi hali) itikâfa bir engel yoktur. İstihaze kanı, namaza, oruca, mescide girmeye ve tavafa da mani değildir; buna bağlı olarak ta itikâfı ifsad etmez. Bunun delili de Aişe’nin (R.anha) hadisidir: “İstihaze kanı devam eden hanımlarından biri Resulullah (s.a.) ile beraber itikâfa girdi. Kırmızı ve sarı (kan) görüyordu; neredeyse namaz kılarken altına leğen koyacaktık.”[18]
İtikâfta iken istihaze kanı görmeye başlayan bir kadının mescidden çıkması (İtikâfı nezr ise) caiz olmaz. Çünkü o, temiz hükmündedir, fakat mescidi kirletmemeye özen gösterir. Eğer İtikâfı file ise isterse devam eder isterse de çıkar. Nafile bir ibadet yapan kendisinin emiridir. Bu konu da ehli ilmin ihtilafını bilmiyorum. Bilakis Nevevi, İbni Müzir’den bu konuda icma naklediyor.[19]
- İtikâf Mahallinden Çıkma:
Fakihler, zorlayıcı bir sebep ve mühim bir zaruret dışında itikâf mahallini terk etmenin itikâfı bozacağına ittifak ettiler. Zira itikâf mescidde kalmaktır. Çıkması halinde özürsüz olarak, bu kalmanın zıddını yapmıştır. İbadeti batıl olur.
Mescidden çıkmaya ruhsat veren özür, kaçınılmaz olan her şeydir. Aişe (R.anha) şöyle rivayet ediyor: “Resulullah (s.a.) başını bana eğer (saçlarını) tarardım. İnsani ihtiyaç haricinde de eve girmezdi.”[20]
İnsani ihtiyaçla, büyük ve küçük abdest bozma kastedilmektedir. Her insan bu ikisini yapma ya mecbur olduğu için böyle tarif edilmiştir. Getireni olmaması halinde, yeme-içme ihtiyacı da buna dâhildir. Kusma halinde mescidin dışına çıkar; bu da kaçınılması imkânsız ve mescidde yapılmayacak bir şeydir. Bu yüzden çıkmakla itikâf batıl olacak olsa, kimsenin itikâfı sahih olmazdı. Resulullah (s.a.) itikâfta iken ihtiyacını gidermek için dışarı çıkıyordu.
Yapılması zorunlu ve mescidde olmayacak her şey için dışarı çıkabilir, normalden fazla uzamadıkça itikâfı bozulmaz.
Bu anlattığımız miktarda Müslümanlar icma etmiştir; bu bir zarurettir veya zaruret hükmündedir. Buna muhalif olanı bilmiyorum.[21] Mescidden çıkma maddesinde ulemanın iki hususta ihtilaf ettiklerini görüyoruz:
- Cuma kılınmayan bir mescidde itikâf edenin cumaya gitmesi,
- Mutekif, hasta ziyareti ve cenaze için çıkabilir mi? Bu iki şey, muttefekun aleyh olan şeylere ilave edilebilir mi?
- Cuma’ya Çıkması:
Mutekifin cumaya çıkmasının gerekli olduğunda ittifak vardır. Nezirle üzerine vacib olan itikâfı cuma günü aralıyorsa müstahab olan, itikâf yerinden çıkmaması için cuma kılınan bir mescidde itikâfa girmesidir. Bunda da icma vardır.
Cuma kılınmayan bir mescidde İtikâfa girer, cuma günü de namaza giderse, itikâfı iptal olur mu olmaz mı; ihtilaflı bir konudur. Ebu Hanife ve Ahmed, bununla İtikâfı iptal olmaz, diyor.[22]
İbnu’l Cehm’in Malik’ten rivayeti de budur.[23] Abdülmelik’in görüşü,[24] Buvayti’nin kaydettiği Şafii’nin kavli de aynı kavildir.[25]
İmam Malik diyor ki: Bununla itikâfı mutlak olarak iptal olur. Mezhepte meşhur olan da budur.[26] Şafii de böyle demiştir. Kitaplarının çoğunda bu nakil vardır. Nevevi’nin nakline göre mezhepteki iki kavlin esah olan bu kavildir.[27]
Bu konuda ileri sürdükleri illet de şudur: İtikâf dışarı çıkmaya ters düşer, ancak kaçınılmaz olan zaruretler için çıkabilir. Cuma’ya çıkması ise önceden cuma kılınan bir mescidde itikâfa girmekle halledebileceği bir şey olduğundan özür değildir.
Birinci grubun delili ise şöyle: Cuma namazı farzdır; üzerine vacib olanın, onun için çıkması da farzdır:
“Ey iman edenler! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman Allah’ı anmaya koşun!” (Cuma Suresi, 9)
Cuma’ya koşmanın emredilmesi, itikâftan çıkmaya da emirdir. Velev ki cumaya çıkma, itikâfı iptal etsin; bu aynı zamanda itikâfın iptalini emretmedir. Cuma, onun üzerinde Allah’ın hakkıdır ve farzdır, itikâf ise üzerine vacib olmayan bir ibadettir. Nezredenin kendisine vacib etmesi ise Allah’ın hakkını iptal ederek, başka bir şeyi getirmesi doğru değildir. Bilakis nezri bu hakkın iptalinde yok sayılır. Zira itikâf cumadan daha düşük bir derecededir. Ondan dolayı cumanın terkine izin verilmez.[28]
Birinci grubun daha hakka yakın olduğu kanaatindeyim. İtikâf her mescidde caizdir ve meşrudur. Bu durumda çıkmak için zaruret de mutlaktır. Başka bir yönden de İslâm, getirdiği ibadetlerde ve ahkâmda kolaylığı tercih etmiştir. Normal mescidler, itikâf için cuma mescidlerinden daha kolaydır. Hem daha yaygındır bu mescidler hem de girip çıkmaları azdır. Özellikle günümüz mescidleri için insanlardan sıyrılıp kendisini ibadete vermek isteyen için küçük mescidler, genellikle daha münasiptir.
Bu durumda cuma için çıkması itikâfı için bir iptal sayılmayacağı gibi, ard arda yapması gerekiyorsa, ona da bir mani değildir. Güneşin zevalinden sonra bulunduğu mescidden çıkıp cuma kılınan yere gider. Çünkü cuma emri ona, o saatten sonra yönelmektedir. Eğer cuma mescidi uzaksa, sünnetleri ile beraber idrak edebileceği bir vakitte çıkar. Cuma’dan sonra kılacağı sünnetler haricinde orada beklemez.
Orada kalmayı uzatırsa itikâfı bozulmaz fakat mekruhtur. İtikâfının bu halde bozulmaması fakat mekruh oluşunun gerekçesi şudur: Başında caiz olan bir şeyin devamında da caiz olması normaldir; devam etmek başlamaktan daha kolaydır. Ama kerahete gelince: Bir mescidde itikâfa başlayan biri sürekli orada bulunmalı, devam etme imkânı ile beraber başka bir mescide tahvili mekruhtur. Bu Hanefilere göredir.[29] Hanbelilere göre, orada kalması uzasa da bir kerahat yoktur. İsterse orada kalır isterse de itikâfta olduğu mescide döner.[30].
Bir ihtiyaç olmadan bulunduğu mescidden başka bir mescide giderse veya gittiği mescid, ihtiyacımı göreceği yerden uzak olursa caiz olmaz. Bu çıkışı ihtiyaç çıkışı gibidir, mescid haricinde bir y re çıkmışa benzer. İhtiyacından olmayan bir malı için çıksa-basit bir şeyse- itikâfı batıl olur. Ebu Hanife, Malik, Şafii ve Ahmed böyle demiştir.
Hanefilerden Ebu Yusuf ve Muhammed b. Hasan buna muhalefet ederek şöyle demişlerdir: “Yarım günden fazla olmadıkça itikâfı fasid olmaz, az bağışlanmıştır.” Resulullah’ın (s.a.) hanımı Safiye, itikâfta iken Peygamberi (s.a.) ziyarete gelmişti. Gitmek için kalktığında da onu uğurlamak için çıktı.[31] Az bir çıkma bağışlanmıştır, nitekim yürüyüşünde ağır olsa da böyledir.[32]
Cumhura göre ise yarım günden fazla kalması da itikâfı bozacağı gibi ihtiyaç olmadan mescidden çıkması da itikâfını bozar: Zaruret olmadan itikâfın zıddı ile amel etmiştir. Bu da bir rüknün kalkmasıdır. Herhangi bir şey, bir rüknün bozuluyorsa onda az ve çok aynıdır; kalkması ile oruç babındaki yeme gibi. Ancak ihtiyaç halinde çıkmak bundan istisna edilmiştir. Burada ise zaruret yoktur.[33]
Ebu Yusuf ve Muhammed’in delillerine de şöyle cevap veriliyor: Resulullah’ın (s.a.) Safiye ile çıkması, O’nun için kaçınılmaz bir zaruretti, gece olması sebebiyle emin olamamıştı. İtikâfı tatavvu olduğu için de bunu yapmış olabilir. Hepsini terk edebileceğine göre, bir bölümünü de terk edebilir. Nitekim hanımları O’nunla (s.a.) itikâfa girmek isteyince itikâfı terk etmişti.
Yürümede ağır olması ise delil değildir. İnsanların yürüyüşü değişiktir. Bir sınırlama getirilemez. Belli bir yürüme standardı getirmek meşakkattir. Böylece bu da delil olmaktan düşmüştür. O halde çıkmak için zaruret yoktur.[34]
- Hasta Ziyareti ve Cenaze Namazına Çıkması:
Ebu Hanife,[35] Malik,[36] Şafii[37] ve iki kavlinden birinde Ahmed[38] vacib itikâfında mutekifi bundan menetmişlerdir; bu çıkış için zaruret yoktur. Hasta ziyareti farzlardan değil, fedaildendir. Cenaze namazı da farzı ayın değildir. Başkalarının yapması ile ondan düşecek bir farzı kifayedir, onun için itikâfın iptali caiz olmaz.
Ata, Mücahid, Urve b. Zübeyr, Zühri, İshak ve Ebu Sevr’in kavli, İbni Münzir’in ihtiyarı ve Beyhaki’nin Said b. Müseyyeb’ten rivayeti de budur. Bir grup fakih de itikâf edenin, hasta ziyareti ve cenaze namazına çıkmasıyla itikâfının bozulmayacağına kanaat getirmiştir. Hasan Basri, Said b. Cübeyr ve İbrahim Nahai’den nakledilen Esrem ve Muhammed b. Hakem’in Ahmed’den rivayetleri bu kavildir.[39]
Bu grup İbni Mace’nin Enes’ten (r.a.) rivayet ettiği bir hadisle istidlal etmektedir:
Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: “Mutekif, cenazeyi izleyebilir ve hastayı ziyaret edebilir.”[40]
Asim b. Damre Ali’den (r.a.) rivayet ediyor. Dedi ki: “İtikâf eden cumaya katılsın, hastayı ziyaret etsin, cenazeye hazır olsun, evine gidip ayakta, ihtiyaçları söylesin.”[41]
Birinci grup Aişe’nin (r.a.) hadisini delil kabul ettiler: Peygamber (s.a.) insani ihtiyaçlar dışında eve girmiyordu. (Buhari-Müslim) Mevkuf bir hadisinde de diyor ki: “İhtiyaç için eve girdiğimde, orada hasta (görsem) ancak geçerken ondan sorarım.”[42]
Ebu Davud’un yine Aişe’den (R.anha) rivayet ettiği hadis: “Resulullah (s.a.) İtikâftaysa hastanın yanından geçerken eğilip sormuyor, (daima) olduğu gibi geçiyordu.”[43]
Abdurrahman b. İshak Zühri’den, o da Aişe’den (R.anha) şöyle rivayet etti: “Mutekife sünnet olan hasta ziyaret etmemek, cenazeye katılmamak, kadına değmemek, ona yaklaşmamak, kaçınılmaz ihtiyaçları dışında çıkmamaktır. Oruçsuz, İtikâf yoktur. Ancak cemaatli bir mescidde itikâf vardır.” (Ebu Davud, Beyhaki ve diğerlerinin rivayeti)
Sonuç:
İki grubun da delillerini sunduktan sonra, Cumhuru fukaha olan birinci grubun delillerini daha kuvvetli ve doğruya daha yakın görüyorum. Çünkü mutekif kendisini bir ibadete sokmuştur; başkası onu meşgul etmemeli. Bulunduğu ibadet ancak meşru kılınan yeri olan mescidde gerçekleştirilebilir. Başkası için mescidden çıkması bu ibadetini iptal eder. İhtiyaç giderme bundan istisna edilmiştir, onsuz ibadetini sürdürmesi mümkün değildir.
İkinci grubun delillerine de şöyle cevap veriliyor: İbni Mace’nin rivayet ettiği Enes’in (r.a.) hadisi; Heyyac Horasani’nin Anbese b. Abdurrahman’dan rivayetidir. İkisi zayıf ve hadisleri metruk olan kimselerdir. Onlardan birinin rivayeti ile ihtiyaç caiz değildir.[44]
Ali’den (r.a.) rivayet edilen söz ise sabit değildir. Sabit olsa bile cumhurun getirdiği sahih delillerin karşısında duracak derecede değildir. Bu anlattığımız, mutekifin çıkmayı şart koşmadığı zamanlar içindir. Çıkma şartı koyarsa: Bazı Hanefi, Şafii ve Hanbeli kitapları, bu şartı sahih kabul etmekte ve koyduğu şartı uygulamasına cevaz vermektedirler.
Hanefi ulemasından Haskefi diyor ki: Nezr anında hasta ziyareti, cenaze namazı ve ilim meclisinde bulunmayı şart koşsa, caiz olur.[45] Şirbini de Muğni’l Muhtac’da Şafiilerin bu şartı kabul edip sahih gördüğünü naklediyor: “Nezreden nezrinde ard arda yapmayı zikredip itikâfa ters düşmeyen mubah bir şeyde de çıkmayı şart koşsa, kabule sayan olan şartının sahih olduğudur. Cumhur da bu kanaattedir. Çünkü itikâf, onun isteğiyle gerekli olmuştur, diğer koyduklarımım da vacib olması gerekir. Özellikle bir şeyi zikrederse, -hasta ziyareti gibi- sadece onun için çıkabilir. Karşılaşacağı her iş diyerek genel bir şey zikrederse, cuma, cemaat gibi her dini mesele için, sultanla, kadıyla buluşma, borç, ödeme gibi mubah dünyevi işler için çıkabilir.”[46]
Hanbelilerin muteber kitaplarından Keşşafu’l Kina’da da şu kayıt vardır: “İtikâfının başında şart koşmadıkça mutekif hasta ziyaret edemez, cenazeye katılamaz, mescidin dışında teçhizinde bulunamaz.”[47] Muğni’de de bir benzeri vardır.[48] İmam Malik’e gelince: O mezhebi gereği, şartlı veya şartsız mutekifin çıkmasını menetmiştir. İbni Kasım’ın rivayetinden Müdevvene’de şu kaydı görüyoruz: “Malik dedi ki: İlim ehlinden birinin mutekifin şart koyacağını zikrettiğini duymadım. İtikâf, namaz, oruç, hac gibi bir ibadettir. Kim böyle bir şeye girerse, sünnette olanı yapar; şart koyarak, bidat çıkararak sünnette olmayan bir şeyi yapmaz. Bunlar sünnetini öğrenmişlerdir.”[49]
İmam Malik’in fikri, daha rahat kabul edilecek şeriatın gerektirdiği ve aklın razı olduğu bir fikirdir.
İtikâf bir ibadettir; ibadetin iki kaynağı da Resulullah’ın (s.a.) fiili sünneti ve emirleridir. Ne kavli ne de fiili sünnetiyle itikâfta bir şart koştuğu ondan (s.a.) sabit değildir. İtikâfı farz ve tasavvuf diye ikiye ayırmakta yoktur O’nun sünnetinde. İtikâfı mescidde kalmak, ihtiyacını gidermek dışında oradan çıkmamaktı. Şartlarla işi genişletmek, sünnette dayanağı olmayan bir şeydir. İtikâfın manasından da anlaşılan, mescidde ibadete çekilmektir. Dışarı çıkmak için yollar aramak, itikâfın anlamına zıt şeylerdir; ister şartla olsun, isterse şartsız. Vacib ve nafile de aynıdır. Nafile bir ibadet yapan başladığı şeyi bitirmeye mecburdur.
“Amellerinizi iptal etmeyin!” ayetiyle, iptalinden nehy olunmuştur. Nitekim nafile namaza başlayan onu bitirecektir, bu da öyle olmalı.
- Bayılma ve Delirme:
- Hanefilere Göre:
İtikâfını ifsad edeceği gibi tetabu (ard arda yapmaya) niyet etmişse o nu da bozar. Ayılınca, yeniden başlaması gerekir. Ard arda yapması gereken bir şeyde tetabu vasfı kaybolmuştur; zıhar kefareti orucunda olduğu gibi, yeniden başlaması gerekir. Bu, itikâfı vacib itikâf olduğu zamandır. Nafile bir itikâfta idiyse kaza gerekmez.[50]
- Malikilere göre:
Malikilere göre bayılma ve delirme halinde, devam edemez ama önceki yaptıkları da sahihtir. İyileşince eskisinin üzerine devam eder, kalanı tamamlar. Bu itikâfı vacib olan içindir. Nafile itikâf için tamamlamaz.
Mesela: On gün itikâf nezreden biri, üç gün den sonra bayılma (veya o anlamda olan aklin kaybolması) ile karşılaşır. Ve bu iki gün sürer. Bu engelle itikâf da iptal olur. Hastalığı gidince, üzerinde kalan yedi günü bitirir. Beş günü, nezri olan on günden kalan, ikisi de zayi olan günlerdir.[51]
- Şafiilere Göre:
Mutekifin bayılması veya delirmesi ile itikâf iptal olmayacağı gibi, mescidden çıkarılmadıkça, tetabuu da bozulmaz. Mescidde zapt edilemediği için çıkarılırsa baygınlık zamanı itikâftan sayılır. (Delirme hali ise sayılmaz, çünkü bedeni ibadetlerin deliden suduru sahih değildir) Bu, isabet eden hastalıkta kendi kastı olmadığı durumlar içindir. Sarhoş edici veya ona benzer bir şey kullanarak böyle bir hastalığa düşse, itikâfı kesilir.[52]
- Hanbelilere Göre:
Bayılma ve delirme haliyle mescidden çıkarılsa da (iyileştikten sonra dönerse) itikâfı iptal olmaz. Eğer itikâfı nafile idiyse dönüp dönmemekte muhayyerdir. Vacib bir itikâfsa döner ve eski itikâfının üzerine devam eder. Bu durumda nezr için üç ihtimal vardır:
Birincisi: Muayyen ve ard arda olmayan günlerde İtikâfı nezretmiştir. Buna kaza gerekmez, üzerine kalanı tamamlar. Fakat çıktığı günün ev velinden başlar ki peş peşe olsun. Üzerine kefaret de yoktur; nezrettiği şeyi yapmıştır o. Çıkmamış gibi kefaret de gerekmez.
İkincisi: Ramazan ayı gibi muayyen günler nezretmiştir. Terk ettiğinin kazası ve yemin kefareti vardır. Nezrettiği şeyi vaktinde yapmamıştır. (Ahmed’den iki rivayetten birine göredir bu. Başka bir rivayete göre ise kefaret gerekmez. Malik, Şafii ve Ebu Ubeyd’in kavli de budur. İbni Kudame’nin Muğni’deki nakli böyledir)
Üçüncüsü: Ardarda günler nezretmiştir: Devam edip kaza ve kefaretle, yeniden başlayıp kefaret tutmamak arasında muhayyerdir. İkinci şıkta, üzerine gerekeni yaptığı için kefaret gerekmeyecektir. Tıpkı, kesilen itikâfına hiç başlamamış gibi.[53]
- Gündüz Yeme-İçme:
İtikâf için orucu şart edenlere göre, gündüz yiyip içme itikâfı bozar. Kasani diyor ki: Gündüz amden yese, orucu bozulduğu için itikâfı da bozulur. Unutarak yese orucu bozulmadığı için itikâfı da bozulmaz. Ebu Hanife, Malik ve iki rivayetten birinde Ahmed’in mezhebi budur.[54]
- İtikâfın Mekruhları:[55]
- Susma
İtikâfta bulunanın; ibadet ve taat olduğuna itikat ederek susması mekruhtur. Susmak, bizim dinimizde ibadet değildir. Buhari, İbni Abbas’tan (r.a.) şöyle rivayet ediyor: Resulullah (s.a.) güneşin altında durup konuşmamayı, gölgeye gitmeyip oruç tutmayı nezreden bir adama, oturmasını, gölgelenip, konuşmasını emretti.
Bir rivayette de: Resulullah (s.a.) hutbe irad ederken ayakta duran bir adam (gördü), sorduğunda dediler ki Ebu İsrail’dir; güneşin altında ayakta durup oturmayı, gölgelenmemeyi, konuşmayıp oruç tutmayı nezretti. Resulullah (s.a.) buyurdu ki: “Ona emredin; konuşsun, gölgelensin, otursun ve orucunu tamamlasın.”[56]
Yine Buhari Kays b. Müslim’den şunu rivayet ediyor: Ebubekir es-Sıddık (r.a.) Ahmas’tan Zeyneb denen bir kadının yanına girdi. Konuşmadığını görünce: “Niçin konuşmuyor?” dedi. Konuşmamaya ahdetti, dediler. “Konuş, bu helal değildir, cahiliye işlerindendir.” dedi ona ve (kadın) konuştu.[57]
Ebu Davud, Ali’den (r.a.) rivayet ediyor: Dedi ki: “Resulullah’tan (s.a.) duydum: Buyurdu ki: “Bir gün(ün başın)dan geceye kadar susmak yoktur.”[58]
Ebu Hanife Ebu Hureyre’ye (r.a.) isnad ettiği hadiste diyor ki: Resulullah (s.a.) iki günün orucunu birleştirme ve susma orucundan nehy etti.[59]
Bu susmaya ibadet olarak inandığı zamandır. Böyle bir itikadı yoksa mekruh olmaz. Resulullah (s.a.) buyurdu ki: “Susan kurtulur.”[60] “Allah’a ve ahiret gününe inanan ya hayır söylesin ya da sussun.”[61] Hanefi, Şafii ve Hanbeli fukahası bu görüştedir. İbni Kudame buna muhalif bilmiyoruz diyor.[62]
- Alışveriş:
Ticaret kastıyla alışveriş, kazanç elde ettiği bir işte çalışma mutekif için mekruhtur. Kaçınılması imkânsız ihtiyaç için alış-veriş ve elbisesini dikme gibi kendi işini görmesinde ise bir kerahet yoktur. Kerahete dair delil Resulullah’ın (s.a.) hadisidir: “Mescidlerinizi çocuklarınızdan, delilerinizden, alışverişinizden, yüksek sesinizden, kılıç çıkarmaktan koruyun.”[63]
Amr b. Şuayb babasından, o da dedesinden rivayet ediyor: “Resulullah (s.a.) mescidde alışverişi nehy etti.”[64]
Genel olarak, mescidde alışveriş nehy edildiği ne göre, mutekifin bundan nehy edilmiş olması daha önceliklidir. Basit ve kaçınılmaz olan bundan istisna edilmiştir. İtikâfının düzenli devam edebilmesi için bu kadarına mecbur olabilir, bir nevi zarurettir. [65]
- Günah Olan Bir Hususta Konuşma:
Sövme, tartışma, dedikodu gibi ne sevabı ne de faydası olan, ihtiyaçta olmayan şeyleri konuşmak mutekif için mekruhtur. Aynı zamanda bu, her Müslümanın uzak durması iktiza eden bir şeydir. Kendisini ibadete bağlayan mutekif ise haydi haydi kaçınacaktır bundan. Söven birisine cevap vermez. Hadis-i Şerif oruçluya bunu yasak etmiştir: “Biri ona söverse ben oruçluyum desin.”[66]
Oruç ve itikâfı bir arada yapan biri ise öncelikle buna riayet etmeli. Mescidlerin ihtiram görmesi gerekir. Mescidde konuşmanın, ateşin odunu yediği gibi hasenati yiyeceği yolunda haberler gelmiştir.
Buhari, Saib b. Yezid’den rivayet ediyor: Mescidde ayakta duruyordum. Birisi beni dürttü, baktım Ömer b. Hattab: Şu iki kişiyi bana getir, diyor. Onları yanına getirdim. Siz kimsiniz -ya da siz neredensiniz?- dedi. “Taifliyiz dediler.” “Eğer buralı olsaydınız, sizi cezalandırırdım; Resulullah’ın (s.a.) mescidinde sesinizi yükseltiyorsunuz.” dedi.[67]
Lüzumsuz işlerden ve onu ilgilendirmeyen hususlardan kaçınması gerekir. Resulullah (s.a.) buyurdu ki: “Kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi kişinin İslam’ının güzelliğindendir.”[68]
Lüzumsuz işler gürültüye, gürültü hataya, o da Rabb’in gazabına ve kulun günaha girmesine sebep olur. Mutekifle münasib olmayan şeylerdir, bunlar. Onda daima mutekif görünüşü olmalı. Sürekli taat, taattan madasını terk de hep Allah’la olma, mahlûku terk edip halkla olmak. Bu sebeple kimi ulema Kur’an okutmayı, hadis yazıp fıkıh öğretmeyi, nikâh akdi yapmayı itikâfı mekruhlarından sayar. Bütün bunlar mutekifi, sat ibadetinden koparıp insanlarla meşgul edebilecek şeylerdir. Meşhur olan kavline göre İmam Malik [69] iki rivayetten birinde Ahmed, hatta İbni Kudame’ye göre Hanbeli mezhebinde zahir olan budur.[70] Vezir İbni Hübeyre, Malik ve Ahmed’in görüşlerinde yanlış anlaşılmalarını önlemek için diyor ki:
“Zannediyorum Malik ve Ahmed, mutekifin itikâfı halinde başkasına Kur’an öğretmesini hoş görmediler. Kur’an öğretirken öğretimle meşgul olup Kur’an’ı düşünmekten geri kalabilir, Kur’an’ın esrarını idrak etme yerine zahiri bir gayede kalabilir. Yoksa imamlar (Malik ve Ahmed) mutekifin lisanında Kur’an’ı okuyup düşünmeye denk bir şey görüyorlardı zannedilmesin. Bunlar gösteriyor ki itikâf, nefsi ve bütün düşünceyi Kur’an’ı tedebbür, teşbih, tahmid zikirlerle Allah’ı anmaktır. Beyinde toplanan her şey bu ibadete münasip olmalı. Düşünceyi dağıtıp gayeyi değiştiren her şey ona zıddır.»”[71]
Dördüncü bölüm
- İtikâfın müstahabları:[1]
- Mutekifin namazı çokça kılması müstahabtir. İbadetlerin en efdali, en büyük ecri kulun Rabbi ile olan bağı namazdır. Dinin direği odur.
- Çokça Kur’an okuyup üzerinde düşünmeli; kalpler ancak onunla huzur bulur, ecirler onunla yükselir, en iyi şefaatçi odur. Resulullah (s.a.) buyurdu ki: “Kur’an’ı okuyun. O kıyamet günü ashabına şefaatçi olarak gelecektir.”[2]
“Kıyamet günü Kur’an ve onunla dünyada amel eden ehli getirilir. Bakara ve Âl-i İmran sureleri önüne geçerek sahiplerini savunurlar.”[3]
“Kur’an okuyan ve ona mahir olan yüce meleklerle beraberdir. Kur’an’ı okuyup da okurken zorluk çekene iki ecir vardır.”[4]
- Tesbih, tehlil, tekbir, istiğfar, tövbe gibi bütün şer’i zikir çeşitlerini çokça yapmalı. Zira bunlar en üstün ibadetlerdendir. Bunu başka şeylere tercih edenler, büyük ecirlerin sahibidirler. Allah Teâlâ buyuruyor ki: “Beni zikredin, Ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin, nankörlük etmeyin.” (Bakara Suresi, 152)
Kudsi bir hadiste şöyle buyuruldu: “Ben kulumun Bana olan zannı yanındayım. Beni andığı anda onunlayım; eğer Beni yalnız zikrederse Ben de onu yalnız zikrederim, eğer Beni bir grupta zikrederse Ben de onu, onlardan daha hayırlı bir grupta zikrederim.”[5]
Başka bir hadiste şöyle buyuruldu: “Allah’ın gezici melekleri vardır; zikir meclislerini ararlar. Zikir bulunan bir meclis buldular mı, onlarla otururlar; kanatları ile birbirlerini çevrelerler, dünya seması ile onların arası dolar. Dağıldılar mı göğe çıkarlar. Bildiği halde Allah Teâlâ onlara nereden geldiniz? diye sorar. Derler ki: ‘Yeryüzündeki Senin kullarının yanından geldik; Seni tesbih edip tekbir ediyorlar, tehill edip Sana hamd ediyorlar. Senden istiyorlar.’ Benden ne istiyorlar? der. ‘Senden cennetini istiyorlar.’ derler. Onu gördüler mi ki? diye sorar. ‘Hayır’ derler. Buyurur ki: ‘Ya görseler cenneti mi?!’ Derler ki: ‘Sana sığınıyorlar.’ Buyurur ki: ‘Ateşimi gördüler mi?’ Hayır, derler. Buyurur ki: ‘Ya ateşimi görseler?’ Derler ki: ‘Sana istiğfar ediyorlar.’ Buyurur ki: ‘Onları affettim, istediklerini verdim, sığındıklarında onları korudum!’ Sonra derler ki: ‘Rabbimiz! Aralarında çok hata işleyen falan da vardı. Geçerken uğrayıp onlarla oturdu.’ Buyurur ki: ‘Onu da bağışladım. Onlar öyle bir topluluktur ki onlarla oturan şaki olmaz.’”[6]
Peygambere (s.a.) salata çokça devam eder. Allah Teâlâ bize onu emredip rahmetine sebep kılmıştır:
“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamberi överler. Ey insanlar! Siz de O’nu övün, O’na salat ve selam getirin.” (Ahzab Suresi, 56)
Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: “Bana bir kere salat edene Allah on defa salat eder.”[7] “Kıyamet günü insanların Bana en yakını, en çok salat getirendir.”[8]
İnsanlarla ilişkisini azaltıp onlardan uzaklaşmalı. Mescidde ayrı bir hücreye girebilirse daha uygun olur. Resulullah (s.a.) itikâfta iken kendisine bir kubbemsi bir yapı yapıldığı sabittir. Her halde bunun hikmeti, mutekifin sadece ibadetle meşgul olma fırsatı bulabilmesi olsa gerek. Yine de bu hususu belirleyen içinde bulunulan durum ve vaziyettir.
- İtikâfın sonu bayrama rastlıyorsa, bayram gecesini de orada geçirip musallaya (bayram namazı kılınan yere) oradan gitmesi mustahabtır. Böylece bir ibadeti öbürüyle birleştirmiş olur. Bunun yaşatılması mendubtur ve teşvik edilmiştir. Fazileti hakkında Resulullah’tan (s.a.) şu hadis rivayet edilmiştir: “Sevabını Allah’tan umarak iki bayram gecesini ihya edenin kalbi, kalblerin öldüğü günde ölmez.”[9] Başka rivayette de: “Ramazan ve kurban bayramı gecelerini ihya edenin kalbi, kalblerin öldüğü günde ölmez.”[10]
- İtikafı Ramazan ayına denk getirmeli. Ramazan ayı ibadet, Kur’an ve oruç ayıdır. İtikaf da bu ayda daha münasibtir. Ali b. Hüseyn’den o da babasından (R.A) rivayet edilen hadis buna delalet ediyor: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: “Ramazanda on gün itikâf eden iki hac ve iki umre yapmış gibidir.”[11] Son on gününde ise daha da artar önemi. Sahih hadislerde bildirildiğine göre Kadir gecesinin o bölümde olma ihtimali vardır. Buhari ve Müslim’in Ebu Hureyre’den (r.a.) rivayet ettiği hadis bunlardan biridir: “Kim kadir gecesini imanla ve ecrini Allah’tan umarak ihya ederse, geçmiş günahları bağışlanır.”[12] Aişe (Ranha) diyor ki: “Resulullah (s.a.) Ramazan’ın son onunda mescidde kalıyor ve diyordu ki: Kadir Gecesi’ni Ramazan’ın son onunda arayınız.”[13] Yine Aişe (r.anha) rivayet ediyor: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: “Kadir gecesini Ramazan’ın sonunda teklilerde arayın.”[14]
- Peygamberin (s.a.) fillini örnek olarak, on günü tamamlamalı. İhtilaftan kurtulmak için de bir günden az olmamalı. Orucu şart koşanları dikkate alarak da oruçlu olmalı. Hadis-i Şerifte: Oruçsuz itikâf yoktur, buyuruldu.
- En efdal olan mescidi seçmeli. Mescid-i Haram muhakkak en efdalidir. Oradaki namaz, başka yerdeki namazdan yüz bin kat fazladır. Sonra Mescid-i Nebevi; oradaki namaz da onun dışındakilerdeki bin namaza muadildir. Ondan sonra da Mescid-i Aksa gelir Oradaki namaz da beş yüz namazdır. 8 gecenin ilkini idrak etmesi için itikâfına yirmi birinci gecede güneş batmadan az önce başlamalı. Ebu Said el-Hudri’den şöyle rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.) Ramazan’ın ortasındaki on günü itikâfta geçiriyordu. Sabahında itikâftan çıkacağı yirmi birinci gece olunca, “Benimle itikâfa giren son on günü de devam etsin.” buyurdu (Buhari-Müslim) Cumhur-u ulema bu görüştedir. Ebu Hanife, Malik, Şafii ve iki kavlinden meşhur olanında Ahmed de bu kanaattedirler.[15]
İkinci bir rivayet de şöyledir: “Sabah namazın dan sonra girmelidir.”[16] Aişe’nin (r.anha) hadisi şöyledir: “Peygamber (s.a.) sabahı kılıyor, sonra itikâf yerine giriyordu.”
Aişe’nin (r.anha) hadisine şu cevap veriliyor: “Ebu Said’in hadisinden de anlaşılacağı gibi itikâfına gecenin evvelinde girmişti. Sabah namazından sonra da çadırına girip yalnız kaldı.” İki nassı birleştirebilmek için sahih olan görüş de budur.
Eğer itikâfı vacib bir itikâfsa mesela: Ramazan’ın son onunda itikâfa girmeyi nezretmişse vacip olan tarz tam uygulayabilmesi için yirmi gece güneş batmadan önce girmelidir. Ay tam olsun, eksik olsun, Şevval hileli ile de çıkar. Çünkü son ifadesi, yirmi ile ay sonu arasındaki zamandır.
Sonundan on günü nezreder de o ay da noksan olursa onu tamamlamak için öbür aydan bir gün daha tutar. Muayyen bir ayı itikâfta geçirmeyi nezreden birinin o ayı peşpeşe tutması gerekir. Fukahanın bu konuda ihtilafı yoktur.[17] Hadis-i Şerifte buyuruldu ki: “Allah’a itaati nezreden ona itaat etsin.”
Allah için bir ay itikâf üzerime olsun diyerek bir ay itikâfı nezreden de geceli gündüzlü ard arda bir ay itikâf tutar. Tetabu zikretsin veya etmesin aynıdır. Ayın tayini ise ona aittir. Günes batmadan mescide girer (battığında orada ol mali) Otuz gün ve gece itikâfta kalır. Tamam olunca da güneş batımından sonra çıkar.
Ebu Hanife, Malik ve iki rivayetten birinde Ahmed bu kanaattedir. Hanbelilerden Kadi Ebu Ya’la da bunu tercih edip mananın gece ve gün düzle hasıl olabileceğini söylüyor. Nezrini mutlak olarak zikrettiğinde tetabu (ard arda olması) gerekir. Zeyd’le bir ay konuşmamaya yemin eden gibi.
İ’la, ünne ve iddet de böyledir. Bununla da oruç ayrılmış oluyor.[18]
Şafii tetabuun gerekmediğine kaildir. Ahmed’in mezhebindeki bir kavilde odur:[19] Tefrikin itikâfta sahih olacağını, oruç gibi, mutlak bir nezr ile tetabuun gerekmeyeceğini söylemişlerdir. Bir gün itikâfı nezredene, ona da niyet etmediyse, gecesi gerekmez.
İtikâfı fecrin tuluundan güneş batımına kadar devam eder. Hanefi fakihleri [20], Malikilerden bir grup,[21] Şafiiler[22] ve Hanbeliler [23] bu görüştedirler. İbni Kasım Malik’ten, bir gün nezredene gün düz ve gece gerekeceğini rivayet ediyor. Ona göre itikâfın en azı bir gün ve gecedir. (Müdevvene ve diğerlerine göre)[24]
Bir gece itikâfı nezreden için Hanefilere göre[25] gece itikâf sahih olmaz, çünkü oruç şarttır; gece de onun zamanı değildir. Malikilerden Sahnûn da bunu söylüyor.[26] Ahmed’in mezhebinde de böyle bir rivayet vardır.[27]
Ebu Yusuf’a göre günü ile beraber tutar.[28] Maliki mezhebinde meşhur olan da budur. İbni Kasım Malik’ten rivayeti de aynıdır.[29] Şafii[30] ve ikinci rivayette Ahmed[31] gece itikâfın caiz olduğuna kaildir. Çünkü itikâf, şartlarından biri oruç olan bir ibadet değildir, gece itikâf caizdir.
İki veya daha çok gün itikâf nezredene günlerin sayısınca da gece gerekir. Ebu Yusuf hariç, Ebu Hanife ve ashabı bu kanaattedir.[32]
Bu husustaki delilleri ise, gün kelimesinin tesniye (ikili) ve cem’inin geceleri de içine almasıdır. Allah Teâlâ aynı kıssayı iki yerde zikrederken şöyle demiştir: “Üç gün işaretle anlaşma dışında...” (Âl-i İmran Suresi, 41) “Üç gece insanlarla...” (Meryem Suresi, 10) Birinde süreyi günle, öbüründe gece ile ifade ediyor. Bundan da anlaşılıyor ki, cemi sığasıyla zikredilmesi halinde diğeri de içine girer. Şu rivayet ediliyor: Birinci gece onun için gerekmez. Çünkü itikâf gece olmaz. Ancak günleri birleştirme zaruretinden dolayı itikâf vardır. Birleştirme onsuz da gerçekleşeceği için birinci gecenin sayılmasına gerek yoktur.[33] Misali: Perşembe ve cuma günlerini nezretmiş olsun. Perşembe’nin fecrinden mescide girer, önceki gece gerekmez. Cuma günü güneşin batmasıyla da çıkar. Malik de böyle diyor[34] Hanbelilerden Kadi’nin ihtiyarı da budur.[35] Buna göre çeşitli geceleri nezreden birinin itikâfı onlara göre sahihtir, gündüzlerinin itikâfı gerekmez. Art arda itikâf nezrederse art arda tutar, tetabu ile nezretmezse günlerini kendisi tayin eder.
Birinci gruba göre de birkaç geceyi nezrede ne gündüzleri de gerekir, çünkü gecelerin zikredilmesi içine gündüzleri de alır.
Şafiilere göre:
İlk gece gerekmez. İki gün arasındaki geceler de ise üç görüş vardır: Birincisi: Ona niyet etmeden gerekmez. Şirazi’nin ihtiyarı budur.
İkincisi: Gerekir. Ancak yalnız gün aydınlığını istediyse gerekmez.
Üçüncüsü: Açıklama getirdi veya tetabua niyet ettiyse gerekir. Yoksa gerekmez.
Nevevi, üçüncü görüşün çoğunluk tarafından benimsendiğini naklediyor.[36] Ahmed’in mezhe binde meşhur olan da odur.[37]
Bunlara göre de tetabu şartı koymadıkça geceler gündüzlere katılmıyor. Çünkü iki gün, bir günün çiftidir. Gün de gece olmadığı gibi, iki gün de de yoktur Gecelerin girmesi tetabudan dolayıdır.[38]
B.İtikâfta Mubah Olan Şeyler:
Mutekifin mescidde yiyip içmesi, mescidi kirletmemek için sofra koyması mubahtır.[39] Çünkü yemek kaçınılması imkânsız bir zarurettir. Mescidden fazla çıkmamak için elini yıkayıp abdest alacağı bir leğende bulundurabilir. Kimsesi yoksa yiyeceğini satın almaya çıkabilir. Abdesti sıkışınca çıkabilir, yenilemek için çıkmamalı. Çeşitli şekillerde temizlenmesinde bir mahzur yoktur. Resulullah (s.a.) itikâfta iken saçlarını tarıyordu. Koku sürünebilir, kıymetli elbise giyebilir. Yastık ve havlu ya da benzer şeyler bulundurmasında bir beis yoktur. Yalnız bunları namaz kılanlara ve mescide zarar verecek şekilde kullanamaz.
Yanında tefsir, hadis veya fıkıh kitabı bulun durması ve kendisi yanındakilere, talebelerine okuyup, okutmasında da bir mahzur yoktur. Bu Hanefi ve Şafiilerin görüşüdür. Mutekifin öğretmek veya öğrenmek için ilimle meşguliyetine cevaz veriyorlar. Bunda ibadetlerin tashihi vardır. Yanlışlar mı düzeltilmesi ve ilimle uğraşmanın fazileti Resulullah (s.a.)’in hadisi ile sabittir:
“Bir grup Allah’ın evlerinden bir evde toplanıp, Allah’ın kitabını okudular veya aralarında müzakere ettiler mi, onlara sekinet iner, rahmet onları kuşatır, melekler etrafını çevirir. Allah Teâlâ yanındakilere onları anar.”[40]
Beşinci Bölüm
İtikâfın önemi ve faydaları
İtikâfın önemi, insanın hayatındaki ibadetin yeri ve önemiyle beraber belirginleşir. İnsan belli bir hedef ve gaye için yaratılmıştır; Bu hedef ve gaye, yalnız Allah’a ibadettir. Onun için yaratılmıştır, onun için vardır insan, “Cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etmeleri için yarattım. Onlardan bir rızık istemem; Beni doyurmalarını da istemem. Şüphesiz rızıklandıran da, güç kuvvet sahibi olan da Allah’tır.” (Zariyat Suresi, 56-58) Ayetteki ibadetin anlamı: Tevhid ve taattir. Allah’ın uluhiyetinde birleşmesi, yalnız O’nun ibadete layık olması, bu ayetin birinci kastettiği şeydir. İbadet edilen bir ilah, mabudun arzusuna göre ibadet eden bir kul olması için, Kur’an nassının gözler önüne serdiği bir hakikattir bu.
İbni Kesir diyor ki:[1] “Ayetin anlamı şudur: Allah Teâlâ kullarını, O’na ortak koşmadan sadece O’na kulluk etmeleri için yarattı. Kim O’na itaat ederse tam mükâfatını verir, kim de asi olursa en şiddetli azapla cezalandırır onu. Onlara ihtiyacı olmadığını, bilakis onların her durumda O’na muhtaç olduğunu haber veriyor: O onların yaratıcısı ve rızıklandırıcısıdır.” İmam Ahmed, Ebu Hureyre’den (r.a.) şu hadisi rivayet ediyor: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: “Allah Teâlâ şöyle buyurur: Âdemoğlu! Yalnız Bana yönel; göğsünü zenginlikle doldurayım, ihtiyacını gidereyim. Yoksa göğsünü meşgalelerle doldurur ve ihtiyacını gidermem.”[2]
Demek ki ibadet, büyük bir görev, büyük bir istek, insanın üzerine eğilip uygulaması gereken bir gayedir. İnsan mal toplamak, geçici kazançlar elde etmek için var olmamıştır. Kulluk için vardır o. Onu gerçekleştirince varlık gayesini gerçekleştirmiş olur. Ardından da mükâfatlar gelir. Allah Teâlâ onu başkasına ihtiyaç duymaktan korur. Kalbini rıza, nefsini de zenginlikle doldurur. Bu ve benzeri manadaki ayetler, sapmaması, görevini bilmesi için insana yolunu açıklamaktadır. Her insanın hayat programıdır bu. Merhum Seyyid Kutub bu ayetin tefsirinde şunları söylüyor:
“Bu kısa nas, fert olsun cemaat olsun veya bütün dönemleri, asırları boyunca insanlığın idrak etmemesi halinde, yeryüzünde hayatın düz gün olmayacağı büyük evrensel hakikatlerden bir hakikati ihtiva etmektedir. Hayatın üzerine kurulduğu temel taş kabul edilen bu büyük hakikatin altındaki çeşitli anlam ve meramlara açılan bir zaviye vardır. Bu hakikatin çeşitli yönlerinden biri de şudur: Cin ve insin varlığını dile getiren bir gaye vardır. Bu gaye, yerine getirenin varlık nedenini yerine getirmiş olacağı, istenen şekliyle yerine getirmeyen veya aldırış etmeyenin de varlığındaki amacı iptal etmiş olarak kalacağı bir görevde temsil edilmiştir. Böyle birisi de hayatı, amaçlardan arınmış, birinci derecedeki değerlerin kaynaklandığı asil anlamlardan uzak, onu varlığa çıkaran sırlardan kopmuş, mutlak bir zarara girmiştir:
Onu bağlayıp koruyan, ona bekayı tefekkül eden varlığın sırrından kopan her varlığa isabet ettiği gibi... Cinni ve insi varlığın sırrına bağla yan vazife ve görev: Allah’a ibadet veya Allah’a kulluktur. Bir kul bir rab olacaktır. Kulluk eden bir abd, kulluk edilen bir Rabb... Kulun hayatı da bu esas göz önüne alınarak istikamet bulacaktır.”[3]
Evet, Kur’an ayetleri üzerinde bir tefekkür, ele alınan en bariz konunun, çeşitli üslup ve yollarla insanın dikkatini çekmek istediği noktanın: Allah’a iman, O’ndan madasını red, kullukta O’ nu ifrad ve ibadetle ihlas olduğunu gösterir. “Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir. Bütün işler O’na döndürülür. Öyleyse O’na kulluk et, O’na güven. Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (Hud Suresi, 123) “Öyleyse kendilerini açken doyuran ve korku içindeyken güven veren bu Kâbe’nin rabbine kulluk etsinler.” ( Kureyş Suresi, 3-4) “Ey İnsanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz ki O’na karşı gelmek ten korunabilesiniz.” (Bakara Suresi, 21)
“Doğrusu tevhid dini olan Müslümanlık, bir tek din olarak sizin dininizdir ve Ben de Rabbinizim, artık Bana kulluk edin.” (Enbiya Suresi, 92) Peygamberlerin gönderilmesi, kitapların indirilmesi de bu mananın gerçekleşmesi içindir
“And olsun ki her ümmete: “Allah’a kulluk edin, azdırıcılardan kaçının diyen peygamberler göndermişizdir. Allah içlerinden kimini doğru yola eriştirdi, kimini de sapıklığa halk etti. Yeryüzünde gezin, peygamberleri yalanlayanların sonlarının nasıl olduğunu görün.” (Nahl Suresi, 36)
“Senden önce gönderdiğimiz her peygambere, ‘Benden başka ilah yoktur, bana kulluk edin.’ diye vahy etmişizdir.” (Enbiya Suresi, 26)
İbadetin her şeriat ve semavi dindeki önemi, özellikle de İslâm şeriatında ve Müslümanın hayatındaki yerini belirledikten sonra İtikâfın ibadet çeşitlerinin en önemlilerinden ve bu amacın en çok gerçekleştiği bir ibadet olduğunu da vurgulayalım. İtikâf, ibadete yönelme, nefsi geri kalan şeylerden kısıtlamaktır. Bütün hareket ve tavırların yalnız Allah’a olması için nefsi Allah’ın evlerinden bir evde hapsetmektir. İtikâf pek çok ibadeti içermektedir.
Başka bir ibadette bu özellikler bulunmaz;
- Namazı vaktinde eda etmesine neden olur. Ne geciktirmesine nede kılmasına bir engel yoktur. Zaten mescidde itikâftadır, namazını da cemaatle kılacaktır. Sahih hadislerle sabit olduğu gibi, cemaatle kılınan namazın münferid kılınan namazdan yirmi yedi defa daha faziletli olması da bir örnektir.[4] Mutekif dışındaki bir Müslümana ise, bilhassa asrimizin meşgaleleri göz önüne alındığında böyle düzenli bir şekilde nasib olmayabilir.
- İtikâf insanın namazı huşu ve huzur içinde kalmasına yardımcı olur. Çünkü mutekif, itikâf ile beraber kalbini ve azalarını Allah’a, taate götüren şeyler dışında her şeyden kapamıştır İtikâf onu bütün lüzumsuz işlerden arındırıp, ihtiyaç duyduğu kalbi saflığa, huzura ve salim düşünceye kavuşturur...
“Sabır ve namazla Allaha sığınıp yardım isteyin; Rablerine kavuşacak ve O’na döneceklerini umanlar ve huşu duyanlardan başkasına namaz elbette ağır gelir.” (Bakara Suresi, 45-46) “Müminler saadete ermişlerdir. Onlar namaz da huşu içindedirler. Onlar boş şeylerden yüz çevirirler.” (Müminûn Suresi, 1-3)
- İtikâfın faydalarından biri de, insana nafile namaz kılma imkânı sağlamasıdır. Çünkü mutekif Rabbine ayırmıştır o anı, yaratıcısının ibadetiyle meşguldür. Düşüncesi ona münacat, gayesi O’na kavuşmaktır. Saadeti O’nu zikirdedir. Huzuru ve güveni O’nun önünde tezellüldedir. Bunların hepsi de namazla gerçekleşir. Bunun için Resulullah (s.a.), “Benim mutluluğum namaz da kılındı.” buyurmuştur.[5] “Bizi rahatlandır ya Bilal!” diyordu.
Ebu Hureyre’den (r.a.) Allah Resulü (s.a.) buyurdu ki: “Kulun, Rabbi Azze ve Celle’ye en yakın olduğu an secdedeki anıdır. Duayı çok ediniz.”[6]
Ubade b. Samit’ten (r.a.), Resulullah’ın (s.a.) şöyle buyurduğunu duydum: “Allah’a secde eden bir kul yoktur ki Allah Teâlâ o secdeyle ona bir hasene yazıp bir günahını silerek onu bir derece yükselt(mesin). Çokça secde ediniz.”[7]
- İtikâfın faydalarından biri de, mutekifin ilk saflarda namaz kılma imkânı bulmasıdır. Çünkü birinci saftaki ecir ve fazileti insanlar bilselerdi, kura çekmek durumunda kalırlardı. Ne var ki insanların çoğu gaflet edip Allah’ın sevabını önemsemiyorlar. Ebu Hureyre’den (r.a.) Resulullah (s.a.) buyurdu ki: “İnsanlar ezanda ve ilk safta olanı bilselerdi, (bunu elde etmenin de) kur’a çekmekten başka yolu olmadığını görseler, kura çekerlerdi.”[8] Yine Ebu Hureyre’den: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: “Erkeklerin saflarında en hayırlısı ilki, en şerlisi de sonuncusudur. Kadınların saflarında da en hayırlısı sonuncusu, en şerlisi ilkidir.”[9] Ebu Umame’den (r.a.) Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: “Allah ve melekleri ilk safa salat ederler. Dediler ki: ‘Ya Resulullah: İkinci safa?’ Buyurdu ki: ‘Allah ve Melekleri ilk safa salat ederler.’ Dediler ki: ‘Ya Resulullah ikinci safa?’ Buyurdu ki: İkinciye de.”[10]
Bu faziletin elde edilmesi mutekif için mescidde kalıyor olmasıyla daha kolaydır.
- İtikâfın faydalarından biri de mutekifin, namazı bekleyen kimsenin sevabını elde etmesidir. Resulullah’ın (s.a.) şöyle buyurduğu sabittir: “Sizden birinizi namaz alıkoyup evine gitmesine ondan başka bir engel bulunmadığı sürece namazdadır.”
Başka bir rivayette de: “Sizden birinizi namaz alıkoydukça namazdadır. Melekler de namazgâhından kalkmadıkça veya abdestini bozmadıkça: ‘Allah’ım onu mağfiret et. Allah’ım ona rahmet et!’ derler.”[11] Abdullah b. Ömer’den (r.anhuma): Resulullah (s.a.) ile beraber akşamı kılmıştık. Giden gitmiş, kalan da kalmıştı. Buyurdu ki: “Müjde! Rabbiniz gök kapılarından birini açıp sizinle meleklere iftihar ederek buyurdu ki: Kullarıma bakın! Bir farzı bitirdiler, öbürünü bekliyorlar.”[12]
Ebu Umame (r.a.) Resulullah’tan (s.a.) rivayet ediyor: Buyurdu ki: “İkisi arasında boş söz olmadan bir namazın peşindeki namaz, en yüksek derecede bir kitaptır.”[13]
- İtikâfın bir başka faydası da nefsin mescidlerde durmaya alıştırılıp kalbin oraya bağlanmasıdır. Resulullah’tan (s.a.) gelen sahih haberlere göre Allah Teâlâ’nın gölgesinden başka bir gölge bulunmadığı bir günde gölgelendireceği yedi kişiden biri de, kalbi mescidlere bağlı olan adamdır.[14]
Ebu Hureyre (r.a.) Resulullah’tan (s.a.) rivayet ediyor Namaz ve zikir için mescidleri yer edinen birine Allah Teâlâ, uzakta olan birine döndüğünde ailesinin güler yüz gösteriye yaklaştığı gibi (muamele ederek) yaklaşır.[15] Yine Ebu Hureyre’den (r.a.) rivayetle Resulullah buyurdu ki: “Mescidlerin kazık (gibi sabit olan)ları vardır. Melekler onların arkadaşlarıdırlar. Gelmeseler ararlar onları, hastalansalar ziyaret ederler, bir ihtiyaçları olsa yardım ederler onlara. Sonra da buyurdu ki: Mescid arkadaşı üç haslet üzeredir. Yararlanılan bir kardeş, hikmetli bir söz ve beklenen bir rahmet.”[16] Ebu Derda (r.a.) diyor ki: Resulullah’ı (s.a.) şöyle derken işittim: “Mescid her muttakinin evidir. Mescid evi olana Allaha Teâlâ, ruh, rahmet ve sırattan Allah’ın rızasına ve cennetine geçmeyi tekeffül eder.”[17]
- Bir başka faydası da nefse gece kıyamını kolaylaştırmasıdır. Zira Allah’ın kolaylaştırdığı dışında nefse zor gelen bir şeydir bu. Şeytan, muttakilerin bu dünyadaki cenneti, müminlerin kazancı olan bu faziletin ecriyle onun arasına girmek için kulu engellemeye çalışır. Ebu Hureyre (r.a.) rivayet ediyor: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: “Sizden biriniz uyuyunca şeytan ensesinde üç düğüm bağlar. Her düğümde ‘Uzun bir gecen var, uyu (der).’ Uyanıp Allah Teâlâ’yı zikrederse bir düğüm çözülür. Abdest alırsa bir düğüm daha çözülür. Namaz kılarsa hepsi çözülür. Canlı ve iyi bir halde sabahlar. Aksi hal de tembel ve halsiz olarak sabahlar.”[18] Ebu Malik el-Eşari (r.a.) Peygamberden (s.a.) şöyle rivayet ediyor: “Cennette dışı içinden, içi de dışından görünen odalar vardır. Allah Teâlâ onları, yemek yediren, selamı yayan ve insanlar uykuda iken gece namaz kılanlara hazırladı.”[19]
Ali’den (r.a.) de şöyle rivayet edilmiştir: Resulullah’ı (s.a.) şöyle derken işittim: “Cennette bir ağaç vardır, üstünden güzel ziynetler çıkar, altından da altından bir at: Eğerlenmiş, inci ve yakuttan gemlenmiştir. Büyük ve küçük dışkısı yoktur. Göz alabildiğine uzunluğu olan kanatları vardır. Cennet ehli ona binerler ve onları istedikleri yere uçurur. Derecede onlardan aşağı olanlar derler ki: ‘Ya Rabbi kulların bu kerametlere neyle ulaştılar?’ Onlara denilir ki: ‘Onlar gece namaz kılıyor, siz uyuyordunuz, onlar oruç tutuyor, siz yiyordunuz, onlar infak ediyor, siz cimrilik ediyordunuz, onlar savaşıyor, siz korkuyordunuz.’”[20]
Esma binti Yezid (r.anha) Resulullah’tan (s.a.) şunu rivayet etmektedir. Kıyamet günü insanlar bir meydanda haşr edilir. Bir münadi şöyle nida eder: “Nerede yataklarından uzak kalanlar. Pek az kimseler olarak kalkarlardı. Cennete hesapsız olarak girerler. Sonra diğer insanların hesabı emredilir.”[21]
- İtikâfın faydalarından biri de şudur: Hayat gereklerinin ve dünya metainin, süslerinin körelttiği kalplere de böylece dünya ya bağlanıp ebedi orada kalacakmış gibi davranıp ahireti unutmaları, sanki oraya hiç gitmeyecekmiş gibi olmalarına karşı kalbi zühtün ve hafifliğin gelmesine vesile olur. Dünya ve süslerine karşı uyarıp kullarının gözünü açar Allah Teâlâ’nın ayetlerini düşünelim:
“De ki: Dünya geçimliği azdır, ahiret Allah’a karşı gelmekten sakınan için hayırlıdır, size zerre kadar zulmedilmez.” (Nisa Suresi, 77) “Dünya hayatı sadece oyun ve oyalanmadır; ahiret yurdu sakınanlar için daha hayırlıdır.” (Enam Suresi, 32)
“Dinlerini oyun ve eğlenceye alanları, dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak. Kur’an ile ö güt ver ki bir kimse kazandığı ile helake düşmeye görsün, o takdirde Allah’tan başka ona ne bir yardımcı, ne de bir kurtarıcı bulunur; her türlü fidyeyi de verse kabul olunmaz. Kazandıklarından ötürü yok olanlar işte bunlardır. İnkâr etmelerin den dolayı kızgın içecek ve can yakıcı azab onlaradır.” (Enam Suresi, 70)
- İtikâfın faydaları arasında mutekifin orucunu ve nemime gibi fısk ve günahlardan koruması da vardır. İtikâf özellikle fesadın yayıldığı günümüzde gözün haraklardan korunmasına vesiledir. Sapkın toplumlardaki kadınların, çıplakların şerrinden Müslümanın kendisini koruyabilmesi, itikâf dışında oldukça zordur. Aynı zamanda kulağı da, korumak pek de kolay olmayacak kadar yayılan müzik ve benzeri haramlardan korur. Cennetten başka karşılığı olmayan, makbul bir orucun sahibi tarafından muhafaza edilmesi gerekir. Bu da en iyi şekliyle itikâfta veya benzerinde gerçekleşir.
- Nefsi sabır ve taata alıştırıp eğitmesi de itikâfın faydalarındandır. Çünkü insan nasıl, taatla emr olunuyorsa, aynı şekilde sabırla da emr olunmaktadır. Nefis kötülüğü emreder. İnsanoğlunun damarlarında dolaşan şeytan da onu itaattan alıkoyup ona devam etmesini engeller. Bunun için Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Sabah akşam Rabblerinin rızasını dileyerek O’na yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma.” (Kehf Suresi, 28) “O göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. O’na ibadet et ve bu ibadette sabırlı ol. Hiç O’na benzeyen bir şey bilir misin?” (Meryem Suresi, 65)
- Nefsin günahlardan alıkonup buna sabretmesi de itikâfla elde edilebilen şeylerdendir. Kişi günah olan bir şeyi terk eder. Ama ondan da ha önemlisi bu terk edişe sabretmesidir. Arzulara muhalefette sabır, nefisle mücahede ve sabrı isteyen bir şeydir. Allah Teâlâ buyuruyor ki: “Ben nefsimi temize çıkarmam: Çünkü nefs, Rabbimin merhameti olmadıkça kötülüğü emreder. Doğrusu Rabbim bağışlayandır, merhamet edendir.” (Yusuf Suresi, 53)
“Ama kim Rabbinin azametinden korkup da kendini kötülükten alıkoymuşsa varacağı yer şüphesiz cennettir.” (Naziat Suresi, 40-41)
- Bir diğer faydası da nefis muhasebesi düzeltilip eksiklerinin, yanlışlarının ve hastalıklarının belirlenmesine fırsat sağlamasıdır. Bir nevi, gelişip tehlikesi yayılmamak için, nefsi hastalıkların tedavi edildiği bir yerdir. Nasıl, bedenler doktorun tedavisine muhtaçsa, nefislerde öyledir.
Bunlar itikâfın pek çok faydalarından bir demettir. Bu sünneti yaşayıp tatbik edenler bunu idrak ederler.
Allah Teâlâ’dan nefislerimizin ıslahında bize yardım etmesini, bu sünnetin ihyasına bizi muvaffak kılmasını, ihyasıyla da Beytullah’ı imar etmemizi, faydalarından ve menfaattarından pay sahibi olmayı lütfetmesini diliyorum. Bizi en doğru olana hidayet etsin. İstenenlerin en iyisi o’dur. Allah’tan başka bir güç ve yardımcı da yoktur.
Kaynak:
Dipnot:
[1] Sart, lügatte alâmet anlamınadır. Istılahta ise şöyle tarif edilir: “Yokluğundan yokluk gereken, varlığından da varlık veya zati yokluk gerekmeyen...” Bkz. el-Baci, el-Hudud, 60; Cürcani, et-Ta’rifat, 111; Ebu’l Beka el-Küfi, el-Külliyat, 3/64-65; İrsadu’l Fuhül, 7; Tankihu’l Fusûl, 82; İbni Neccar, el-Kevkeb et-Münir, 1/451-452; Kasım el-Konevi, Enisu’l Fukaha, 84
[2] Bedalu’s Sanai, 3/1056; Şerhu’r Risale, 1/354; Muğni’l Muhtac, 1/454; Keşşafu’l Kina’, 2/404; Münteha el-İradat, 1/229
[3] Müslim, Kitabu’l Akdiye, 3/1344; Ebu Davud, Kitabu’s Sünne, 4/200
[4] Bkz Bedaiu’s Sanai, 3/1056; ed-Dürrü’l Muhtar maa Haşiyeti İbni Abidin, 2/441; Hasiyetu’d Desuki ala Serhi’l Kebir 1/541; Serhu’r Risale, 1/354; Revda tu’t-Talibin li’n-Nevevi, 2/396: Zadu’l Muhtac, 1/ 546; Keşfu’l Kina, 2/404, Münteha el-Iradat, 1/229
[5] Buhari bu hadisi Ali’den (r.a.) mevkuf olarak rivayet ediyorsa da merfu hükmündedir. Bağavi ve İbni
Hacer’in kayıtları da böyledir. Ebu Davud ve Nesal hadisi merfu ve mevkuf olarak rivayet ettiler. İbni Mace, Hâkim ve diğerleri de bu hadisi rivayet etmişlerdir. Hadisin yolları değişik fakat lafızları yakındır. Bir kısmı sahih isnatlarla merfu olarak, bazısı da mevkuf ve munkatıdır. Netice olarak: Hadis, sahih ve meşhurdur, delil olarak kabul edilebilir. Cumhur gereği ile amel etmiştir. Bkz. Fethu’l Bari, 9/388 (Kitabu’n Nikah); Avnu’l Mabud, 12/87: Süneni Ebi Davud, 6/229: Sünen Nesai, 6/127 (Kitabu’t Talak: Süneni İbni Mace, 1/658; el-Müstedrek, 2/59; Nasbu’r Raye, 4/161: Elbani, Kitabu’l Cerh ve İravu’l Galil fi-Tahrici Ahadisi Menaru’s Sebil, 2/4
[6) Bkz. Bedalu’s Sanal, 3/1056: ed-Dürru’l Muhtar, 2/ 441; Haşiyetu’d Desuki, 1/544; Nevevi, er-Revda, 2/ 396; Muğni’l Muhtaç, 1/454; Keşşafu’l Kina, 2/404; el-Mübdi, fi-Şerhi’l Mukni, 3/83
[7] Ayetin tefsiri için bkz. Cessas, Ahkamu’l Kur’an, 2/201; Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l Kur’an, 2/ 1770: Tefsiri İbni Kesir, 1/499
[8] İki hadiste meşhurdur. Onlarla amel de muttefekun aleyhtir. Fakat sened yönünden tartışılmışlardır. Birinci hadisin tenkidi basittir. Senedi normal kabul edilir, Zeylai’ye göre hasen ise de bazılarına göre senedinde Effet bulunduğu için (Hattabi’nin zikrettiği gibi) zayıftır. Gerçek olan ise meçhul olmayışıdır. Sözü edilen Eflet; Erlet b. Halife’dir. Füleyt b. Halife el-Amiri (ya da el-Hazel) de denmiştir. İmam Ahmed onun için sunu söylüyor: “Onda bir sakınca görmüyorum.” Ebu Hatim er-Razi ondan sorulduğunda da şunu söyledi: “Şeyhtir.” Buhari Cesire binti Deccace’den dinlediğini hikâye etti. Bu hadisi İbni Hüzeyme sahih, İbni Kattan hasen görür. İbni Mace’nin rivayet ettiği ikinci hadiste ise tenkit fazladır. Zevaid sahibi şöyle diyor: İsnadı zayıftır. Çünkü senedinde sika kabul edilmeyen Mahdüç ez-Züheli ve meçhul olan Ebu’l Hattab el Haceri vardır. Bkz. Süneni Ebi Davud (Şerhi Avnu’l Mebdudla beraber), 1/391: Süneni İbni Mace, 1/212, Askalani Telhisu’l Habir fi Tahrici ehadisi, er-Rafi, 1/139: Nasbu’r Raye, 1/193
Şerhu Fethu’l Kadir, 2/390; er-Risale, 1/355; Haşiyetu’d Desuki, 1/541; Nevevi, er-Revda, 2/395; Mugni el-Muhtaç, 1/450: Keşşafu’l Kina, 2/409
[9] Bedaiu’s Sanai, 2/1057; Tebyinu’l Hakaik, 1/348
[10] Buhari (Kitabu’n Nikâh), 3/238; Müslim (Kitabu’l İmare), 3/1515
[11] Bkz. Cessas, Ahkamu’l Kur’an, 1/242: Bedalu’s Sanal 3/1065; Tebyinu’l Hakaik, 1/348; Mebsut, 3/ 115: el-Kafi, 1/352: Haşiyetu ed-Desuki, 1/541; el Mecmu, 6/508; el-Muğni, 3/189
[12] Cassas, Ahkamu’l Kur’an, 1/242; Tefsiru’l Kutrubi, 1/708; el-Muğni, 3/189
[13] Bkz. Bedailu’s Sanai, 3/1065: Fetava Kadihan, 1/ 221; el-Kafi 1/353; Bidayetu’l Muctehid, 1/302; el-Mecmu, 6/511; Muğni’l Muhtac, 1/451; el-Muğni, 3/189; Keşşafu’l Kina, 2/409; el-İfsah, 1/261
[14] Beyhaki (Babu’l İtikâf), 4/316: Abdürezzak, Musannaf, 4/348
[15] Hadiste inkita vardir: Dahhak Huzeyfe’den işitmemiştir. Bkz. Sünen ed-Darekutni, 2/200
[16] Cessas, Ahkamu’l Kur’an, 1/242; Tefsiru’l Kurtubi, 1/708; Bedaiu’s Sanai, 3/1064
[17] İmam Malik b. Enes, el-Müdevvene el-Kübra, 1/231 Bidayetu’l Müctehid, 1/303
[18] er-Ravda, 2/398; Muğni’l Muhtac, 1/451; el-Mecmu, 6/509
[19] el-Muğni, 3/190-191: Kesfu’l Kına, 2/411
[20] Cassas, Ahkamu’l Kur’an, 1/243; Bedaiu’s Sanai 3/1066: Fetava Kadihan, 1/221; ed-Dürru’l Muhtar (İbni Abidin haşiyesiyle beraber), 2/441
[21] Buhari, Kitabu’t Teyemmüm, 1/70; Tirmizi (Tuhfe ile beraber) 2/260; İbni Mace (Kitabu’t-Tahare), 1/188
[22] Bkz. el-Muğni, 3/191
[23] Bu hadisi İbni Ömer (r.a.) Resulullah’tan (s.a.) rivayet etti. Ebu Davud, namaz kitabında zikrettikten sonra üzerinde konuşmadı. Nevevi, el-Mecmu’da diyor ki: İbni Ömer’in hadisi sahihtir, Ebu Davud, Buhari’nin şartına göre bu sahih bir isnaddır kaydıyla rivayet etmiştir. Bkz. Sünen-i Ebi Davud, 1/155; el-Mecmu, 4/94
[24] Ebu Davud, (Kitabu’s Sala) Nevevi’nin kaydına göre Müslim’in şartlarına göre sahih bir isnadla, 1/ 156; el-Mecmu, 4/95
[25] 1/243, 244
[26] Bedaiu’s Sanai, 3/1056, Haşiyeti İbni Abidin, 2/441; Serhu Münhi’l Celil ala Muhtasarı’l Allame Halil, 1/421; Haşiyetu’d Desuki, 1/545; er-Ravda, 2/396;
Mugni’l Muhtac, 1/452; el-Muğni, 3/205; Keşşafu’l Kina, 2/408
[27] Bkz. Ayni, el-Binaye fi-Serhi’l Hidaye, 3/407; Serhu Fethu’l Kadir, 2/390; Haşiyetu İbni Abidin, 2/ 442; Bezlu’l Mechud fi-Halli Ebi Davud, 11/361
[28] Bkz. el-Müdevvene, 1/225; el-Kafi, 1/352; Bidayetu’l Müctehid, 1/305; Haşiyetu’d Desuki, 1/542
[29] Bkz. Fetava Şeyhu’l İslam İbni Teymiye, 25/292: Zadu’l Mead, 1/171
[30] Mecmu, 6/515
[31] Muğni, 3/188; Kessafu’l Kına, 2/406
[32] el-Muhalla, 5/267
[33] Hadis bu lafızla çeşitli yollardan rivayet edilmiştir. Bunlardan biri de Ebu Davud’un Abdurrahman b. İshak, Zühri, Urve Aişe kanalıyla yaptı rivayettir. Bu senedeki Abdurrahman’dan, Müslim sahihinde rivayet almıştır. Yahya b. Muin tevsik etmiş, başkaları da övmüştür onu. Münziri’ye göre de, onu tenkit edenler olmuştur. Beyhaki de Leys b. Akil ve İbni Şihab kanalıyla rivayet etmiştir. Darekutni, İbrahim b. Mahşer yoluyla aynı manada başka bir hadiste rivayet eder: İbni Ebi Urübe, Hişam’dan, o da babasından, o da Aişe’den şöyle rivayet etti: Oruçsuz itikâf yoktur. (Zeylel’ye göre) Hadisin değişik yollarda gelmesi, onu amel edilecek güce getirmektedir. Bir başka yönden ele alacak olursak, Muhaddislere göre sahabinin sünnet şöyledir... demesi merfudur; mezkur hadis ya seneden ya da hükmen merfu olur. Çünkü bu tip şeyler reyle bilinmez. Bu hadisle amel etmeyi kuvvetlendiren şeylerden biri de Resulullah’ın (s.a.) itikâfa oruç ayında devam etmiş olmasıdır; oruçsuz itikâfa girmemiştir. Bkz. Sünenu’l Beyhaki, 4/ 315; Muhtasaru’l Süneni Ebu Davud, 3/345; Nasbu’r Raye, 2/486; I’lâu’s Sünen, 9/156; Sünen-i Darekutni, 2/201
[34] Hadisi Ebu Davud, Hakim, Beyhaki ve Darekutni rivayet etmiştir. Rivayet Abdullah b. Bedil etrafında dönüyor, o da zayıftır. Buhari ve Müslim de aynı hadisi rivayet ettiler, fakat onların rivayetinde “oruç” yoktur. Aişe’nin r.anha) sözü hadisi kuvvetlendiren bir delildir; “Oruçsuz itikâf yoktur.” Bkz. Süneni Ebu Davud, 2/334; el-Müstedrek, 1/ 439; Sünenu’l Beyhaki, 4/316; Süneni Darekutni,2/200
[35] Hadisi Darekutni, Beyhaki ve Hâkim Süveyd b. Abdülaziz, Süfyan b. Hüseyn, Zühri, Urve, Aişe kanalıyla merfuen rivayet etmiştir. Hadis Süveyd’in üzerinde dönüyor; Darekutni’ye göre bu rivayetinde tektir. Beyhaki diyor ki: Süveyd zayıftır, tek kaldığı rivayetleri kabul edilmez. Zeylai’nin kaydına göre Atâ’dan o da Aişe’den mevkuf olarak da rivayet edildi. Bkz. Süneni Darekutni 2/199; Süneni Beyhaki, 4/317; el-Müstedrek, 1/440; Nasbu’r-Raye, 2/486
[36] Bedaiu’s Sanai, 3/1057
[37] Tebyinu’l Hakaik, 1/348
[38] Buhari (Sindi haşiyesi ile beraber), 1/346: Sahih-i Müslim, 2/831
[39] Buhari, 1/348; Müslim, 3/1277
[40] Bkz. Sünen-i Darekutni, 2/198-199
[41] Beyhaki ve Darekutni. Darekutni diyor ki: Ebubekir es-Susi merfudur dedi, başkalarına göre merfu değildir. Hâkim de rivayet ettikten sonra şöyle diyor: İsnadı sahihtir, fakat Buhari ve Müslim rivayet etmediler. Bkz. Sünen-i Beyhaki, 4/319; Sünen-i Darekutni, 2/199; el-Müstedrek, 1/439: Nasbu’r Raye, 2/490
[42] Kitabın önsözünde İbni Kayyım’ın yazısı olduğu gibi aktarılmıştı. Tekrardan kaçınmak için bura ya, ilavesiyle beraber son kısmını alacağız. (mütercim) Seyhu’l İslam İbni Teymiye de bu görüştedir.
[43] Zadu’l Mead, 1/170
[44] Bedaiu’s Sanai, 3/1067
[45] Bkz. el-Binaye fi Şerhi’l Hidaye, 3/409: Umdetu’l Kari, 11/140; Ahkamu’l Kur’an (Cassas), 1/245: Bedaiu’s Sanai, 3/1058; Tebyinu’l Hakaik, 1/349; İ’lau’s Sünen, 9/157
[46] Bkz. Müdavene, 1/234, el-Kafi, 1/352; Haşiyetu’d Desuki, 1/550; Serhu’r Risale, 1/356
[47] Bkz. Ravdatu’t Talibin, 2/391; el-Mecmu, 6/517
[48] Muğni, 3/210; Keşşafu’l Kina, 2/404
[49] Bkz, el-Muhalla, 5/264
[50] Bkz. Ahkamu’l Kur’an, 1/245
Üçüncü bölüm dipnot:
[1] Bkz. Bedaiu’s Sanai, 3/1073; Haşiyetu İbni Abidin, 2/450; Haşiyeti’d Desûki, 1/543; el-Mecmu, 6/549; el-Muğni, 3/197; Keşşafu’l Kina, 2/422; el-Fıkhu ala-Mezahibi’l Erbaa, 1/587
[2] Bkz. Bedaiu’s Sanai, 3/1071: Tebyinu’l Hakalk, 1/ 352: el-Mebsut, 3/123; ed-Dürru’l Muhtar maa Haşiyetihi, 2/450; el-Kâfi, 1/354; Bidayetu’l Mültehid, 1/306; Tefsiru’l Kurtubl, 1/707; Tefsiri İbni Kesir, 1/224: el-Mecmu, 6/556; el-Mugni. 3/196; Keşşafu’l Kina, 2/421; el-Fıkhı ala-Mezahibi’l Erbaa, 1/585
[3] Bkz, el-Mecmu, 6/556; el-Muhalla, 5/283
[4] Hadisi bu lafzıyla ibni Mace, Evzai, Ata ve İbni Abbas silsilesiyle rivayet etti. Zevaid sahibi de inkıta olmasa, isnadı sahihtir dedi. Hâkim de aynı silsile ile rivayet ettikten sonra Sahihayn’ın şartlarına göre sahih bir hadistir, fakat rivayet etmediler, dedi. Zeylei ve diğerlerinin zikrettiği başka yolları da vardır hadisin, Sonuç olarak; hadis fukaha arasında meşhurdur ve amel edilen bir hadistir. Bkz. Süneni İbni Mace, 1/659; el-Müstedrek, 2/198; Nasbu’r Raye, 2/64; Irvau’l Galil, 1/123
[5] Bkz. Mebsût, 3/123; Tebyinu’l Hakalk, 1/352; el Müdevvene, 1/226; el-Muğni, 3/196; Münteha el İradat, 1/233; Keşşafu’l Kina, 2/421; el-Fıkhu âlâ Mezahibi’l Erbaa, 1/585
[6] Bedaiu’s Sanai, 3/1073
[7] Bkz. Cassas, Ahkamu’l Kur’an, 1/246; el-Müdevvene, 1/238: el-Mecmu, 6/556; el-Mugni, 3/198; Keşşafu’l Kina, 2/421.
[8] Buhari (Ebvabu’l İtikâf), 1/345; Müslim, 1/244 (Kitabu’l Hayd)
[9] el-Kafi, 1/354; Bidayetu’l Müctehid, 1/306; el Mecmu, 6/557
[10] Mebsut, 3/123; Bedaiu’s Sanai, 3/1073: Dürru’l Muhtar, 2/450; el-Muğni, 3/198; Keşşafu’l Kina, 2/421
[11] Muğni’l Muhtac, 1/452
[12] Bidayetu’l Muctehid, 1/306
[13] Bedaiu’s Sanai, 3/1073; Dürru’l Muhtar, 2/450; el Mecmu, 6/558; Muğni el-Muhtac, 1/452
[14] el-Fıkhu ala-Mezahibi’l Erbaa, 1/585
[15] Bedaiu’s Sanai, 3/1074; ed-Dürru’l Muhtar, 2/445; el-Müdevvene, 1/228; el-Mecmu, 6/558; Keşşafu’l Kina, 2/415
[16] Bedaiu’s-Sanai, /1074; el-Mebsut 3/119 el-Müdevvene, 1/227; el-Kafi, 1/354; el-Mecmu, 6/550; el-Muğni, 3/206; Keşşafu’l Kina, 2/417; Münteha el-İradat, 1/232
[17] el-Muhalla, 5/289
[18] Buhari (Ebvabu’l İtikâf), 1/347; Ebu Davud (Kitabu’l İtikâf), 2/334
[19] el-Mecmu, 6/551; el-Muğni, 3/206
[20] Buhari, 1/345; Ebu Davud, 2/332
[21] Şerhu Fethu’l Kadir, 2/396, el-Binaye Serhu’l Hidaye, 3/411: Cassas, Ahkamu’l Kur’an, 1/248; el Müdevvene, 1/227; el-Kâfi, 1/253; el-Mecmu, 6/ 528; el-Muğni, 3/192; Keşşafu’l Kina, 2/414: Münteha el-İradât, 1/231
[22] Bkz. el-Binaye Şerhu’l-Hidaye, 3/411; el-Mebsur. 3/117: Bedaiu’s-Sanai, 3/1068; Muğni, 3/1068: 3/192: Keşşafu’l Kina, 2/416; Münteha el-İ’radat, 1/231
[23] Haşiyetu’d Desuki, 1/543
[24] el-Kâfi, 1G353
[25] el-Mühezzeb, 6/543
[26] el-Kafi, 1/353; Haşiyetu’d Desuki, 1/543; Şerhu’r Risale, 1/355
[27] el-Mecmu, 6/544; Muğni el-Muhtaç, 1/450
[28] Bkz, Bedaiu’s Sanai, 3/1068; el-Muğni,
[29] el-Binaye Şerhu’l Hidaye, 3/413; 3/1068 Bedaiu’s Sanai
[30] el-Muğni, 3/192
[31] Buhari (Ebvabu’l İtikâf), 1/346; Süneni Ebu Davud (Kitabu’l İtikâf), 2/333; İbni Mace (Kitabu’s Siyam), 1/566
[32] Bedaiu’s Sanai, 3/1070; el-Muğni, 3/194
[33] Bedaiu’s Sanai, 3/1070
[34] el-Muğni, 3/194
[35] Bedaiu’s Sanai, 3/1069; el-Mebsut, 3/118; Haşiyetu İbni Abidin, 2/447
[36] el-Müdevven 1/229; Haşiyetu’d Desuki: 1/548; er-Risale, 1/358
[37] el-Mecmu. 6/541: Mugni’l Muhtac, 1/458; Zadu’l Muhtac, 1/549
[38] el-Muğni, 3/194: Keşşafu’l Kina, 2/418
[39] el-Mecmu’, 6/542; el-Muğni, 3/194
[40] İbni Mace, 1/565 (Kitabu’s Siyam)
[41] Darekutni (Babu’l İtikâf), 2/200; İbni Ebi Seybe, el-Musannef, 3/87-88 (Kitabu’s Siyam)
[42] el-Fethu’r Rabbani, 10/248; Süneni İbni Mace, 1/1 565 (Kitabu’s Siyam): Musannafu İbni Ebi Seybe, 3/88
[43] Hadiste zaaf vardır; silsilesinde tenkit edilen Leys b. Ebi Süleym vardır. Bkz. Süneni Ebi Davud, 2/ 333 (Kitabu’s Savm); Muhtasarı Süneni Ebu Davud, 3/343; Telhisu’l Habir, 2/219 (Kitabu’l İtikâf)
[44] Nevevi’nin nakli için bkz, el-Mecmu, 6/542
[45] ed-Dürru’l Muhtar, 2/448
[46] Muğni’l Muhtac, 1/457
[47] Keşşafu’l Kina, 2/418
[48] el-Muğni, 3/195; el-Muharrar fi’l Fıkh, 1/232
[49] el-Müdevvene, 1/228
[50] Bedaiu’s Sanai, 3/1073; el-Mebsût, 3/126; Haşiyetu İbni Abidin. 2/450
[51] el-Müdevvene, 1/226; Serhu’r Risale, 1/356; Haşiyetu’d Desuki, 1/551
[52] el-Mecmu, 6/548; Muğni’l Muhtac, 1/45
[53] el-Muğni, 3/199-200; Keşşafu’l Kina, 2/416
[54] Bedaiu’s Sanai, 3/1073; el-Müdevvene, 1/225: el Kafi, 1/355
[55] Mekruh lügatte sevilenin, istenilenin zıddıdır. Istılahta ise: Bir arızla beraber nehyin sabit olduğu şeydir. Hükmü: Terkinde sevap, yapılmasında da ikap endişesi vardır. Helal olduğuna inanan tekfir edilmez. Bkz. es-Sihah, 6/2247; el-Muğarrab, 2/ 217; Lisanu’l Arab, 13/534; el-Misbah el-Münir, 2/819; Tefsiru’l Tahrir, 2/225: el-Mustasfa, 1/79; et Ta’rifat, 156; Serhu’l Kevkeb el-Münir, 1/413; Enisu’l Fukaha, 102-103
[56] Bkz. Buhari (Sindi haşiyesi ile) Kitabu’l Eyman ve’n-Nezr, 4/159-160
[57] Buhari (Sindi haşiyesi ile), Kitabu Bedi’l Halk; Babu Eyyami’l Cahiliyye, 2/318
[58] Süneni Ebu Davud, Kitabu’l Vesaya, Münziri diyor ki: Hadiste zaaf vardır, isnadında, hakkında konuşulan Yahya b. Muhammed el-Medeni el-Cari vardır. Bkz. Muhtasari Süneni Ebu Davud, 4/152
[59] Şerhu Müsnedi Ebi Hanife (Molla Ali el-Karl), 514
[60] Tirmizi ve Daremi rivayet etti. Zayıftır. Senedinde hakkında konuşulan, İbni Lüheya vardır. Bkz. Tuhfetu’l Avezi 7/204; Süneni Daremi, 2/299
[61] Sahihi Buhari (Kitabu’l-Edeb), 4/54; Müslim (Kitabu’l-İman) 1/68
[62] Şerhu Fethu’l Kadir, 2/398; el-Binaye fi Şerhi’l Hidaye. 3/418; Haşiyeti İbni Abidin, 2/449, el-Muğni, 3/202; el-Fıkhu Ala-Mezahibi’l Erbaa, 1/589)
[63] Hadisi İbni Mace, Mekhul’den Valle b. Aska yoluyla rivayet etti. Tabarani de Mucem’inde rivayet ediyor. Tirmizi hadisi zikrederek diyor ki: Hadis hasendir. Mekhul Vaile, Enes ve Ebu Hind ed-Duri’den işitmiştir. (Zeylal’nin nakline göre, buraya ihtisarını aldık) Bkz, Süneni İbni Mace, 1/247; Nasbu’r Raye, 2/491
[64] Hadisi bu yoluyla Ebu Davud rivayet edip susmuştur, İbni Mace ve Tirmizi de Ebu Hüreyre’den şu lafızla rivayet etti: “Mescidde satanı veya satın alanı gördünüz mü, Allah ticaretine kazanç vermesin deyin.” Hasen ve gariptir, dedi. Mescidlerde alışverişi nehyeden hadisler meşhurdur. Ulema da bu hadislerle amel etmiştir. Bkz. Süneni Ebi Davud, 1/283; Tuhfetu’l Evezi, 4/550; Süneni İbni Mace, 1/247
[65] Şerhu Fethu’l Kadir, 2/397; el-Binaye, 3/416: Bedaiu’s Sanai, 3/1074; el-Müdevvene, 1/229; el-Kafi, 1/354: el-Mecmu, 6/565; Muğni’l Muhtac, 1/452; el-Muğni, 3/200; el-Fıkhu alá Mezahibi’l Erbaa, 1/589
[66] Buhari, Kitabu’s Savm, 1/324: Müslim (Kitabu’s Sıyam), 2/806
[67] Buhari (Sindi haşiyesi ile), 1/93
[68] Hadisi Tirmizi rivayet edip diyor ki: Garibtir, sadece bu yolla biliyoruz onu. İbni Mace de rivayet etti, Tuhfetu’l Ahvezi sahibi İbni Receb Hanbeli’den naklinde diyor ki İmam Nevevi hasen demiştir: İsnadındaki rical sikadır. İbni Abdilberr: Bu hadis, sika ravilerle bu isnatla Zühri’den mahfuzdur, diyor. Bu da Nevevi’nin kavline muvafıktır. Ulemanın çoğuna göre ise mürseldir. Netice olarak hadis makbuldür. Çeşitli yollardan meşhurdur. Merfu olanı da vardır, mürsel olanı da. Bkz. Tuhfetu’l Ahvezi, 6/607; Süneni İbni Mace, 2/1315
[69] el-Müdevvene, 1/229; el-Kafi, 1/354; Haşiyetu’d Desuki, 1/548; el-Fıkhu ala Mezahibi’l Erbaa, 1/589
[70] el-Muğni, 3/201
[71] el-İfsah, 1/260, 261
[1] Mustahab, farz ve vaciblere ilaveten konan şeylere verilen isimdir, Şariin teşvik edip emretmediği şeylerdir, de dendi. Bkz. el-Ta’rifat, 189; Enisu’l Fukaha, 105
[2] Müslim, 1/553
[3] Müslim, 1/554
[4] Müslim, 1/550
[5] Buhari, 4/278; Müslim, 4/2061
[6] Buhari, 4/114; Müslim, 4/2069
[7] Müslim, 1/306
[8] Tirmizi rivayet etti. Hasen bir hadistir, dedi, Bkz. Tirmizi (tühfe ile), 2/607; İbni Hibban’da rivayet edip tashih etmiştir. Bkz. Mevaridu’z Zam’an, 594
[9] Hadisi İbni Mace rivayet etti. Münziri Terğib ve Terhib’te diyor ki: Ravileri sikadır, ancak Bakiyye müdellistir. Not: Hadisi zayıf sayanlar Bakiyye yüzünden zayıf saymışlardır. Münziri’ye göre diğer ravileri sikadır. Bkz. Süneni İbni Mace, 1/567; et-Terğib ve’t Terhib, 2/152
[10] Münziri bu hadis için diyor ki: Taberani, Evsat ve Kebir’de rivayet etti. Bkz. Terğib ve Terhib, 2/153
[11] Terğib ve Terhib, 2/144
[12] Buhari, 1/343; Müslim, 1/524 (13)
[13] Buhari, 1/344; Müslim, 2/828
[14] Buhari, 1/343
[15] el-Mecmu, 6/519; el-Muğni, 3/208
[16] el-Muğni, 3/208
[17] Şerhu Fethu’l Kadir, 2/401; Haşiyetu İbni Abidin, 2/451; el-Müdevvene, 1/234, Şerhu’r Risale, 1/355; el-Mecmu, 6/519; er-Ravda, 3/401; el-Muğni, 3/207 (18) Buhari (Kitabu’l Eyman ve’n-Nuzûr), 4/159 -80
[18] Bedaiu’s Sanai, 3/1061: Şerhu Munhi’l Celil, 1/423: el-Muğni, 3/209; el-İşraf, 1/257
[19] el-Mecmu, 6/521; el-Muğni, 3/209
[20] Bedaiu’s Sanai, 3/1059; Tebyinu’l Hakaik, 1/353. el-Mebsût, 3/122: İbni Abidin, 2/451
[21] el-Kafi, 1/353; Şerhu’r Risale, 1/356
[22] el-Mecmu, 6/522; Ravdatu’t Talibin, 2/401; Muğni’l Muhtaç, 1/455
[23] el-Muğni, 3/210; el-Mübdi, 3/73: Keşsafu’l Kına, 2/414
[24] el-Müdevvene, 1/234; es-Şerhu’l Kebir, 1/550; Şerhu Munhi’l Celil, 1/423
[25] Bedaiu’s Sanai, 3/1059; el-Mebsût, 3/124! ed-Dürru’l Muhtar, 2/442
[26] Bkz Şerhu’r Risale kenarında Kifayetu’t Talib, 1/ 356; es-Şerhu’l Kebir, 1/546
[27] el-Muğni, 3/?
[28] Bedaiu’s-Sanai, 3/1059; Tebyinu’l Hakaik, 1/353; el-Mebsût, 3/124
[29] el-Müdevvene, 1/234; er-Risale, 1/356
[30] el-Mecmu, 6/512
[31] el-Muğni, 3/188; el-Mubdi, 3/73, Keşşafü’l-Kına, 2/414
[32] ) Bedaiu’s Sanai, 3/1059: Tebyinu’l Hakaik, 1/353; el-Mebsût, 3/122; Fetava Kadihan, 1/224
[33] Tebyinu’l Hakaik, 1/353; Bedaiu’s Sanai, 3/1059
[34] Şerhu’r Risale, 1/356; Şerhu Munhi’l Celil, 1/423
[35] el-Muğni, 3/209; el-Mubdi, 3/72
[36] er-Ravda, 2/401: el-Mecmu, 6/525
[37] el-Muğni, 3/209: el-Mubdi, 3/72; Keşşafu’l Kına, 2/414
[38] el-Mecmu, 6/526; el-Muğni, 3/209
[39] Mubah, yapana yapması için izin verilen her şeydir. Yapmasında sevap, terkibinde de ikab yoktur. Mubah, iki tarafı denk olandır da dendi, Bkz. el-Kevkeb el-Münir, 1/426; et-Ta’rifat, 272; Enisu’l Fukaha, 103
[40] Müslim, 4/2074
[1] Bkz. Tefsiri İbni Kesir, 4/258. Ayrıca: Tefsiri Kurtubi, 7/6225 vd.; Ruhu’l Meani, 27/20
[2] Tirmizi, Sifatu’l İbade babında rivayet etti. 7/166. Hasen garib hadistir dedi; İbni Mace, Kitabu’z Zühd, 2/1376; İmam Ahmed, Müsned, 2/358
[3] Bkz. Fi Zilali’l Kur’an, 6/3386-3387
[4] Bkz. Buhari (Sindi haşiyesiyle beraber), Babu Vucubi alati’l Cemaa, 1/119
[5] İmam Ahmed, Müsned, 3/128
[6] Müslim, Kitabu’s Salah, 1/350
[7] İbni Mace, Kitabu İkameti’s Salati ve Macae fiha, 1/457
[8] Buhari, Babu Bedi’l Ezan, 1/115
[9] Müslim, Kitabu’s Sala, 1/326
[10] Ahmed, Müsned, 4/269
[11] Buhari, Babu Men Celese fi’l Mescidi... 1/121
[12] İbni Mace, Kitabu’l Mesacid ve’l Cemaa, 1/262 Zevaid’de, isnadı sahih ricali sikadır, dedi.
[13] Ahmed, Müsned, 5/263
[14] Buhari, Kitabu’s Sala, 1/121
[15] İbni Mace, Kitabu’l Mesacid, 1/262. Zevald’de, bu sahih bir isnattır, ricali de sikadır, dedi.
[16] Ahmed, Müsned, 2/418
[17] Taberani, Kebir ve Evsat’ında rivayet etti. Bezzar’da isnadı hasendir, dedi. Bkz, et-Terğib ve’t-Terhib, 1/222
[18] Buhari, Babu’t Teheccüd-i bi’l Leyl, 1/199
[19] İbni Hibbab’in Sahih’indeki rivayeti, Bkz. et-Terğib ve’t-Terhib, 1/424
[20] İbni Ebi Dünya’nın rivayeti. Bkz. Terğib ve Terhib, 1/424
[21] Beyhaki’nin rivayeti. Bkz. Terğib ve’t Terhib, 1/426