Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, (1901-1974) Cumhuriyet döneminin önemli ilim ve fikir adamlarındandır. Babası Kadı Halil Fahri Efendi, ömrü boyunca Devlet-i Âliyye’ye hizmet etmiş bir hukuk âlimidir. Ziyaeddin Fahri Bey, bugün sosyoloji adıyla bilinen içtimaiyat ilmine dair mühim çalışmalar yapmış, günümüze ulaşan 2000’i aşkın makale ve kitaptan oluşan değerli bir külliyat bırakmıştır. “Ahlak Tarihi” (3 cilt), “İbn Haldun’un Hukuka Ait Fikirleri ve Tesiri”, “İçtimaiyat”, “Ziya Gökalp”, “Karl Marks, Hayatı, Şahsiyeti, Eserleri ve Tahlilleri, İktisadi Nazariyeleri”, “Hukuk Sosyolojisi” en önemli eserleridir.
Ziyaeddin Fahri Bey, hem devr-i kadime, hem Tanzimat'tan Meşrutiyet'e ilerleyen Batılılaşma sürecine, hem de inkılaplar sonrası Cumhuriyet devrinde yaşananlara vakıf bir ilim adamı hüviyetiyle, 1938 yılında bir kitap kaleme almıştır; Türkiye’de İlmi ve Felsefi Hayatın İnkişafı Şartları. Aslında bir konferans tebliğinin neşri olan bu kitap, ilmi geleneğimizin Batılılaşma sürecinde yaşadığı değişimi tahlil, yaşanmakta olan açmazları tespit ve bu açmazlardan kurtulmak için yapılması gerekenleri tavsiye eden fevkalade mühim bir eserdir. 1938 yılı gibi Cumhuriyet'i kuran iradenin gücünü muhafaza ettiği erken bir dönemde kaleme alınmış olması, bu eserin değerini arttırmaktadır.
Ziyaeddin Fahri Bey, öncelikle Devlet-i Âliyye’nin son devrinde ilmi ve felsefi hayatımızın bir tahlilini yaparak söze başlar. 18. yüzyılda ülkemizi gezerek ilmi hayatımızı tetkik etmiş olan İtalyan oryantalist Toderini’nin tespitlerini aktarır. Toderini, Litteratur der Turken (Könnisberg, 1790) adlı eserinde, sistemli ve disiplinli ilmi anlayışlarıyla medreselerin, Avrupa akademilerinden daha yüksek bir seviyede olduğunu ifade etmektedir. Fatih, Ayasofya, Süleymaniye ve Beyazıt medreselerinden sitayişle bahseden Toderini’ye göre, 6000 civarında talebesi bulunan Fatih Medresesi, eşsiz bir müessesedir. Süleymaniye Medresesi’nde tetkiklerde bulunan Toderini, hayret ve takdirini ifade edecek söz bulamamaktadır.
“Fakat nasıl bir sebep, Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi azameti ile mütenasip kültür hayatını inhitata mahkum etti? Bu sualin cevabı bütün bir imparatorluk tarihi ile alakalıdır. Mukadder bir sam yeli, imparatorluğun bünyesi kadar o bünyenin maneviyatına kuvvet veren cihan görüşünü de sarsıntı içinde bıraktı. Çöken şey yalnız Türk medreselerinin akademik tedrisat sistemi değildi. Çöken şey, bütün bir şark, bütün bir Müslüman dünya idi.” Ziyaeddin Fahri Bey, sorulması mukadder olan soruyu sorduktan sonra ilk mühim tespitini yapmıştır. Bir Cumhuriyet aydını olarak, medreselerin tedrisat sisteminin çöktüğü tezini kabul etmekle beraber, aslı sorunun “bünyenin maneviyatına kudret veren cihan görüşünün” sarsılması olduğunu beyan etmiştir. Bu tespit, aynı zamanda sorunun siyasi bir sorun olduğunun da tespitidir. Dönemin şartları gereği açıkça izah edilmeyen o cihan görüşü, Devlet-i Âliyye’nin Devlet-i Ebed-i Müddet olduğuna inanan, kendini âlemin nizamından sorumlu gören, sancağının Hz. Resulullah’ın (sas) sancağı, kuşandığı kılıcın Hz. Resulullah’ın kılıcı, hükmünü cihana hakim kılma mücadelesi verdiği kitabın, yani Kelam-ı Kadim, yani Kur’an-ı Kerim olduğu şuuruyla hareket eden devlet felsefesidir. İşte bu cihan görüşü, 19. yüzyılın ilk yarısında, “vukuatın zorla başımıza vurarak” gösterdiği üzere, Garb’ın askeri ve siyasi üstünlüğü ele geçirmesi ile sarsılmıştır.
Batı taklitçiliği tarumar etti
Ziyaeddin Fahri Bey, bu sarsıntının üzerine inşa edilen Batılılaşma sürecinin merhalelerini de kısaca izah eder. Birinci merhale, askeri teşkilat ve fenni tatbikatça geri kaldığımız düşüncesiyle Nizam-I Cedit Teşkilatı'nın tanzimi ve Avrupa fenninin tatbikatı cereyanıdır. İkinci merhale, Avrupa’nın “bize aynı zamanda kültürce, felsefece, ilmi zihniyetçe de üstün olduğu” kanaatinin yerleşmesidir. Bu kanaatin yerleşmesi ile birlikte, Ziyaeddin Fahri Bey’in deyimi ile, taklitçilik tamam olmuş ve son haddine ulaşmıştır. Medeniyet ve kültür anlayışımıza Fransız etkisi hakim olurken, siyasi anlayışımız ise İngiliz parlamentarizminin “hayranlığı” ile şekillenmeye başlamıştır. İlk tercüme dalgası siyasi edebiyat alanında olmuş, bu dalgayı edebi ve felsefi eserler takip etmiştir. Bu cereyanın şiddetlenmesiyle, çok değil daha yüzyıl önce Avrupalıları hayran bırakan medrese ve kültür hayatımız, 19. yüzyıl itibariyle yıkılmış, onun enkazı içinden “Avrupai fikir hayatımız” belirmiştir.
Ziyaeddin Fahri Bey, “Avrupai tesirler altındaki ilk maarif hareketi” olarak, Sultan II. Mahmud Han’ın Hicri 1240 tarihli iptidai tahsil mecburiyetine dair fermanını gösterir. Bu fermanı, rüşdiye, tıbbiye ve harbiye mekteplerinin açılması ile “Avrupa maarifçiliğinin teşkilat tekniklerinin” kabul edilmesi izler. Böylelikle, “Tanzimatçılığın ve meşrutiyetin hastalığına sebep olan ikilik” maarif sistemimize sirayet eder. Bu süreç, bir Dar’ül Fünun tesisi, Maarif Meclisi tanzimi ve Encümen-i Daniş müessesesinin kuruluşu ile devam edecektir. 1286 tarihinde, Divan Yolu’ndaki eski Maarif Nezareti binasında Dar’ül Fünun hizmete açılır. Açılışta Cemaleddin Afgani bir konuşma yapar. İlk etapta 1000 talebe bu müessesede eğitime başlar. O senenin Ramazan ayında geceleri halka açık dersler yapılmak suretiyle Avrupai ilimlerin halk arasında yayılmasına gayret edilir. Ziyaeddin Fahri Bey, bu dönemde devletten bağımsız yürütülen iki çalışmayı özellikle zikreder. Bunlardan birincisi, Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyyesi’dir. Fen, edebiyat ve felsefeye dair tedrisatta bulunan bu cemiyette Şanizade Ata Efendi, İsmail Ferruh Bey ve Kethüdazade Arif Bey önemli çalışmalarda bulunmuşlardır. Bu cemiyetin faaliyetlerini Cemiyet-i İlmiyye-i Osmaniye’nin kuruluşu takip eder. Her iki cemiyet de, dini ve siyasi meselelerden, mücadelelerden uzak durmak ve bu sayede de bağımsız bir ilmi ve felsefi hayat kurmak için çalışmışlardır.
Artık geri dönülemez yere gelindi
Cemaleddin Afgani’nin ve diğer bazı muallimlerin şüphe ile karşılanan faaliyetleri neticesinde Dar’ül Fünun kapatılır ve 30 yıl kadar kapalı kalır. Ancak, tekrar açılması mecburiyeti ortaya çıkar. Çünkü bir kere başlamış olan Avrupai tedrisat hevesi artık geriye dönülemez noktadadır. Dar’ül Fünun’un kapatıldığı bu ara dönemde çok sayıda genç talebe Avrupa’ya kaçarak Batılı ülkelerde eğitim almak yoluna başvururlar. Bu durum bir tehdit haline gelmeye başlayınca Dar’ül Fünun tekrar açılır. Ancak bu yeni dönem, “memleketin ilmi ve felsefi hayatı için dikkate şayan hiçbir adım teşkil etmez”. Cihan Harbi döneminde büyük mali fedakarlıklar mukabilinde Alman profesörler getirtilerek yeni bir aşamaya geçilir. Ziyaeddin Fahri Bey büyük bir cesaretle şu soruyu sorar; “Bu ecnebi (yani Hz. Resulullah’ı tanımayan ve kabul etmeyen) unsurların ne faydası ve tesiri oldu? Onlar için dökülen para ne netice verdi? Şimdiye kadar bu neticeyi araştıran hiçbir tetkik vücuda getirilmemiştir” .
Ziyaeddin Fahri Bey bu soruya kendisi cevap verir; “O zamanın halet-i ruhiyesine bakılırsa herkes bu yeni ruhla çalışmaya başlayan Dar’ül Fünun’dan çok şey umuyordu. Avrupai âlimlerin tesiri, memlekette görülmedik bir ilmi ve felsefi hayat doğuracak zannediliyordu... Hicri 1332’de parlayan bu ümit güneşinin daha ne kadar parladığını burada araştıracak değilim. Yalnız şuna işaret edelim ki memleketin ilmi ve felsefi hayatını yenileştirme ve canlandırma hayali ile bu düşünceyi aksiyon ve iş haline döndürme arasındaki mesafe düşünülmediği, bu mesafenin ne gibi düşüncelerle kat edileceği araştırılmadığı için gerek o güzel ümit, gerek onunla beraber yapılan muazzam fedakarlıklar heba olup gitti ve kimin ne için ne maksat ve fantezi ile millet parasını heba ettiği sonradan olsun sorulmadı, soran bir kuvvet bulunmadı.”
Eğitimde neler yapılmalı?
Bu tespitlerden sonra Ziyaeddin Fahri Bey, ilmi ve felsefi hayatımızın inkişafı için gereken “aksiyon istikametini”, maddeler halinde sıralamıştır;
1. Bir memleketin fikir hayatının arz edeceği servet ve zenginlik, nesillerin emeği neticesinde birikmiş olmalıdır. Kültür kelimesinin lügat manası da, ekilmiş ve toplanmış olmak lüzumunu işaret eder. İlim, gelenek üzerine yükselir. Paris’teki Sorbon Üniversitesi, Luther’i yetiştiren Wittenberg Üniversitesi, Kant’ı yetiştiren Könnisberg Akademisi gibi meşhur üniversiteler, aslında tarihçeleri Orta Çağ’a uzanan Batılı medreselerin devamından ibaretti. Sözün kısası bütün Avrupa üniversiteleri, bizim medreselerin mukabili olan ilahiyat seminerlerinden, batılı medreselerden başka bir şey değildi. Müesseseler korunmuş, tedrisat ve zihniyet değişikliği tedricen ve kendiliğinden gerçekleşmişti. Böylece toplanmış bir servet olan eski ilmi gelenek muhafaza edilmiş, yeni devir bu birikim üzerine inşa edilmiş idi. Halbuki biz, kendi ilmi geleneğimizi tamamen reddetmekle yeni devri köksüz bırakmış, bu yüzden de bir ilmi gelenek inşa edememiştik. Bu sebeple ilmi ve felsefi hayatımızın inkişafı için her şeyden önce bir fikri geleneği kurmak mecburiyetindeyiz.
2. Kurulması gereken ilmi ve felsefi gelenek mutlaka dini ve siyasi ihtiraslardan uzak tutulmalıdır.
3. Kurulması gereken ilmi ve felsefi gelenek mutlaka kendi toprağımıza yani medeniyet ve kültürümüze bağlı olmalıdır.
4. İlmi ve felsefi geleneğin inşası için merkeziyetçilik fikrinin terk edilmesi gerekir. İlmi müesseseler ülkenin bütün şehirlerine bilhassa taşraya yayılmalıdır. Anadolu şehirleri, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde, ilmi açıdan başkent ile yarışacak seviyede medreselere ve ilmi müesseselere sahip idi. Günümüzde de bu canlılığın yeniden sağlanması gerekmektedir.
5. Batılı akademileri başarıya ulaştıran şey İlim Ahlakı’dır. Bir zamanlar sahip olduğumuz, ancak tedricen kaybettiğimiz İlim Ahlakı’nı yeniden inşa etmeliyiz. Zira ilim ve felsefe, ahlak temelinde yükselir.
Mevcut durumu bir ahlak hastalığı olarak tanımlayan Ziyaeddin Fahri Bey, kitabını meşhur bir atasözümüz ile bitiriyor; “Taşıma su ile değirmen dönmez”. Görüldüğü üzere Ziyaedddin Fahri Bey, 1938 yılında ilmi ve felsefi geleneğimizin geçmişi ve geleceği hakkında mühim tespit ve ikazlarda bulunuyor. Ne yazık ki aradan geçen yetmiş küsur seneye rağmen bu tespit ve ikazların hiçbir şekilde dikkate alınmadığını görüyoruz. Batılılaşma süreci hala devam etmekte, bırakın modern eğitim müesseselerini, İslam ilimlerinin tedrisi ile meşgul olan müesseselerimiz bile, Batılı akademik anlayışı takip ve taklit etmektedir. Batı tarzı akademik teşkilatlanma, Batı tarzı müfredat ve Batı tarzı eğitim metotları ile, kendi medeniyet ve kültürümüze dayanan bir ilmi gelenek kurmamız mümkün değildir.
Abdülhamid Ahdar haber verdi.
İlgilenenler için; Dr. Ziyaeddin Fahri Bey, Türkiye’de İlmi ve Felsefi Hayatın İnkışafı Şartları, Çığır Dergisi Neşriyatı, Ankara 1938