Hz. İnsan olmanın ölçüsü; toprakla bağ kurmak

Toprakla aramıza koyduğumuz bu mesafe köylerimizi, yaşlılara ait huzur evlerine dönüştürdü. Bir zamanlar dağlarında yaylalarında hayvanların, sürülerin otladığı, çobanların yanık türküler söylediği Anadolu yaylaları sessizliğe gömüldü. Turgut Akça yazdı.

Hz. İnsan olmanın ölçüsü; toprakla bağ kurmak

Toprağın bir parçasıyız. Topraktan geldik, bedenimizle toprağın altına, ruhumuzla Rabbimiz’e döneceğiz. Bu, hayatımızda bildiğimiz ve inandığımız en net gerçek. “Bir avuç toprak, biraz da suyum ben/ Neyimle övüneyim işte buyum ben” diye sesleniyor ötelerden Yunus Emre. Hayli zaman oldu, bir duvar yazısında da şöyle yazıyordu; “Canımız bu bedenden ayrıldığı gün/İki tuğla koyarlar mezarımıza/Ondan sonra başka mezarlar için/Tuğla olmak kalır çamurumuza.” Topraktan bağımızı kesemiyoruz. Böyle bir imkân da yok ihtimalde. Hamurumuz da mayamız da toprak. Topraktan gelenle besleniyoruz, ayakta duruyoruz. Toprak bize kan oluyor can oluyor.

Topraktan gelmemize rağmen toprakla ilişkilerimiz sorunlu. Tabiatın hâkimi gibi davranıyoruz, onun hukukuna riayet etmiyoruz, ona hükmetmeye çalışıyoruz. Tüketiyoruz, kirletiyoruz. Tabiat buna bir süre ana şefkatiyle sabır gösteriyor. Ama bu yanlış yüklenen yükü kaldıramayacak duruma geldiğinde kendi kurallarını ortaya koyuyor, hukukunu koruyor. Sünnetullah (Allah’ın yarattıkları için koymuş olduğu kurallar) işliyor. Bunu bazen öfkesini ortaya koyarak gerçekleştiriyor ve bize ceza kesiyor. Allah’ın koyduğu düzenin işleyişine aykırı her hamle ağır bedeller ödetiyor. Genetiği ile oynanmış tohum meselesini not düşmekle yetinelim. Bu konuya girersek çıkamayız.

Mutfağımıza giren onca nimeti pazar tezgâhlarından temin ettiğimiz için, bu nimetlerin bu safhaya gelinceye kadar hangi merhalelerden geçtiğini, hangi emekler verildiğini, uğruna dökülen alın terini idrak edemiyoruz çoğu zaman. Bu, nimete olan saygımızı ve Yaradan’a olan şükrümüzü de zedeliyor.  Eskiden ekin çuvallarının üzerine oturtmazlardı bizi, nimet derlerdi büyüklerimiz. Aziz bildiğimiz ekmek koltuk altında kâğıda sarılı taşınırken, şimdilerde poşetlerle belden aşağı tutularak taşınıyor. Bu kadir kıymet bilmezlik, milyonlarca ekmeği çöpe atmamıza neden oluyor. Minicik bir ekmek parçasının bir serçe ya da bir karınca için manasını kavrayamayacak kadar uzaklaşmışız tabiattan, tabiatın içinde barındırdıklarından ve hakîkat’ten.

Toprakla aramıza koyduğumuz bu mesafe köylerimizi, yaşlılara ait huzur evlerine dönüştürdü. Bir zamanlar dağlarında yaylalarında hayvanların, sürülerin otladığı, çobanların yanık türküler söylediği Anadolu yaylaları sessizliğe gömüldü. Çocukluğumuzun geçtiği dağlarda, yaylalarda gezerken insanın içi ürperiyor. Ne bir kaval sesi ne yanık çoban türküsü ne de bir çoban köpeği havlaması. Göç hem şehirlerimizi yaşanmaz hâle getirmiş hem de köylerimizi hayalet köyler hâline. Bunu geç anladık, geriye dönüş imkânsız değil belki ama zor.

Toprağını işleyen insanımıza eğitimsiz ve vasıfsız gözüyle bakmak gibi yanlış bir anlayışımız var. Oysa toprağını işleyen, hayvanlarını besleyen insan vasıflıdır. Ahmet Hamdi Tanpınar ‘Beş Şehir’ kitabında Ankara’yı işlerken Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri hakkında bir ayrıntıyı şöyle özetler: “…fakat Hacı Bayram, sade Hak’la Hak olan bir veli değildir. Türk cemiyetinin bünyesinde gerçekten yapıcı bir rol de oynar. Kurduğu Bayramiye Tarikatı esnaf ve çiftçinin tarikatıdır. Böylece Anadolu’da Horasanlı Baba İlyas’la başlayan geniş köylü hareketiyle ahîlik teşkilâtı onun etrafında birleşir…”

“Çok defa Ankara ovasına bakarken Hacı Bayram’ın ömrünün sonuna kadar müritleriyle ekip biçtiği tarlaları düşünürüm. Acaba hangi tarafa düşüyordu? Belki de kendi yaptığı caminin bulunduğu yerlere yakındı. Bütün ova onun zamanında imece ile işleniyordu. Anane, Hacı Bayram’la İstanbul fethinin manevî ve nuranî yüzü olan Akşemseddin’i bu ovada karşılaştırır.” Bu karşılaşma ibretlik bir hadisedir. Ahmet Hamdi Tanpınar’a kulak verelim yeniden: “Akşemseddin o zamanlar devrinin ilmini ilahiyattan tıbba, nahivden musikiye kadar öğrenmiş, fakat bir türlü ruhundaki susuzluğu gideremediği için yüzünü tasavvufa çevirmiş, kendisine mürşid arayan genç bir âlimdi. Nihayet dayanamayıp Şeyh Zeyneddin-i Hâfi’nin yanına gitmek için Osmancık medresesindeki müderrisliğini bırakıp yola çıkar; fakat Halep’te bir gece rüyasında bir ucu boynuna geçmiş bir zincirin öbür ucunun Hacı Bayram’ın elinde tuttuğunu görür ve nasibinin Hacı Bayram’dan olduğunu anlar; yoldan döner.

Ankara’ya geldiği zaman Hacı Bayram’ı müritleriyle ovada mahsul toplarken görür. Yanına yaklaşır; fakat iltifat görmez. Aldırmayarak işe girişir; yemek zamanına kadar şeyhin müritleriyle beraber çalışır. Yemek vakti olur. Hacı Bayram kendi eliyle aş dağıtır. Fakat Akşemseddin’in çanağına ne burçak çorbası ne yoğurt koyar; artan aşı da köpeklerin önüne döker. Akşemseddin darılıp gideceği yerde şeyhin kapısının köpekleriyle ve onların çanağından karnını doyurur. Bu alçakgönüllülük, bu teslim üzerine Hacı Bayram onu yanına çağırır, müritliğe kabul eder.” Görüldüğü üzere bir velî müritleriyle beraber ekip biçiyor, toprağı işliyor, aynı zamanda müritlerini de işliyor, eğitiyor. Ahmet Hamdi Tanpınar bu bahsi şöyle tamamlar; “Hacı Bayram’ın kâinatı ve insanı beraberce oluş hâlinde gösteren bir manzumesi vardır ki, bilhassa bir beyti bu XV. asır Türkiye’sinin âdeta manzarasını çizer:

Nâgehan ol şara vardım, ol şarı yapılır gördüm.

Ben dahi bile yapıldım, taş ve toprak arasında.” 

Biz konuya ara verdiğimiz yerden devam edelim; köyünde toprağını işlerken vasıflı olan insanımız, göçle beraber asıl şehirde vasıfsız duruma düşüyor. Ne köylü kalabiliyor ne de şehirli olabiliyor. Şehir hayatı köy hayatını yutup gidiyor. Netice olarak dört mevsimin en güzel bir şekilde yaşandığı, çok geniş verimli topraklara sahip Anadolu’muz kendi kendine yetmez hâlde.

Zorunlu eğitim süresinin uzatılması ve taşımalı eğitim yaraya ayrıca tuz basıyor. Bu yaz köylerde, hatta kasabalara çok yakın köylerde bile onlarca metruk köy okulu gördüm. Hâlen ufak tefek dokunuşlarla yeniden hizmete alınabilir. Çocuklar servislerle kilometrelerce uzaktaki okullara taşınıyor, anlayan beri gelsin. Belli bir yaşa kadar çocuklarımız, gençlerimiz okul nedeniyle toprağından, çevresinden uzaklaştırılınca tekrar geri dönemiyor. Dönse de topraktan kopmuş oluyor. Zaten, geri dönme, köyden kurtul diye okula gönderiliyor. Ailelerin çocuklarını köyden kurtarma ve ayaklarını topraktan kesme gayret ve arzusu çocuklarda köyüne ve toprağına karşı sevimsizliği de beraberinde getiriyor. İnsan sevemediği mekânı güzelleştiremez, oraya bir güzellik katamaz, biraz bunu yaşıyoruz. Aynı durum şehirler için de geçerli. Ayak uyduramadığı şehir kültürü ve ekonomik zorluklar yaşadığı şehre karşı da sevimsizlik olarak geri dönüyor. Burada harcama alışkanlığı, özenti, yetinme problemi ve kanaat kültürünün yok olmasının etkileri büyük.

Toprakla uğraşmak zor, seyirci gözüyle konuşmuyorum. İnsan ve hayvan gücüyle ekip biçtiğimiz zamanlardan, tarım aletlerinin kullanılmaya başlandığı süreci, yani makineleşmeyi yaşamış bir kırsal kesim çocuğuyum. Öküzle çift sürdük, orakla ekin biçtik, dövenle harman dövülmesine şahit olduk. Sonra toprağı traktör sürdü, harmanı patoz. Sonra da biçerdöver diye bir makine çıktı saman samanlığa, buğday ambara.

Sonuç; alet edevat gelişip işler kolaylaştıkça köyler, yalnızlığı büründü. Sorun bunun neresinde?

Turgut Akça

YORUM EKLE
YORUMLAR
Bir düşünen
Bir düşünen - 3 yıl Önce

Köylüyü yerinde tutmanın yolu ona itibar kazandırmak ve sabit bir gelir garantısı sağlamakla olur. Tarım desteklerini sadece gerçek çiftçiye verilmeli yoksa şehirde yaşayıp köyde arazısı olana değil. Bu yolla hakkı çiftçiye belli gelir ve hatta emeklilik garantısı sağlanarak köye dönüşler başlayabilir inşAllah

Sümeyye Ergün
Sümeyye Ergün - 3 yıl Önce

Bu bir düşünce sorunu. Sağlıklı düşünememe sorunu daha doğrusu. Geçen günlerde bir yarışma programına köy yaşantısını sevdiği için köyde ikamet eden bir genç katıldı. Ne yaptığını bilen, kendine ve işine saygısı olan biri. Sosyal medyada hakkında yapılan yorumlar son derece kırıcı ve gereksizdi. Bu insanların insana etiketsiz ve başta toprak olmak üzere kendisiyle beraber her şeyi zayi edişiyle alâkalı.