Kavuşamayacağına inanmış hangi âşık, istemez bütün varlığıyla savrulmayı? Nasıl çarpışacağını, baş edeceğini, aşacağını, alışacağını, ısınacağını, sevileceğini, arınacağını, dinleneceğini bilmeyenlerin yakarışı olarak da okuyorduk biz bu mısraları. Yıl 1993’tü ve sonrasıydı ve sonrasıydı… ‘Yağmur bu kadar inceyken’ ve biz konuşmayı yeni yeni öğreniyorken bizim için tam bir ahir zaman mezmuruydu Hüseyin Atlansoy ağabeyin “Musalla Taşında Açan Gül”ü ve şöyle okunuyordu:
Yağmur bu kadar inceyken
Ağır açan bir gül kadar hafifken merhamet
Ölüm çok ağır Allah'ım
Ölüm çok ağır affet.
*
Hafiften bir yağmurla Allah'ım
Musalla taşında bir gül kıl beni
Usulca bir güvercin
Kaldırsın ince kırmızı giysilerimi
*
İznin olursa açılsın kuş dili
Söyleyiversin ince naif şarkılar
Zamanın süzgecinden geçen bedenimi
Dağıtıp savursun ruhumla birlik rüzgâr
*
Hiçbir sırrını ele verme
Öl ya da ölü taklidi yap ey suretim
Dişleri kenetlenmiş çenesi bağlı
Bir ölü taklidi yap- yapabilirsen
Çünkü bir tek
Ölüler doğru fotoğraf verir
Çok şey yapıyoruz ve çok bulanığız!
Henüz kimse ölmemiş gibi. Henüz tam yaşamıyor gibiyim. Yani ki toprağa basmama isteğim daha yoğun. Soruları, sorgular kovalıyor. Sisli, bulanık, karışık bir yerden nefes alıyorum. 90’ların başı. Resmi olarak Bağlarbaşı’ndaki İlahiyat Fakültesi’ne kaydımı yaptırmışım. Ama kendimi hiç bir yere kayıtlı hissedemiyorum. İsmini koyamadığımız, sebeplerini tam olarak bilemediğimiz bir ıstırabla arayışımız devam ediyor. Lütfullah Şentürk dostum Tokat’ta edebiyat fakültesine başlamış. Çok şiir okuyoruz onunla. Çok film izliyoruz. Çok müzik dinliyoruz. Çok bulanığız. Buluşmalarımız, gecelerimiz azalmış olsa da doğurgan ve fakat yorucu kesafet devam ediyor. Durulmaya yıllar var daha. Acılar, dertler, hasretler, mısralarla söyleniyor ve gene onlarla-onlarda gizleniyor.
İpekdili, Tokat ve Lütfullah ve o şiir…
O benden daha atılımcı, yenilikçi, hızlı ve aç. Yeni kitaplara, yeni müziklere, yeni filmlere kışkırtıyor beni. Buluyor, getiriyor, tahrik ediyor zihnimi: Yazarlara, şairlere, yönetmenlere, şarkılara, marşlara… Bir gün o şiiri okuduğumuz gün de geliyor.
İşte o günlerden bir gün, İpekdili’nin ilk sayfasında, Lütfullah’ın Tokat’ta tanıştığı şair Hüseyin Atlansoy’un, daha evvel ‘İyi günler ilerde anneanne’ diye bizi inleten abinin, o şiirini okuyoruz. Sene 1993 herhalde. Off! Musalla Taşında Açan Gül. Şiirin ruhuma ilk çarpma anı. İlk okuduğumda yerimde kalakalmıştım. Kıpırtısız ve tepkisiz. ‘Musalla taşında bir gül kıl beni’, hem de ‘Hafiften bir yağmurla Allah’ım’
Bedenimi de ruhumu da savursun rüzgâr! Amin
Kendini taşımaktan bizar düşmüş, yorgunluğun bile kendisini tanımlayamayacağını düşünen bir üniversitelinin imdadına yetişen ‘güvercin’ kanadı mısralar… Öyle edepli, öyle ince, öyle derinlerden geliyor ki bu ses; katılmamak mümkün değil. ’İznin olursa açılsın, kuş dili’ Amin. Bunca incelmiş, kayıtlardan âzade olmuş bir ruhun, son isteğinin; yani açılan kuş dilinin ‘ince naif şarkılar’ söyleyivermesi… Mümkün Allah’ım mümkün. Zaten fazla durmak istemiyoruz burada. Bizi tutan ne var ki?
Gideceğiz. Gitmek istiyoruz. Çünkü bir türlü tam olamıyoruz. Yediklerimizi, içtiklerimizi, gördüklerimizi, işittiklerimizi, öğrendiklerimizi, sevdiklerimizi eksilten, yutan bir şey var. Öyleyse işte beklediğimiz o söyleyişe katılıyoruz her okuyuşumuzda: ’Zamanın süzgecinden geçen bedenimi/ Dağıtıp savursun ruhumla birlik rüzgâr.’ Bir daha amin.
Nasıl aşacağını, sevileceğini… bilmeyenlerin yakarışı!
Kavuşamayacağına inanmış hangi âşık istemez, bütün varlığıyla savrulmayı? Ve gün geçtikçe dünya tüm sertliğiyle, anlaşılmazlığıyla, aşılamazlığıyla üstüne üstüne gelen hangi güçsüz sığınmamıştır, böyle utanarak Yaradan’a? Nasıl çarpışacağını, baş edeceğini, aşacağını, alışacağını, ısınacağını, sevileceğini, arınacağını, dinleneceğini bilmeyenlerin yakarışı olarak da okuyorduk biz bu mısraları. Sonra diyorduk: ‘Ağır açan bir gül kadar hafifken merhamet’in; amin. Ve bir şeye, o şeye, o istiyoruz gibi göründüğümüz şeye hahişkar gibi görünsek de biliyoruz ‘Ölüm çok ağır Allah’ım/ Ölüm çok ağır affet!’
Hiçbir sırrını ele verme!
Şairin “İyi Günler İlerde Anneanne”nin mısralarıyla bizi getirip bıraktığı yer; "Oysa ne sarışın kızlar / Göz kırpıyor esmer delikanlılara / Ne de Ortadoğu bir gül bahçesi oluyor ve ‘Kıyamet bize’ydi.
O epey uzun süren ‘Şimdi’de şair Atlansoy’un, siyah-beyaz albümleri, geçmişi karıştırırken kendisine geliveren bu mısralarını okurken gene şiirin sonlarında; devam eden hayat için en doğru veya tutarlı, yapmacıksız tavrın ‘dişleri kenetlenmiş, çenesi bağlı’ sessizlik olduğunu söyler. ‘Hiç bir sırrın ele ver’ilmeyeceği ölü-m suskunluğu. Ölmemizi veya ölü taklidi yapmamızı ister. ‘Çünkü bir tek / ölüler doğru fotoğraf verir’ Geçerlilik süresi ve aşikâr doğruluğu bitmeyecek bir mısra olmadığını kim söyleyebilir? Bundan sonra artık kim ne söyleyebilirdi?
Mustafa Nezihi