Her durağanlık, kendi içinde birtakım fırsatlar barındırır. Dili, dini, ırkı ve yaşı fark etmeksizin ucu neredeyse herkese dokunan korona virüs salgını karşısında, durgunluğumuz daha da artıyor gibi. Kimileri iç dünyamızdaki umudu güçlü tutmanın gerekliliğini yüksek bir tonda dillendirirken, kimileri hikmeti kendine rehber edinerek anlamlı bir arayış içinde. Bir yanımız, ekonomik dar boğazdan geçişi nasıl yöneteceğini sabırla bekleyen insanları düşünürken, öte yanımız dünyanın çeşitli yerlerinde hastane köşelerinde yatacak yer dahi bulamayan insanoğlunun çaresiz kıvranışlarını hatırlıyor. Geçmişle gelecek arasında derin ve anlamlı bir bağ kurmanın gerekliliğini, her zamankinden daha fazla duyumsuyoruz.
İnsan olmanın erdemi üzerine sorular, hiç olmadığı kadar fazla meşgul ediyor zihinlerimizi. Yaşananları daha iyi idrak etmek için, acaba bizlere sunulan bir fırsat mı bu zor günler? O yüzden mi bu durgunluğumuz? Şimdilerde özenle kurduğumuz dostluklar canlanıyor hafızalarımızda. Bizi derin düşüncelere sevk eden haberler karşısında, kapana kısılmış buluyoruz kendimizi bazen. İç âlemimize yapacağımız yolculuklara, davetiye çıkarıyor sanki bu zor günler.
Özgürlüğü elinden alınmış insanları yeniden düşünmek için bir fırsat oluyor yaşadıklarımız. Sağlığın en büyük zenginlik olduğunu, lüks evlerde konaklamanın her zaman için güven vermediğini şimdi daha iyi hissediyoruz. Sahip olunan kimliklerin bir anlamsızlık sarmalına dönüştüğünü her geçen gün daha derinden duyumsuyoruz. Düşene yardım etmenin kıymetini, bir arada olamasak da bir olmanın değerini, zorda kalan birinin acısını hissetmenin erdemini daha iyi anlıyoruz. İnsan hayatını yüceltmenin aslında medeniyetle eşdeğer olduğunu bugünlerde daha iyi idrak ediyoruz. İnsanoğlunun ancak duyumsadığı müddetçe insan kalabileceğini, durgun ve durağan geçen bu günlerimizde daha çok hatırlıyoruz. Yaşı ilerlemiş bir amcanın yardımsever zabıta memuruna, nezaketi elden bırakmadan verdiği bir çift simit siparişi geliyor hatırımıza. Güngörmüş yaşlı bir teyzenin yüreğinden dökülen samimi dilekler renklendiriyor zihinlerimizi.
Derler ki, "Evin kıymeti akşam olunca anlaşılır." Başını sokacak bir meskeni, giyecek bir çift ayakkabısı olmamasına rağmen yüzündeki tebessümü hiç eksiltmeyen Afrika insanını hatırlıyoruz bugün. İçecek bir bardak temiz su bulamayanların halini, şimdi daha iyi idrak ediyor gibiyiz. Suriye’de, Irak’ta, Libya’da, Afganistan’da, Somali’de üzerine bombalar atılan masum çocuklara karşı “Acaba daha sorumlu olabilir miydik?” sorusunu daha fazla yöneltiyoruz kendimize. Doğaya ve hayvanlara verdiğimiz zararın telafi edilemediğini, gözümüzü kırpmadan kıydığımız canlıların hesabını nasıl vereceğimizi yine bugünlerde daha derinden düşünüyoruz.
Daha sonra “Her şeyin başı sağlıktır” hakikati çıkıyor karşımıza. Kişi başına düşen gayri safi milli hasılanın yüksek oluşunun her zaman için mutluluk getirmediğini, sıhhatin ulaşılabilecek en büyük zenginlik olduğunu yine bugünlerde daha iyi anlıyoruz. Otobüslerde yerlerimizi almak için kıyasıya koşturmuyoruz belki. Büyük bir içtenlikle sarıldığımız dostlarımızla aramızda birtakım engeller de var. Sokağı kendine mesken edinmiş evsizleri her anımsayışımızda, “evde kal”manın kıymetini daha iyi idrak ediyoruz.
Hiç olmadığı kadar durgunuz. Durağanlaşmış bir hayat çepeçevre sarmalamış dört bir yanımızı. “Durursak yanarız” düsturuna bir süreliğine gözlerimizi kapamış gibiyiz. Tefekkür için durduğumuz her bir saniyenin, insanı engin bir hikmet arayışına sevk edeceğine artık inandırmak istiyoruz kendimizi. Ruh dünyamızdaki durgunluğun ne kadar süreceğine dair belirsizlik kaplasa da tüm benliğimizi, Hz. Peygamber’in insanı teskin eden şu ferahlatıcı sözünde buluyoruz teselliyi: “Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı ve engin bir lütufta bulunulmamıştır.”
İbrahim Elkoca