"Senin canın içinde bir can var, o canı ara!
Beden dağının içinde mücevher var, o mücevherin madenini ara!
A yürüyüp giden sufi, gücün yeterse ara;
Ama dışarıda değil aradığını, kendinde ara."
Hz. Mevlâna
Asırlar öncesinden ne güzel nida buyurmuş, Hz. Pir-i Rumi! Asrın insanının kendi değerinin mikyasını hep dışarıda; bazen yüceltilmiş bir moda metaında veya meşhur bir insan figürünün rol modelliğinde aradığı bu zamanın hengamında reçete hükmünde olan şu sözü yürekleri ferahlatıyor: “Aradığın ancak sensin, sen!” Asrın insanı yine asrın getirdiği hüzün, keder, gam ve gussa adına ne varsa her türlü olumsuzluğun çaresini hep dışarıda, kendisinden başka adreslerde arıyor. Sevgiyi, neşeyi, huzuru hep dışarıda bulacağını umuyor. Halbuki ilk bakacağı yeri ihmal ederek farklı adreslerde arıyor mutluluğu, huzuru ve hayatı.
İnsan, hayatın merkezinde önce kendisi olduğunu, merkezden çevreye yelken açması gerektiğini unuttu. Adalet terazisinin kendi iç alemindeki vicdan mekanizmasında kurulu olduğunu unuttu ve kalabalıkların gittiği yolun, çoğunluğun dillendirdiği savların seline kapıldı.
“Sen Yusuf gibi güzelsin fakat kendi içine bakamıyorsun. Allah’a yemin ederim ki sen, aynada kendi iç güzelliğini görsen kendine âşık olursun, kimsenin semtine uğramazsın.” diye buyuran Hz. Pir’i cihana karşı ‘Hamuş’ kılan ve kendi iç aleminde seyre salan bu sır mıydı? Bilindiği üzere Rumi, Şems ile tanışmadan önce camilerde vaaz’u nasihat ederken ve insanlar içerisinde saygın bir mevkide ikbalinin zirvesindeyken Şems ile tanıştı ve sonra her şeyi bıraktı. Terk etti kıyl-ü kal’i… Maşuk’a kavuşmak için terk etmek ve hatta “terk-i dahi terk etmek” gerekti. Hz. Pir-i Mugan da öyle yaptı. Önce gözyaşlarıyla canı gibi değer verdiği kitaplarından vazgeçti. Sonra bu terk ediş silsilesi kendi iç aleminin kapılarını araladı ona. Rumi önce Şemsi sonra ise kendini buldu. Şems sayesinde kendi özünün, iç alemindeki incinin, mercanın, yakutun ayırdına vardı.
İnsanın kendi iç aleminde yolculuğa yelken açması, insana ve hayata dair her şeyden el etek çekmesi demek mi? Bunun cevabı; yine Hz. Pir’in sarraflar çarşısından geçerken duyduğu çekiç takırtılarının onu cuş-u huruşa getirmesi ve sema etmesinde saklı. İnsanın kendi iç alemini keşfetmesi ve kendini bulması, çevresine, doğaya, insanlığa karşı bir farkına varış kapısını aralıyor. Küçük çekiç takırtılarında dahi Yüce Yaratıcı’nın varlığı, her lahza gönle duyuran bir seziş ve canlı cansız tüm yaratılmışlara karşı bir yürek hassasiyeti vuku buluyor. Küçük yaşından itibaren Mevlâna âşığı olan ve ona şiirler yazan Nazım Hikmet Ran’ın, “Sen ürpermelisin içeride, dışarıda, kırk günlük yerde yaprak kımıldasa!” dizesinde vurguladığı gibi bir yürek hassasiyeti peyda olduğu aşikâr, kendi özünü keşfeden insanda.
Yola revan olan herkese, Şems gibi bir yoldaş mı gerek?
Hz. Mevlâna, bu yolculuğa Şems sayesinde çıktığına göre kendi dinginliğinin huzur semtine ulaşmak isteyenler için Şems gibi bir yoldaş mı gerek? Bunun cevabını, “Bütün büyük anlar, yalnızlıktan yontuldu” diyen Cahit Zarifoğlu versin. Evet, bazen yalnızlık, insana en büyük yoldaş ve yol göstericidir. Ruhun engin ovalara bir kırlangıç çığlığıyla yelken açabilmesi; insanın dış aleminde durulmasına, sükuta ermesine bağlı. Yeter ki insan, bu yalnızlığı kıymetlendirsin! Kemal Sayar, ‘Beni Sessiz de Sevebilir misin?’ adlı eserinde insanın kendi benliğiyle olması gereken münasebetini ne güzel ifade etmiş:
“Sessiz oturabilir miyiz seninle
aramızda yaprakların hışırtısından
ve ceylanların hayata çıkışından
başka bir ses olmadan
beni sessiz de sevebilir misin?
yağmur almış toprağı
ve üşüyen kainatı dinlerken
araya dünya sözleri karışmadan…”
Netice-i kelam, yanmak gerek ama tütmeden! Hamuşan kapısını tıklamak gerek yüreğin ritmini duyabilmek için. Hz. Mevlana ile çağdaş olan, Anadolu coğrafyasının dikenli zamanlarında yüreğinden kopan nefes ile berrak bir gül ırmağı gibi çağıldayan Bizim Yunus’un “Bir ben vardır bende, benden içeru” de ki ‘Ben’i bulabilmemiz dileği ve duası ile…
İsmail KALFA
Kalemine yüreğine sağlık abi