İhlas Suresi, Mekke’de nazil olmuştur. Dört ayettir.
Meali
1- De ki: “O Allah bir tektir.
2 Allah’tır, samed’dir.
3- Doğurmamış ve doğurulmamıştır.
4- Hiçbir şey O’nun dengi değildir.”
Sahih rivayetlerde anlatıldığı gibi bu kısa sure Kur’an’ın üçte birine denktir. Buhari kendi senediyle Ebu Sa’d’ın şöyle rivayet ettiğini nakleder: “Ashaptan biri, bir şahsın İhlas Suresini tekrar tekrar okuduğunu işitir. Sabah olunca Hz. Peygambere gelir ve durumu O’na anlatır. Adamın hakkında söz söyleyecek olur. Hz. Peygamber buyurur ki: ‘Nefsim yedi kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki o sure Kur’an’ın üçte birine denktir.’”
Bunun hiç de garip bir yanı yoktur. Zira Allah Teâlâ, Hz. Peygambere kendi birliğini ilan etmeyi emretti. “De ki: O Allah bir tektir.” İşte bu birlik tevhid akidesinin kendisidir. Tevhid akidesi vicdanlarda yer eden iman, kâinatın tefsiri ve hayatın nizamıdır. Bunun için işte bu sure büyük İslâm gerçeğinin en geniş çizgilerinden başlıcasını ihtiva etmektedir.
“De ki: O Allah bir tektir.”
Bu ifade (bir tektir ifadesi) birdir demekten daha manidardır. Çünkü birliğin yanı sıra O’nunla beraber başka hiçbir şey bulunmadığını ve benzeri hiçbir şeyin mevcut olmadığını ifade etmektedir.
Bu bir teklik varlığın tek birliğidir. Mevcudatta O’nun hakikatinden başka hakikat, O’nun varlığından başka gerçek varlık yoktur. Diğer bütün varlıklar o gerçek varlıktan alır varlığını. O zatın hakikatinden alır hakikatini. Binaenaleyh bu birlik faal bir birliktir. O’nun dışında yapıcı hiçbir şey yoktur mevcudatta.
Bu derunî iman aynı zamanda varlığın izahını da taşır. Çünkü bu izah bir kafada yer eder ve zihinlerde açıklık kazanırsa kalb her türlü şaibeden ve örtülerden kurtulur. Gerçek varlıkla ve gerçek faaliyetle eşi bulunmayan bu bir tek zattan başkasıyla ilgilenmekten uzaklaşır.
Her ne kadar varlıklar âleminde O’ndan başka bir varın var olmadığını şuurunda tam olarak yer ettiremese de varlıklar âlemindeki eşya ile alakasını keser. Varlıklar âleminde o ilâhî varlıktan başka hakikat yoktur. İlâhî iradenin faaliyetinden başka faaliyet yoktur. Öyleyse kalb gerçek varlığı olmayan ve gerçek faaliyeti bulunmayan şeylere neden bağlansın?
Bir kalb bu hakikatin dışındaki bağlantıları ve bu biricik hakikatten başka şeyin duygusunu ortadan kaldırırsa her türlü kayıttan kurtulur ve azad olur. Bütün bağlarını koparır, birçok kayıtların aslı olan ihtiraslardan kurtulur. Birçok kayıtların temeli olan endişegîrlikten uzaklaşır. Allah’ı bulunca hiçbir şeyi kaybetmeyeceğine göre neden başka şeylere rağbet etsin. Allah’tan başka faal varlığı bulunmayan varlıklardan neden korksun?
Varlıklar âleminde Allah’ın hakikatinden başka bir şeyi görmeyen bu düşünce zihinlerde yer edince ondan neşet eden diğer varlıklarla ilgili birçok gerçekleri de görüverir. Ve bu mertebe öyle bir mertebedir ki orada kalb gördüğü her şeyde Allah’ın kudretini fark eder. Bunun da ötesinde öyle bir mertebe vardır ki orada kişi kâinatta Allah’tan başka hiçbir şey görmez. Çünkü orada Allah’ın hakikatinden başka görülebilir hiçbir hakikat bulunmaz.
Keza bu düşüncenin yer etmesi ile birlikte sebeplerin müessiriyeti fikri de ortadan kalkar. Her şey her hadise ve her hareket doğduğu ilk sebebe havale edilir. Ve onun etkisi altında bulunduğu kabul edilir. İşte Kur’an-ı Kerim imana dayalı düşüncesini yerleştirirken bu noktaya çok büyük önem verir. Bunun için zaten zahiri sebepleri bir kenara itip hep işleri doğrudan doğruya Allah’ın iradesine bağlar. “Attığın zaman sen atmadın fakat Allah attı.”[1], “Zafer ancak Allah katındandır.”[2], “Allah istemedikçe siz isteyemezsiniz.”[3] Ve daha buna benzer birçok ayetler.
Zahiri sebeplerin hepsini bir kenara atıp meseleyi yalnız ve yalnız Allah’ın iradesine havale etmek kalbe bir huzur verir. Gidilmesi gereken esas noktayı öğretir. Başka noktalardan kişiyi çekindirir. Aslında varlığı ve mahiyeti bulunmayan zahiri sebepler ve müessirler karşısında insana sükûnet verir.
İşte mutasavvıfların tırmanmaya çalıştığı yolun basamakları budur. İslâm, insanların bu yola gitmesini ister. Ancak pratik hayatın bütün özelliklerini taşıyarak beşer hayatının bütün zorunluklarını yerine getirmelerini yeryüzündeki hilâfetin bütün gereklerini ifa etmelerini ve bununla beraber mevcudatta Allah Teâlâ’dan başka bir hakikatin bulunmadığını, O’nun mevcudiyetinden başka bir mevcudiyetin olmadığını, O’nun faaliyetinden başka bir faaliyet bulunmadığını ve ondan başka gidilecek bir yol olmadığını bilip kavramalarını ister.
Allah’ın Zatî sıfatları
Ve buradan neşet eder mükemmel bir hayat nizamı. Bu izahın ruhlarda duygu ve hedeflerde gerçekleştirdiği üstün hayat düsturunu.
Yalnız ve yalnız Allah’a ibadet nizamı. Gerçekten onun varlığından başka bir varlığın, O’nun faaliyetinden başka bir faaliyetin ve O’nun iradesinden başka bir iradenin müessir olmadığı ibadet nizami...
İstek ve arzularda korku ve endişelerde, sıkıntı ve kolaylıklarda nimet ve fakirlikte, yönelecek yegâne yönü gösteren nizam. Aksi takdirde gerçek varlığı olmayan ve varlıklar âleminde gerçekten müessir olmayan bir yöne yönelmenin ne anlamı var?
Yalnız Yüce Allah’tan emir alma nizamı akide ve tasavvur, değer ve ölçü şeriat ve kanun, sistem ve nizam, terbiye ve geleneklerde ve yalnız ve yalnız Allah’tan emir alma nizamı. Emir ancak bir tek varlıktan alınabilir.
Yalnız ve yalnız Allah için çalışıp hareket etme nizamı... Hakikate yaklaşmak, şaibelerden ve engellerden kurtulmak için. Gerek ruhun özünde gerekse çevrede bulunan eşyada her türlü engellerden uzaklaşmak için. Bunlar arasında şahsi engeller, arzu ve istekler herhangi bir varlıktan korkup temenni engelleri de bulunur.
Bunların yanı sıra beşer kalbiyle her varlığı sevgi, dostluk, yel kat ve anlayış bağıyla birbirine bağlayan nizam. Bu kayıtlardan kurtulmak demek onlardan iğrenip nefret etmek ve onları yaşamamak için kaçıp kurtulmak demek değildir. Çünkü bütün bu engeller Allah Teâlâ’dan sadır olmuştur. Varlığını O’nun varlığından alır. Binaenaleyh onlar varlık olarak kötü değil, iyidirler. Ve sevgili tarafından sunulmuş hediyelerdir.
Bu nizam eşsiz ve yüce bir nizamdır. Bu nizamda dünya küçük, dünya hayatı kısa ve dünya eğlencesi önemsizdir. Gaye ve hedef bu engellerden ve şaibelerden kurtulmaktır. İslâm’a göre kurtuluş bir kenara çekilip bu sözünü ettiğimiz engelleri ortadan kaldırmak veya onlardan nefret edip kaçmak demek değildir. Bunun yerine sürekli çırpınma ve beşeriyeti ilerletmek için çabalamadır. Bütünüyle insanlığın hayatını ilerletmek için sarfedilen çabadır. Binaenaleyh bu bütün yüklerine tahammül ederek hilafet ve kumanda vazifesini ifa ve bunların dayanaklarından tamamen azad olup kurtulmaktır.
Bu sözünü ettiğimiz engellerden mabetler yoluyla kurtulmak kolaydır. Kolaydır ama İslâm bunu istemez. Çünkü yeryüzünün hilafeti ve insanlığın kumandasını ele almak Allah’ın kurtuluş için koyduğu nizamın bir tarafıdır. Bu yol zordur ama insanın insanlığını gerçekleştirmesini sağlayacağı biricik yoldur. İnsanın şahsiyetindeki ulvi soluğun zaferini gerçekleştiren yegâne metottur. İşte bu ruhun ilâhî kaynağına doğru kanatlanışı ve ulvi gerçeğini hikmet sahibi yaratanının seçtiği sahada çalışarak tahakkuk ettirmesidir.
İşte bunun için ilk davet buradaki şekliyle tevhid gerçeğini kalblere yerleştirmek hususuna münhasırdır. Çünkü bu şekilde tevhid hem bir vicdan için akide hem de kâinatın tefsiri ve hayatın nizamıydı. Dille söylenen bir söz değil, vicdanlarda yer eden bir şekil de değil. Her şey odur. Kısaca din tevhidden ibarettir. Geriye kalan tafsilat ve teferruat ise, bu akidenin kalbe yerleşmesinin tabii meyvesidir.
Daha önce ehli kitabın duçar olduğu sapıklıklar hayatlarını düşüncelerini ve akidelerini bozan kötülükler her şeyden önce saf tevhid akidesinden uzaklaşmalarından doğmuştu. Daha sonra da sapıklıklar birbirini takip etmiştir.
Halbuki İslâm akidesindeki tevhid, hayatı derinliğine bir bütün olarak ele almak ve onu bu akide üzerine ikame etmektir. İslâm akidesi tevhidi pratik hayatın bir temel kaidesi ve esası olarak ele alır. Ve bunun tesiri hem akide de hem de teşri de meydana çıkar. Bu tesirin birinci hususiyeti ise yalnız ve yalnız Allah Teâlâ’nın şeriatının hayata hükmetmesidir. Bu, ortadan kalkarsa tevhid akidesi orada yoktur. Çünkü tevhid akidesi ancak ve ancak hayatın bütün bölümlerinde müessir olan unsurlarıyla birlikte kaim olabilir.
Allah bir tektir ifadesinin manası, “Samed”dir, doğmamış ve doğurulmamıştır, hiçbir şey O’nun dengi değildir, demektir. Aslında bir tektir kavlinin içindedir. Ancak Kur’an-ı Kerim meseleyi daha iyi açıklayıp kesinleştirmek için bu teferruatı zikrediyor.
“Allah’tır, Samed’dir”
Samed kelimesinin lügat manası, onun izni olmadan hiçbir işin hükme bağlanmadığı, efendi demektir. Yüce Allah öyle bir efendidir ki, O’ndan başka hiçbir efendi yoktur. Ulûhiyette bir tektir, geriye kalan herkes ise O’nun kuludur. İhtiyaçlar yalnız ve yalnız O’ndan talep olunur. Ve yalnız ve yalnız ihtiyaçları O yerine getirir. Her iş ancak ve ancak O’nun emri ile hükme bağlanır. Kimse emir veremez O’nun yanında. Bu sıfat “Allah bir tektir” denildiği zaman kendiliğinden onun içinde yer alır.
“Doğurmamış ve doğurulmamıştır!”
Hakikatullah sabittir, ezeli ve ebedîdir. Bir halden bir hale geçip durmaz. Bütün hallerde mutlak kemal sahibi olmak O’nun sıfatıdır. Doğum ise yayılıp genişlemek arzusunun sonucudur. Yok olup tükenmekten kurtulmak için çoğalıp artmak hedefine mebnidir. Bu ise Allah Teâlâ için muhaldir. Ayrıca doğum bir çift olmayı gerekli kılar. Karşılıklı birleşme sonucu hasıl olur. Bu da aynı şekilde Allah Teâlâ için muhaldir. Binaenaleyh “bir tek” sıfatı doğurma ve doğrulma durumunun reddini gerektirir.
“Hiçbir şey O’nun dengi değildir.”
O’nun dengi, mümasili veya benzeri hiçbir şey yoktur. Ne varlığın hakikati, itibarıyla ne faili hakiki olarak ne de zati sıfatlarından herhangi birisi bakımından. Bu da tıpkı önceki sıfatlar gibi “bir tek” sıfatı içerisinde mündemiçtir. Fakat burada ayrıca tekid edilmekte ve tafsilata girişilmektedir. Bununla ayrıca iki tanrı bulunduğunu, birisinin hayır ilâ’hı olduğunu diğerinin ise şer tanrısı olduğunu kabul eden, şer tanrısı ile hayır tanrısının birbirine karşı çıktığını ve böylece yeryüzünde fesat yaygınlaştığını ileri süren ikili bir ilah inancını da reddetmektedir. İkili tanrı inancının en meşhuru İranlıların aydınlık ve karanlık tanrısı olarak kabul ettikleri ve Arap yarımadasının güney kesimlerinde bilinen (Zerdüşt) inancıdır. Zira o kesimde İran devletinin hâkimiyeti mevcut idi.
“Kâfirun” suresi tevhid ile şirk akidesi arasındaki her türlü benzerliği ve yakınlığı bütünüyle kestirip attığı gibi bu sure de İslâm’ın getirdiği tevhid akidesini bütün açıklığıyla ispat edip belirtilmektedir. Her iki sure ayrı ayrı cephelerden tevhid gerçeğini ele almaktadır. Nitekim Hz. Peygamber her gün -sabah namazının sünnetini eda ederken- gününü bu iki sureyi okuyarak açardı. Günün bu surelerle açılışının apayrı manası ve maksadı vardı tabii...