Habib-i Neccar ve Ashab-ı Karye (Şehir Halkı)

Kur’an-ı Kerim’de, “karye” halkını Hakk’a davet etmek için bir şehre (karye) gelen iki elçiye destek olmak üzere bir üçüncüsünün gönderildiği, halkın bunlara karşı çıktığı, sadece şehrin uzak bir yerinden gelen bir kişinin iman edip onları desteklediği ve bu kişinin, açıkça ifade edilmemekle beraber ayetin gelişinden anlaşıldığına göre şehir halkı tarafından öldürüldüğü anlatılmaktadır. Bu mümin kişinin adı: Habib b. Musa, Habib b. İsrail veya Habib b. Mer‘î’dir. Neccâr (marangoz) olması dolayısı ile de Tefsir kitaplarında Habib-i Neccar olarak geçer.

Habib-i Neccar ve Ashab-ı Karye (Şehir Halkı)

“Onlara, şu şehir halkını misal getir: Hani onlara elçiler gelmişti. İşte o zaman biz, onlara iki elçi göndermiştik. Onları yalanladılar. Bunun üzerine üçüncü bir elçi gönderdik. Onlar, ‘Biz, size gönderilmiş Allah’ın elçileriyiz!’ dediler. Elçilere dediler ki: ‘Siz de ancak bizim gibi birer insansınız. Rahman, herhangi bir şey indirmedi. Siz ancak yalan söylüyorsunuz.’ (Elçiler) ‘Rabbimiz biliyor; biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz. Bizim vazifemiz, açık bir şekilde Allah’ın buyruklarını size tebliğ etmekten başka bir şey değildir’ dediler. (Bunun üzerine onlar) ‘Doğrusu siz bize uğursuz geldiniz. Eğer bu işten vazgeçmezseniz, and olsun sizi taşlarız ve bizden size mutlaka fena bir kötülük dokunur’ dediler. Elçiler şöyle cevap verdiler: ‘Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Size nasihat ediliyorsa bu uğursuzluk mudur? Bilakis, siz aşırı giden bir milletsiniz.’

Derken şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve şöyle dedi: ‘Ey kavmim! Bu elçilere uyun! Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tabi olun. Çünkü onlar hidayete ermiş kimselerdir. Bana ne olmuş ki beni yaratana ibadet etmeyecekmişim! Hâlbuki hepiniz O’na döndürüleceksiniz. O’ndan başka ilahlar mı edineyim? O çok esirgeyici Allah, eğer bana bir zarar dilerse onların (putların) şefaati bana hiçbir fayda vermez, beni kurtaramazlar. İşte o zaman ben apaçık bir sapıklığın içine gömülmüş olurum. Şüphesiz ben, Rabbinize inandım, beni dinleyin.’

‘Gir cennete!’ denildi. ‘Keşke, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını kavmim bilseydi!’ dedi.
Biz ondan sonra onun milletini helak etmek için üzerlerine gökten herhangi bir ordu indirmedik ve indirecek de değildik. (Onları helak eden) korkunç sesten başka bir şey değildi. Birdenbire sönüverdiler. Ne yazık şu kullara! Onlara gelen her peygamber ile mutlaka alay etmeye kalkışırlar.”
(Yasin Suresi, 13-30)

Allah Teâlâ’nın gönderdiği peygamberleri yalanlayan, onlarla alay eden, Hakkı ve hakikati inkâr ederek doğru yoldan sapanlara yazıklar olsun! Onların varacağı yer cehennemdir. Orası ne kötü bir yerdir! Onlar için dünyada bir rezillik, ahirette de acıklı bir azap vardır.


a. Marangoz Habib

Büyük bir şehirde kendini ve kavmini tek bir Allah’a kulluk etmekten alıkoyan zorba bir kral vardı. Yine orada marangozluk yapan ve adı Habib olan biri vardı. Bu kişi, doğru yoldan ayrılmayan, atalarından aldığı ahlâkî ve imanî güzellikleri akıl ve ruh dünyasında baş tacı eden, kendini Allah’a veren, dinine sımsıkı sarılan ve isyan ve küfür sancağını ayaklar altına almaya çalışan biri oldu. Zorba ve kibirli kralı bıkmadan, usanmadan doğru yola davet etmeyi sürdürüyor, insanları hakkı kabul etmedikleri takdirde karşılaşacakları tehlikelere karşı uyanıyordu.

Toplum, bir bütün olarak Habib’in davetine karşı cephe aldı. Hiç kimse onun davetini önemsemedi. Hatta ona alaycı yakıştırmalarda bulundular. Söyledikleri en hafif yakıştırma “sen delisin” idi.
Habib kendisini sürekli reddetseler de davasından vazgeçmiyor, aksine sahip olduğu köklü imanı ve aklıselimiyle bıkmadan usanmadan davasını anlatıyordu.

b. İnzivaya çekilme

Halkın Habib’e olan baskısı artmıştı. Önce onu boykot etmeye karar verdiler. Fakat bu işe yaramayınca ona hakaret etmeye ve onu dövmeye başladılar. Hatta işkence yaparak onu davasından vazgeçirmeye çalıştılar.

Zorba kralın güvenlik görevlileri, Habib’in yakasına yapışıp ekmek teknesi olan dükkânını kapatmasını söylediler ve onu, insanları aldatma işinden vazgeçmediği takdirde öldürmekle tehdit ettiler.
Böylece Habib evini, işini gücünü ve yurdunu bırakarak şehre yakın bir mağaraya sığındı. Burası etrafı meyveli ağaçların kapladığı ormanlık bir alandı. Habib, mağarayı ev ve mabed; kuşlarını yiyecek; geniş sahasına da Rabbine ellerini açıp dua edeceği bir mihrap yaptı.

Allah’a şöyle dua ediyordu: “Allah’ım! Cahil ve kendini bilmez kimselerin hakkı kabullenmemesini; zorba kralın, halkının akıl ve görüşlerini hafife almasını ve onları heva denizinde boğup rezalet konvoyunda kullanmasını sana ısmarlıyor ve sana arz ediyorum.”

Yine Habib’in iki gözü iki çeşme ulvi duygularla Allah’a el açıp dua ettiği bir geceydi. Gökyüzündeki ayın berraklığına diyecek yoktu. Bu arada derin bir uykuya dalan Habib, rüyasında kendini has bahçelerde Yüce Allah’ın nimetleri içinde gördü.

Ertesi gün şehre adları Sadık ve Masduk olan iki yabancı geldi. İnsanların putperestliğini ve bozuk inanç ve düşüncelerini, kralın da insanlara yaptığı zulmü ve zorbalığı gören bu iki kişi, kollan sıvayarak Hakkın sesini duyurmaya başladı.

İnsanlar, Habib’in davetinin bu sefer de bu iki yabancının ağzında yeniden dillendirildiğini gördüler. Bu davetin sesi evlerde, pazarlarda hatta kralın sarayında bile yankısını buldu.

Bir gün insanlar, elçilerin etrafını sarıp onlara, “Siz kimsiniz?” diye sordular. Onlar da: “Bizler (Allah tarafından) size gönderilen elçileriz.” diye cevap verdiler. Bu cevap onlardaki şoku daha da artırdı. Çünkü daha önce karşılarında uğraşıp da kovdukları bir davetçi varken şimdi ise karşılarına kendilerinin peygamber olduğunu söyleyen iki kişi çıkmıştı. Bu, kendileri için oldukça tuhaf ve bir o kadar da büyük bir sorundu.

Şehir halkının peygamberlere karşı tutumu daha önceki toplumlar gibi olmuştu. Onlar, gerçek Allah inancını biliyorlardı fakat İblis’in vesveseleri altında eziliyor, hevalarına uyuyor ve krala itaat ediyorlardı. Bunun yanı sıra değişik putlara taparak Haktan uzaklaşıyorlardı. Yapmakta oldukları bu cahilce hareket kendilerine sorulduğunda cevaben, “Biz bu putlara, bizi Allah’a yaklaştırması için tapıyoruz.”[1] diyorlardı. Buna ilaveten kendilerine davetçi olarak gelen elçilerin de insan olmasını yadırgıyorlardı. Elçilerin bu davetlerine karşılık kral ve halk onlara şöyle diyerek karşı çıkıyordu: “Siz de ancak bizim gibi birer insansınız. Rahman herhangi bir şey indirmedi. Siz ancak yalan söylüyorsunuz.”[2]

c. Tartışma ve görüşmeler
Sadık ve Masduk adlı bu elçiler, kendilerine atılan iftiralara daha fazla tahammül edemediler. Kavga ve gürültüye bulaşmadan, kral ve inkârcılarla tartışmaya devam ettiler. Elçiler, bu görüşmelerinde inkârcılara mantıklı, hikmetli ve tutarlı cevaplar veriyor ve “Rabbimiz biliyor; biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz.”[3] diyorlardı. Peygamber seçme hususunda karar verme yetkisi yalnızca Allah’ın elindedir. Yoksa hiçbir insanın peygamberlik iddia etme hakkı yoktur. Elçilerin bu tutarlı cevapları karşısında daha fazla tutunamayan inkârcılar, görüşmeleri terk ederek oradan ayrıldılar.
Her cadde ve köşe başını tutan bu iki elçi, hakikate olan çağrılan ile inananların sayısını çoğaltıyor; bilgi ve iman mihverinde yaptıkları çalışmalarla da insanların cehalet ve yanlışlarına merhem oluyordu. Ne var ki çeşitli menfaat grupları ile pek çok yetkili insan, özellikle de işin başında bulunan zorba kral, bu iki elçiye büyük zorluklar çıkardılar.

d. Tehdit ve uyarı

İnkârcılar, Sadık ve Masduk’un ortaya koyduğu mantık ve hikmetle desteklenmiş hak davayı kendilerine yönelmiş bir tehlike olarak algıladılar. Yine bu davetin yaşam tarzlarını, sapkınlıklarını, zevk ve menfaatlerini neredeyse işlevsiz bırakacağını düşündükleri için elçiler yüzünden uğursuzluğa uğradıklarını iddia ettiler: “Doğrusu siz bize uğursuz geldiniz. Eğer bu işten vazgeçmezseniz, and olsun sizi taşlarız ve bizden size mutlaka fena bir kötülük dokunur, dediler.”[4]

İnkârcılar, insanların etrafından dağılmaları ve onları kendi başlarına bırakmaları için güpegündüz insanların içinde elçileri tehdit ettiler. Bunun üzerine elçiler onlara şöyle diyerek karşı çıktılar: “Ey akılsız cahiller! Bir taraftan kör cehalet içinde yaşıyor, bir taraftan da yarasalar gibi ışıktan rahatsız oluyorsunuz. Yine bir taraftan bataklığın bekçiliğini yapıyor, diğer taraftan da iyiye ve güzele sırt çeviriyorsunuz! Eğer uğursuzluk varsa bu sizin uğursuzluğunuzdur. Sahip olduğunuz bu uğursuzluk düşüncesi, kalplerinize ve organlarınızın tamamına yuva yapmış, tohum ve meyvelerini vermiştir. Siz de bundan dolayı çeşitli iftiralarda ve yalanlamalarda bulunuyorsunuz!”

e. Habib koşarak şehre iniyor

Şehirde olan biten çalkantılardan haberdar olan Habib, hiç vakit kaybetmeden koşmaya başladı. Şüphe yok ki bu durum, kavmine hidayeti anlatmak için bir fırsat olacaktı. Zaten o da kavminin putperestliğinden ve içine düştüğü cehalet bataklığından kurtulmasını canı gönülden arzu ediyor ve bunun için çabalıyordu. Nihayet kavminin önüne tekrar çıkarak onlara şöyle dedi.

“Ey kavmim! Sizlere Allah katından hak ve hakikati getiren elçilere uyun. Görüyorsunuz ki, sizlere imanın güzelliklerini anlatan sadece ben değilim. Fakat sizler, kabul etmek yerine beni yalanladınız, yaftaladınız, bana olmadık tehditlerde bulundunuz, beni evimden, yurdumdan ettiniz ve bana biraz olsun hüsnü zan beslemediniz. Madem bana bunları reva gördünüz, bari sizlerden maddi-manevî hiçbir karşılık beklemeyen şu iki elçiye uyun.”

Bunun üzerine cehalet ve küfrün ileri gelenlerinden birkaçı ona, “Sen hâlâ eski şaşkınlık ve bunaklığında mısın? Hâlbuki senin saçma sapan düşüncelerden ve hastalığından kurtulup şifa bulduğunu düşünüyorduk. Demek bizleri hâlâ ilahlarımızı terk etmeye ve kendi ilahın olan tek Allah’a çağırmaya devam ediyorsun, öyle mi?” dediler.

Habib de cevaben, “Beni yaratıp şekil veren Allah’a neden kulluk etmeyeceğim? İş işten geçmeden aklınızı başınıza alın! Çünkü O’nun huzuruna çıkıp hesap vereceksiniz. Fakat o zaman pişmanlığın faydası olmayacak. Öyleyse ey kavmim, hemen tevbe ederek Allah’a yönelin. Benim amacım sadece sizleri uyarmaktır.” dedi.

Habib’in konuşması, karşısındaki kendini bilmez kavminin konuşmasını bastırdı ve onları dize getirdi. Habib, kavmine son derece net, samimi ve içten bir ifadeyle şunları söyledi: “Ben, duymayan, konuşmayan, fayda ve zararı olmayan taştan yapılma şeyleri -hâşâ- nasıl ilah edinebilirim? Rahman olan Allah, bana bir zarar vermek isterse, onların şefaati bana hiçbir yarar sağlamaz ve onlar beni kurtaramazlar. Buna göre, daha nasıl oluyor da benden, Allah’a giden yoldan vazgeçip de içinde bulunduğunuz bataklık çukurunda olmamı isteyebiliyorsunuz? Eğer böyle yaparsam, apaçık bir sapıklık ve kötülük içinde olurum.

Ben Allah’a iman ettim ve O’na dayandım. Bundan da asla vazgeçmeyeceğim. Sözlerime ve uyarılarıma kulak verin ve peygamberlere tabi olun. Ben Rabbinize iman ettim. Bana kulak verin diyorum. Çünkü O, sadece benim değil, aksine sizin ve sizden önceki atalarınızın, Doğu’nun ve Batı’nın, yerin ve göğün Rabbidir. Allah, sizlerin O’na yakıştırdığınız şeylerden münezzehtir.”

f. Habib şehit oluyor

“Hakikat”ten nasiplerini almamış bu insanlar, Habib’in konuşmasına daha fazla sabredemediler. Habib’in bu güzel konuşması karşısında elleri-kolları bağlandı ve iyiden iyiye öfkelendiler. İblis de onların bu öfkelerini daha da artırdı. Kin ve nefret ateşiyle yanıp tutuşan bu insanlar, Habib’in üzerine atılarak onu linç ettiler. Habib yere düşmüştü fakat onlar hâlâ ellerine ve ayaklarına geçirdikleri şeylerle onu ezmeye devam ediyorlardı. Sonunda bu güzel insan hunharca öldürüldü.

g. Tek çığlık

Bu inkârcı grup Sadık ve Masduk adlı elçilere kötülük yapmaya fırsat bulamadan, Yüce Allah’ın Cebrail’e verdiği ilahi ferman iki elçinin imdadına yetişti. Cebrail, bir sayha ile o günahkârların sonunu getirdi. Onlara verilen bu dünyevi ceza, kendilerinden sonraki kuşaklara bir ibret vesikası oldu. Ceza için göğün meleklerini seferber etmeye gerek bile kalmamıştı: “Biz ondan sonra onun milletini helak etmek için üzerlerine gökten herhangi bir ordu indirmedik ve indirecek de değildik.”[5]

Peki, niçin böyle oldu? Çünkü Cebrail, onlara âdeta bir kasırga veya yıldırım gibi kuvvetle çığlık atmıştı. Böylece saniyeden daha kısa bir zaman içinde yerleri, yurtları ve sarayları yerle bir oldu. Ağaçlar kökünden sökülmüş, dağlar yerinden oynamış gibiydi: “(Onları helak eden) korkunç sesten başka bir şey değildi. Birdenbire sönüverdiler.”[6]

h. Habib’e verilen mükâfat: Cennet
Tatlı canından olan Habib’e, “İmanın, tasdikin ve yerine getirdiğin bu görevlerin karşılığında cennete gir” denildi. Ona bahşedilen cennet nimetleri ne kadar anlamlı ne kadar güzeldi. Hâlbuki Habib, vaat edilen bu nimetleri daha dünyada iken iman nuruyla görüyordu. Habib, kendisine lütfedilen bu ilahî nimetlere kavuştuktan sonra acaba ne söylemiş olabilir?:

“Keşke, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını kavmim bilseydi! dedi.”

Kur’an Kıssaları, Muhammed Ali Kutub, Beka Yayıncılık

DİPNOTLAR:

[1] Zümer Suresi, 3

[2] Yasin Suresi, 15

[3] Yasin Suresi, 16

[4] Yasin Suresi, 18

[5] Yasin Suresi, 28

[6] Yâsîn 36/29.

YORUM EKLE