“Zahire aykırı her Batın, Batıl’dır.” Molla Cami’nin Baharistan isimli eserinden bir alıntı ile başlamak konuyu açmayı kolaylaştırıyor. Tamamen kendimi düşünüyorum. Zaten günümüz modası pragmatist olmamızı amaçlıyor. Hepimiz kendimizi görünmeyen, bilinmeyen ama bizi gizliden gizliye seyreden, yöneten bir ötekiye beğendirme derdindeyiz. Burada 'ego', 'öteki' kavramları tamamen karışmış ya da karıştırılmış durumda. Neyin peşinde olduğumuzu unutuyoruz. Konu: Tasavvuf. Bitirme ödevi ile doğan süreçte gelinen nokta: Bitirilemeyen Ödev.
Tasavvufun insanı eğiten manevî yönü unutuluyor popülerleştirildikçe. Bir tarafta tasavvufa içi geçmiş bir öğreti olarak bakan ve onu tamamen reddeden ilahiyatçılar, diğer tarafta tasavvufu konu edinerek ondan nasıl bir şöhret sağlayabilirim düşüncesi canım tasavvufun, mutasavvıf ve velîlerin bir anda görmezden gelinmesine sebep oldu. Bu aslında çoğu ilahiyatçının da canını sıkan bir durum. Vakit olsa da doya doya konuşulsa bu konu.
Bir kader var ve kaza ile olacak ne olacaksa
“Zahire aykırı her Batın, Batıl’dır” demeyi seçiyor Molla Cami. Aslında onun bu sözü tasavvufî görüşünü o kadar güzel ortaya koyuyor ki. Peki neden böyle söylemeyi seçmiş olabilir Molla Cami. Onun döneminde de muhakkak bu tartışmalar yapılıp duruyordu. Zira değişmeyen tartışmalarımız var yüzyıllardır. Kabullenmesi zor olansa kıymet verdiğimiz insanların âlim asan bir hükmü yerinde sayması. Buraya kadar çok açık veya muğlâk olmak gibi bir amaç taşımadım. Herkesin bildiği ve üzerine söz söylediği tartışmaları açmaya hiç niyetim yok. Sanatsal bir zevk kalsın istiyorum geride ve insan kendine faydalı olanı bir Müslüman bilinciyle alsın bu yazıdan. Tıpkı şurada olduğu gibi: “Şiirin karşılığını vermek Allah’a mahsustur.” Yani sadece almak değil vermek de bir nasip işi. Buna iman ettikten sonra da nasiplenmemek mümkün değil.
Yıllar önce zayıflayıp zayıflayıp küçücük kaldığımda hiçbir şey yemek istemezken anneannemin söylediği bir söz beni kendime getirmişti: “Allah kulunun rızkını, nasibini keserse ömrünü alır.” Nitekim bu söz ümitli olmayı gerekli kılıyordu. Yemek, gülmek, yüreğin yumuşaması, bunların hepsi nasip meselesiymiş. Molla Cami’yi, Baharistan’ı, Salaman ve Absal’ı bu yüzden çok sevdim. Bana her seferinde insanın nasibi için yaşamayı bilmesi gerektiğini anlatıyordu. Hele hele hayat kılavuzlarını tamamen hükümsüz kılıyordu. Çünkü bir kader var ve kaza ile olacak ne olacaksa. İnsan ancak yaşadıkça, yaşamına verilen hükme razı oldukça öğrenebilecek hayatı. O yüzden Baharistan’ında şöyle demiyor mu Cami: “Tasavvuf; elinde olanı vermek, başına gelen şeylerden kaçınmamaktır.”
Ümit eski bir bahçenin içinde yeni yetişmiş bir yemiş gibi
Molla Cami’yi okumaya başladığım ilk zamanlarda tasavvuf, korku, ümit, aşk, saadet, gam kelimelerini yeni anlamlarıyla gözden geçirmeye başlamıştım. Farklı bir bakış vardı onda. Bir kere naif üslubu adaletten bahsettiği zaman birden keskinleşiyordu. Sonra aşk dediğinde bir bilge görüyordum karşımda. Şöyle bir mısra söyleyebiliyordu mesela okura hiç acımadan: ‘Çiy taneleri lâlenin kulağında ter, yağmur damlaları goncanın sürahisinde şaraptır.’ Ve bu kadar güzel bir ifade. Dilime dolandıkça Allah Allah dememe sebep olan mısra. Çiy ve yağmur damlaları ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Bu anlatımı bugün bulamıyorsak eğer o âlim ve bilge kişilerin böyle bir ortamda artık yetişemeyeceğinden. Ama yine de kadere razı olmak ve kendimle çelişmemek için ümitli olmaktan yana durduğumu da belirtmeliyim. Çünkü ancak bu ümidi ve gerçeği taşıdıkça insan bir şey çıkarabilecek bunca acının ortasından. Ve güzelleşecek tıpkı Molla Cami’nin Salâman ve Absal’ındaki şu mısraı gibi:‘Kendini ıslah etmekten bir an bile gafil durmamak gerek. Çamura batmış olsan bile çamur içinde gömülüp yatmamalı.’ Ümit eski bir bahçenin içinde yeni yetişmiş bir yemiş gibi tat bırakıyor insanda. Ancak, ebedî olmayan bir mutluluğun ârif kişiler için ümit kıblesi olamayacağını akılda tutma şartıyla.
Tasavvufu devam ettiren de güzel ahlâktır
Anlamını sorguladığım bir diğer kelime de gam. Âdem’in balçığına kırk sabah gam yağmuru, bir sabah da neşe yağmuru yağdığı rivayet edilir. Neden böyledir diye sorgunun başladığını duyuyorum. Rivayete göre gamı ya da neşeyi seçmiş olmuyorsunuz, tasavvufî bir yorumla bakınca başa gelen ehven hallerin müsebbibi olan kul, bunun acısına da rıza göstermeyi bilmeli. Burada kader meselesine geçiş yapamıyoruz, zira orası bizi durduran nokta. Sınırımız ya da perdemiz. Ama bunca anlatıya rağmen dinde hüzne değil de sevince vurgu yapılması, mahzun değil, sevinçli olmak gerektiği, bunun şükrü ve nasibi artırması da garip değil mi? Sormadan edemeyecek olanlar için; gam yerleştiyse ya insanın içine! Ümitin de aşk gibi doğabilmesi için baş göstermesi lâzım: “Güzelliğin sırrı Leylâ’dan baş göstermedikçe, Leylâ’nın aşkı Mecnun’u yakmamıştır.”
Bunca anlattık, bunca alıntıladık, hep ne için? Niye onca yazma çabası içine girenleri takip ve tahlil ettik? Bir şey mi umuyorduk. Çıkarımız neydi ki söylenenlerden, kıssadan hissemiz hani? Gelelim o en can alıcı noktaya. Yazının başını hatırlayanlar için ego sözcüğüne geri dönelim istiyorum. Ne yapıyoruz bugün? Eleştirmek için söylemiyorum, kınamak için hiç değil! Ne de olsa “Kınama olmayınca aşk canı besler. Fakat aşka kınama da katılırsa gönül kanamaya başlar.” Bu alıntı da Cami’den. Kınama ve kanama kelimeleriyle Türkçe söyleyişte ne hoş bir ses uyumu ortaya çıkıyor. Nasıl saltanatları var eden din, onu sürdüren adaletse; tasavvufu devam ettiren de güzel ahlâktır. Sufîler, mutasavvıf şairler hep bunun için uğraşmışlardır. Böyle insanları din dışı görmek, hele hele kınamak haddimiz değildir sanıyorum. Öğüt olarak içine ego bulaşmadan yapılan nasihatleri baş tacı edebiliriz, bu nasihat edenin ârif oluşunu gösterir. Bu aynı zamanda tasavvufu insanlara sevimli görünme ya da bilgelik uyandırma aracı olarak mı kullandığını yoksa kendini ihya eden şeyden insanların da nasibdâr olması için mi uğraştığını gösterir. Bize de kıssadan hisse almak düşer.
Sevâl Günbal