Hız ve haz çağında geride kalan ruhlarımız

“İncitme canı, incinir cihan” düsturuyla hareket eden böyle muhteşem bir medeniyetin devamı olan bizler, tabiattaki ince nakışları okuyabilme ve anlayabilme nispetinde; kendi benliğimizi inşa edip toplum içerisindeki ilişkilerimizde, birbirimizle olan münasebetlerimizde daha müsamahakâr, anlayışlı ve sevgi dolu olmamız kaçınılmaz olacaktır.  İsmail Kalfa yazdı.

Hız ve haz çağında geride kalan ruhlarımız

Şehirde yaşayan insanın en büyük feryad-ü figanı: “Hep aynı şarkının ezgileri gibi hayat!”  Evet şehirde hayat hep aynı minval üzerine devri daim eder durur. Bir de bunun üzerine şehir yaşamının insana dayattığı keşmekeşlik, hengame, kalabalıkların gürültüsü ve koşuşturmacası da eklendiğinde devasa bir makinenin dişlilerinin arasında yitirmiş bulur insan, özünü ve özüne ait tüm güzel hasletleri… Yaşam hamuru; kuş cıvıltıları, yaprakların hışırtıları, yağmurun şıpırtılarıyla yoğrulmuş olan insan, her ne kadar kaçmak istese ve dirense de bu duruma; devasa bir makinenin çarkları  bir girdap gibi acımasızca çeker şehir, insanını karanlık dehlizlerine… Şehirdeki hayat döngüsü o kadar hızlı yaşamaya itiyor ki insanı bir Afrika sözünde dediği gibi: “Hızlı gitmekten ruhlarımız arkada kalıyor!”  Kemal Sayar, ‘Yavaşla!’ adlı eserinde şehir insanın yaşadığı kaosu ne güzel ifade etmiş: “Artık her yerde ve hiçbir yerdeyiz. Aslında bütün varlığımızla bir yerde değiliz, parça parça orada ve buradayız!

Oysa tabiatta yaşamını idame eden insana hasr-ı nazar edildiğinde durum ne kadar da farklı... Yaratılışı itibariyle tabiatın bir parçası olan insan, yaşamın ritmini, kendi varlığının derununu ve kıymetini ancak yine doğada bulabilir. Bir tomurcuğun patlamaya durması, bir dalın çatırtısı konuşur insanla, hasbihal eder, türküler söyler… "Acımaz olur mu hiç tomurcukların patlaması..." cümlesini şaire söyleten bu seziş ve hayatın ritmini yakalamanın dile gelmiş hali değil mi?  Bir çoğumuz bu satırı okuduğunda, ‘bir şairin naifliği' şeklinde yorumlayacaktır bu cümleyi! Halbuki şaire bu cümleyi söyleten kuvvetli bir duyuş, derinlemesine bir seziş kabiliyeti değil mi? Yaşamın kalp atışlarını tabiatın o berrak ve duru yüzünden okuyabilmek!  Anadolu irfanının ve gönül coğrafyamızın mihenk taşı Bizim Yunus'u, dağ bayır diyar diyar dolaştıran, bir 'sarı çiçekle' derttaş kılan; o çiçeği söyleten, ona bir hüviyet veren, gamını derdini anlattıran bu sır, seziş, anlama ve anlamlandırma kabiliyeti değil mi?  Yaşlı bir değirmen dolabının bir Mevlevi dervişi gibi dönerken çıkardığı gıcırtı nidalarına 'Dolap niçin inilersin?' nidasıyla derttaş olan Bizim Yunus! Yunus'un sualine dertli dolabın cevabı ise, insanın tabiata olan iştiyakı gibi, asli yurduna olan özlemini haykırır:

    "...Beni bir dağda buldular,

 Kolum kanadım kırdılar,

 Dolaba lâyık gördüler,

 Derdim vardır inilerim…”

Tabiatı mevcuda getiren her zerre; dalın üzerindeki tırtıl, yaprağa tutunmuş çiğ damlası, rüzgârda savrulan başaklar, çağlayan derelerin serinliği, yeni yağmur düşmüş toprağın mis kokusu, kuşların cıvıltılarında ki letafet ve huşu adeta bize yazılmış açık bir mektuptur ve okuyucusu tarafından okunmayı bekler. Bir yazarımızın da ifade ettiği gibi: “Okumasını bilene her şey; ağaç, gök, yağmur, taş... bize özel hitap eden söz, bize özel bakan göz, bize özel refakat eden öz olur”. Yeter ki her dem tabiatta cereyan eden bu muhteşem ahenk cümbüşüne yaklaşalım ki farkındalığımız artsın.

Vakt-i zamanında Bursa’da kadılık yapan, sonraları Sultan Ahmed’e Pir olan Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri; muallimi olan Üftade Hazretleri’yle ve diğer talebeleriyle birlikte bir kır gezisine çıkarlar. Üftade Hazretleri’nin gönlünü hoşnut etmek isteyen talebeleri ona en güzel, rengarenk çiçekleri derleyip takdim ederler. Hüdai Hazretleri ise kuru bir dal parçası ile koşa koşa gelir üstadının huzuruna… “Bana bu kuru dalı mı layık gördün!” diye serzenişte bulunan üstadına asırlardan bu yana dalgalanıp yüreklerimizde sükûn bulacak o muhteşem cevabı verecektir Hüdai: “Siz o çiçeklerin daha güzeline layıksınız Üstadım; lakin onlar henüz canlı ve zikir hâlindeydiler, koparmaya kıyamadım!” der. İncitme canı, incinir cihan” düsturuyla hareket eden böyle muhteşem bir medeniyetin devamı olan bizler, tabiattaki ince nakışları okuyabilme ve anlayabilme nispetinde; kendi benliğimizi inşa edip toplum içerisindeki ilişkilerimizde, birbirimizle olan münasebetlerimizde daha müsamahakâr, anlayışlı ve sevgi dolu olmamız kaçınılmaz olacaktır.  

Tabiatın insana neler kazandırdığına dair tabii ki çok şey anlatılıp yazılabilir. Bahsi geçen satırlar tabiat insan arasındaki ilişkiyi anlamlandırmada sadece bir girizgâh olabilir. Tabiatın kendi içerisindeki döngüsüne baktığımız zaman bu döngünün insan yaşamına benzeyişi idrak eden gözlere hayranlık veriyor. Bahar mevsiminde tüm tabiatın hayat bulması, yaprakların yeşermesi, çiçeklerin tomurcuk açması, suyun fidana durması gibi bir tazelik, bir yeşillik görüyoruz... Daha sonrasında ise yaz ve sonbahar ile birlikte yapraklar önce sararıyor ve sonra dökülüyorlar. Her şey tekrardan yine toprağa intikal ediyor ve bu böyle bir döngü içerisinde devam ediyor. Geriye bir kemik misali sadece kuru dallar kalıyor. İnsanın hayatına da baktığımızda; doğduğu, büyüdüğü, çiçeğe durmuş bir ağaç gibi güzelleştiği hengamda, yani piramidin en tepesine vardığında, geriye dönüş başlıyor ve olgunlaşma evresinden sonra yaşlılık belirtileriyle birlikte toprağa geri dönüş insan hayatında da temerküz ediyor. Hep vurguladığımız üzere insan tabiatla bir bütün hâlinde, doğadan asla bağımsız düşünülemez.

Peki insan, tabiatla arasındaki mesafeyi niye bu kadar açtı ve tabiattan niye bu kadar uzaklaştı? İnsan ruhu, kapitalleşme ile başlayan ve sanayi devrimi süreciyle hız kazanan bir süreçte işyeri ve evi arasında bir kör döngü kasırgası içerinde can çekişmekte! Sürekli ‘tüketmenin değerli olduğu’ savını benimsetmeye çalışan, ‘Tükettiğin ölçüde ve tükettiğin müddetçe mutlu ve değerlisin’ şeklindeki reklamlarla insanı bir kalıba sokmaya şamil düşünceler empoze eden bir anlayışın tabularını yıkmak elbette zor olacaktır. Lakin insan elbet bir gün gerçek mayası olan tabiata, parçası olduğu bütüne, gerek eğitsel gerek teşvik edici ve özendirici faaliyetler neticesinde kavuşacaktır.

İsmail Kalfa

YORUM EKLE

banner36