Merhum Ahmed Sadık Yivlik Efendi, Kara Baba Dergâhı’nda 30 yılı aşkın bir süre İbn Arabî’nin Füsus’ül Hikem’ine Ahmed Avni Konuk tarafından yazılan şerhi esas alan sohbet toplantıları tertip etmiştir. Tasavvufî tedrisat geleneğimizde Füsus dersleri, nihai mertebe olarak kabul edilir. Bu yüzden Füsus’ül Hikem okutmak, ancak manevi ve ilmî icazetle mümkün olmaktadır. Bu dersleri takip edebilmek için, mürit ve muhiplerin de manevi ve ilmî bir seviyeye sahip olması gerekir. Ancak bazı durumlarda, halis bir niyet ve safiyâne bir kalbin yanında kuşdilini çözme istidadına sahip olan muhipler, ders veren mürşid-i kâmilin teveccüh ve himmetinden feyz almak sureti ile bu derslere iştirak edip hissedar olabilir, manevi ve ilmî terakki sağlayabilirler. Merhum Ahmed Sadık Efendi bu kapıyı açan mürşid-i kâmillerden olup Füsus derslerini dileyen herkese açık olarak tertip ederler, teveccüh ve himmetlerini muhiplerden esirgemezler idi.
Kara Baba Dergâhı’nda 30 yılı aşkın bir süre devam eden Füsus sohbetlerinin, Ahmed Sadık Efendi’de tevarüs eden iki menşei bulunmakta idi. Bu menşelerden ilki hazretin üstad-ı evveli olan, Tahir Ağa Dergâhı son postnişini Ali Behçet Efendi Hazretleri’dir. Ali Behçet Efendi, Mesnevihan Muhammed Esad Dede’den Füsus’ül Hikem okumuştur. Kendisinin de İbn Arabî Hazretleri’nin eserlerini okutma icazeti vardır. Zaten Ahmed Avni Konuk’un Füsus’ül Hikem şerhi, Ali Behçet Efendi’nin de takip ettiği, Esad Dede’nin mezkûr Füsus derslerinin neticesinde kaleme alınmıştır. Bununla beraber Ahmed Avni Bey, Fatih türbedarı Ahmed Amiş Efendi’nin sohbet halkasında da bulunmuş, aynı halkaya bağlı Yakup Han Kaşgari’ye ait Füsus şerhinden de istifade etmiştir. Yakup Han Kaşgari’nin Arapça Füsus şerhi yazıldığı dönemde basılmıştır. Ancak Ahmed Avni Bey’in tercüme ve şerhinin neşredilmesi, Mustafa Tahralı ve merhum Selçuk Eraydın’ın gayretli çalışmalarına kadar mümkün olmamıştır. Ahmed Sadık Efendi, Tahir Ağa Dergâhı’ndan tanıdığı Ahmed Avni Konuk’a ait Füsus şerhinin, Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki orijinal yazma nüshasının filmini almak suretiyle, bu şerhi transkripe ederek sadeleştirmiş ve sohbetlerinde kendi sadeleştirdiği metni esas almıştır. Yani Ahmed Avni Bey şerhinin, Tahralı neşrinden çok daha önce transkripsiyonu ve sadeleştirmesi yapılmış, elde edilen metin fotokopi olarak çoğaltılarak bu şerhten istifade edilmiştir.
Ahmed Sadık Efendi’nin Füsus sohbetlerini tevarüs ettiği ikinci kaynak, üstad-ı sanisi Dramalı Ahmed Hamdi Efendi’nin sohbet meclisidir. Dramalı Ahmed Hamdi Efendi’nin Füsus sohbetleri, Dramalı Mustafa Hazım Efendi vasıtasıyla Mürefteli Sarı Abdullah Efendi’ye, onun vasıtasıyla da Seyyid Muhammed Nur’ül Arabî Hazretleri’nin sohbet halkasına bağlanmaktadır.
Merhum Ahmed Sadık Efendi’nin Kara Baba Dergâhı’ndaki Füsus sohbetlerine ait elimizde üç adet ses kaydı bulunmaktadır. Bu kayıtların üçü de Füsus’ül Hikem’in Muhammed Faslı izah edilirken alınmıştır. Bu kayıtlardan ilkini, mümkün mertebe yazıya geçirdiğimiz hali ile paylaşıyoruz, umarız ki hayırlara vesile olur.
Füsus’ül Hikem’in Muhammed faslına dair sohbetin ilk ses kaydının çözümü
“Çok mühim bir noktaya geldik. Kitabın özeti ve yazılmasındaki maksat burada meydana çıkarılıyor. Daha evvelki kısımlarda öğrendiğimize göre daha hiçbir şey yok iken Cenâb-ı Hakk’ın Zâtiyyeti mevcuttu. Zâtiyyetinin yani Zâtının birçok esma ve sıfatları var. Bu esma ve sıfatlarının görünmeyen manevi suretleri var. Bunlar Zâtiyyete iltica ettiler, biz görünmek istiyoruz, meydana çıkmak istiyoruz iştihasını, neş’esini izhar ettiler, rica ettiler. Cenâb-ı Hakk da Zâtiyyeti dolayısıyla bunlara pekiyi dedi, kendi ilminde bunlara birer suret verdi. Fakat biz onu bilmiyoruz, onu kendinden başka kimse bilmez. Böylece Zâtından sıfatları tecelli ediyor ve sıfatlarından esması tecelli ediyor ve esmadan da ayanı sabite tecelli ediyor, yani Cenâb-ı Hakk’ın ilminde onlara suret veriliyor. Fakat bu nasıl bir surettir, bunu kendinden başka kimse bilmiyor. Bu Cenâb-ı Hakk’ın Zâtının, Zâtında, Zâtıyla tecellisi oluyor ki buna feyz-i akdes deniliyor. Bu tecellinin hariçte başka bir şeyle, hiçbir şeyle alakası yok. Sonra bunların meydana çıkabilmesi için, bu esma ve sıfatın, bunlara verilen suretlerin meydana çıkabilmesi, görünür hale gelebilmesi için, Cenâb-ı Hakk Ahad mertebesinden Ahadiyet mertebesine yani Ahmediyyet mertebesine nüzul ediyor, tenezzül ediyor. O zaman Hakikat-ı Muhammediye sayesinde onlar meydana çıkıyor.
Yani bundan şu neticeyi çıkarıyor Hazreti Şeyh; Efendim, Cenâb-ı Hakk’taki bütün hünerler, vasıflar, meziyetler, Cenâb-ı Hakk’ın ne kadar esması, güzellikleri varsa, hepsinin meydana çıkabilmesi için Hakikat-ı Muhammediye şeklinde görünüyor. Hakikat-ı Muhammediye ile bunlar vücud buluyor ve ne düşünebiliyorsak, meydana gelmiş ne kadar mahlûkat varsa canlısı, cansızı, her şey dâhil olmak üzere, insanlar da dâhil olmak üzere bunların hepsi Cenâb-ı Peygamberin hakikatinde mündemiç oluyor ve Zâttan ayrılmış, zahire gelmiş, zahire çıkmış olarak Ahmed isminde kendini göstermiş oluyor. Bunları anlatmak ve anlayabilmek için tabi çok zorluk çekiyoruz. Çünkü o hali bilmek lazım ki Hazreti Şeyh gibi anlayabilelim ve anlatabilelim. Onun için artık dinleyen söyleyenden arif gerek diye bir atasözü vardır. Ben becerebildiğim kadarını söyleyeyim de siz daha arif olarak inşallah daha güzelini teşbih eder, daha hafızanızda genişletirsiniz. Binaenaleyh, ne kadar mevcudât varsa, daha da gelecek, yaratılacak dediğimiz, kıyamete kadar gelecek, hatta kıyametten sonra, kıyametten sonra da birçok safhalarımız var, bunların hepsi Resulullah Efendimizin Hakikat-ı Muhammediye dediğimiz tecellisinde mevcut. O tecellide, Ahmedlik sıfatıyla o tecelli de, Resulullah efendimizin Ahadiyet mertebesinden Ahmediyet mertebesine gelmesinde, arada bir mim var. Şimdi Osmanlıcayı bilen kardeşlerimiz daha güzel kavrar bunu. Ahad elif, ha, daldır. Şimdi dal ile ha’nın arasına Cenâb-ı Hakk bir mim koymuş, Ahmed olmuş. Şimdi demek oluyor ki Cenâb-ı Hakk’ın zahire çıkışı, (esma ve sıfat tecellileri ile) görünür haline gelişi, taayyün dediğimiz şekle gelişi, Cenâb-ı Hakk’ın varlık tecellisinin Ahadiyet’ten Ahmediyet’e dönüşüyle, o mim’de toplanmış oluyor. Yani bir mim harfinde bütün kâinat, gelecek olanları, gelmiş olanları, görünürleri, görünmiyenleri, maddi ve manevi bütün hepsiyle beraber Resulullah Efendimizin hakikatindeki Ahmediyet kelimesinin mim’inde toplanmıştır. Yani bir noktada toplanmıştır.
Nasıl başka derslerimizde Cenâb-ı Hak kuvvetiyle, kudretiyle bir incir çekirdeğinde koca bir ormanı, incir ağacını saklamış diyoruz. Çünkü onun istediği şeyler verildiğinde ne oluyor, kocaman bir incir ağacı çıkmış oluyor, onun da verdiği mahsuller ekilirse namütenahi, müteselsilen, sonsuza kadar devam ediyor. Bunu bir incir çekirdeğinde saklamış Cenâb-ı Hakk. İşte tüm bu kâinatın da hepsini, gelmiş, geçmiş ve geleceklerin hepsini de yine bu mim harfinin içine sıkıştırmış. Vakti saati geldikçe Cenâb-ı Hakk’ın takdiri nasıl ise o takdirin safhasına göre görüntü haline geliniyor. Resulullah’ı böyle tanıyacağız. Demek oluyor ki burada da Resulullah’ın sayesinde biz zuhura gelmiş oluyoruz. Resulullah’ın hakikati olmasaydı eğer, bunlar olmayacaktı. Zaten Resulullah olmasa Cenâb-ı Hakk kâinatı yaratmazdı, çünkü kainatı ben senin için yarattım ya habibim diyor. Onun için hiçbirimiz dünyaya gelmezdik, karıncasından tutun da insanı, meleği vesairesi, dağı, taşı, hepsi, hepimiz, Resulullah’ın Ahmediyet sıfatının sayesinde bu kâinatta zuhura gelmişiz.
Evet, şimdi Resulullah Efendimizin, Hz. Muhammed’in bir akranı, bir emsali daha yok. Bir daha onun gibi bir kişi daha yaratmış, halk etmiş değil Cenab-ı Hakk. Onun için burada tektir, bir tanedir. Nasıl Allah bir tanedir, Resulullah Efendimiz de Hz. Muhammed olarak, o da bir tanedir, daha başka bir emsali, benzeri yok. Hazreti Şeyh bunu izah ediyor. İşte bundan dolayı da ferd, tek, bir manasında ferdiyet sıfatını O’na veriyor. Muhammediyet kelimesine ferdiyeti ekliyor. Birçok mutasavvıf şairler de birçok şeyler söylemişler, Resulullah Efendimizi tarife çalışmışlar. Ama tabi herkes kudretince söylemiş. Yoksa Resulullah Efendimizi Allah’tan başka kimse tavsif edemez, kimse hakkıyla medh ü sena edemez. Biz de bir şeyler yapıyoruz, boş durmuyoruz ama kudretimiz nisbetinde, evliyayullah da öyledir. Onun için nasıl Allah tarife sığmazsa, evsafa sığdırılamazsa, Resulullah Efendimiz de Cenâb-ı Hakk’ın Ahmediyet sıfatıdır. Ahmed kelimesi de mana itibariyle Cenâb-ı Hakk’ın zuhura gelişidir. Onun için Resulullah Efendimizin de hiçbir emsali, benzeri vesairesi yoktur. Bihakkın tarife sığmaz, herkes kudreti nisbetinde bir şeyler verebilir.
Şimdi ilk yaratılan Resulullah Efendimiz olduğuna göre ve Resulullah Efendimizin de bu kâinatta tek oluşu ve bütün her şeyin de ondan zuhura gelişi dolayısıyla ne olmuş oluyor, ilk yaratılan ve maddeten en son zuhura gelen birleşmiş oluyor. Yani kâinatın evveli ile ahiri burada birleşmiş oluyor. Hazreti Şeyh de diyor ki, işte bizim maksadımız, bütün kâinatın oluşunu, taayyününü bu kitapta izah etmektir. Şimdi bizim geleceğimiz, gelmiş olanlar, geçmiş olanlar, hepsi nasıl Resulullah Efendimizin hakikatında mündemiç, gizli ise, incir ağacının incir çekirdeğinde gizli olduğu gibi, burada da işte yine bütün kâinatı o mim harfine saklamış Cenab-ı Hakk. Evet, kitaptaki şeyler de tahmin ediyorum bundan ibaret. Şöyle bakalım kimler ne söylemiş. Ferideddin Attar Hazretleri’nin sözü ‘Ey iş adamı, Sırr-ı Hakk’ı sana açıkça söyliyeyim, bu taayyün âleminde Ahad, Ahmediyet ile taayyün etti. Bu taayyün mimini kaldır, Ahmed Ahad olur. İşte Allahu’s Samed’in manasını anla’. Burada tarife sığmayan manaları zikrediyor. Bu hepimizde ruhî hallerle az çok sezilir, ama o sezdiğimiz, o Resulullah’ı tefekkür etmekle hatırımıza gelen, kalbimize doğan birçok güzel şeyler vardır ki bunu tarife sığdıramayız hiçbirimiz. Evet, Resulullah Efendimiz kendisi de buyurmuşlardır, ‘Allahu Teala’nın ilk halk ettiği benim ruhumdur veya nurumdur’ buyurmuşlardır. Bu hadis de herkesçe malum zaten.
Resulullah Efendimiz, sizin de bildiğiniz sıfatlarıyla beraber ferttir, tekdir, birdir, başka emsali, benzeri, vesairesi yoktur. Hz. Şeyh bunları söylüyor. Ve onun için ferdiyet kelimesinin hikmetinin Muhammed kelimesine verildiğini izah ediyor. Ve bütün kainatın da her hususta külliyeti yine Resulullah Efendimizdedir. Onun ilk yaratılan ruhu da Ruh-u Külli olmuş oluyor. Her hususta en mükemmel, en ekmeldir, kâinat onunla başlamış, onunla da kapanmıştır.
Bütün kâinat, her zerresi, insanları, hayvanâtı, bitkileri, vesairesi hepsi, Cenâb-ı Hakk’ın esmasının tezahürüdür. Cenâb-ı Hakk’ın görünmeyen esması şekillenip, ki ona taayyün diyoruz, görünür hale geliyor. Kâinatın teşekkülü budur. Kâinat tek başına ayrıca bir vücud, ayrıca bir varlık değildir. Cenab- Hakk’ın esmasının görüntüsünden ibarettir. Buna tasavvufta Cenâb-ı Hakk’ın tecellisi diyoruz, tecellisi esmasının görüntüsüdür.
Şimdi hepimiz bir Esmâ-i İlahî’nin görüntüsü oluyoruz. Cenâb-ı Hakk’ın esmasının da hepsinin ayrı ayrı manaları var malum. Hatta Mudil esması dahi var Cenâb-ı Hakk’ın. Binaenaleyh biz hangi Esmâ-i İlahî’nin tecellisi olarak bu hale, görüntü haline gelmiş isek, işte o Esmâ-i İlahî bizim Rabb-i Hass’ımız oluyor ve o bizi nasiyemizden, alnımızdan tutmuş, kendi sırat-ı müstakimi üzere bizi götürüyor. Evet, şimdi Esmâ-i İlahîyenin hepsi, Cenâb-ı Hakk’ın İsm-i Celal’inde, Allah isminde toplanıyor ve hepsinin birbiriyle irtibatı var. Binaenaleyh bizim varlıklarımız nasıl bu Esmâ-i İlahîyenin delili oluyorsa, Esmâ-i İlâhîye de İsm-i Celal’de, Allah isminde toplandığı için, hepimiz topluca Cenâb-ı Hakk’ın varlığına delil olmuş oluyoruz. Halbuki Hz. Muhammed (s.a.) Efendimizin hakikati, Hakk’ın Mutlak Vücudu’nun taayyünsüzlük mertebesinden taayyün mertebesine tenezzülünden ibarettir.
Daha evvelki bahiste geçmişti, Cenâb-ı Hakk’tan başka varlık yoktur, tek bir varlık vardır, o da Cenâb-ı Hakk’ın mutlak varlığı olan varlığıdır. Binaenaleyh diğerleri diye gördüğümüz şeyler Cenâb-ı Hakk’ın tecellisi olmuş oluyor. Cenâb-ı Hakk Ahad’dir, tektir, birdir fakat bu sayının biri değil, yalnızlığının (mutlak) Bir’idir. Tek başınadır ve başka hiçbir varlık yoktur. Buna Ahad diyoruz, Ahad tektir. Cenâb-ı Hakk Ahadlik’le görünmez. Cenâb-ı Hakk’ın birçok tenezzülatı vardır. Tenezzül-ü İlahî’ye de nihayet, Âlem-i Şehadet’e tenezzülünde, Ahmed olarak tenezzül ediyor. Resulullah Efendimizin ismi Ahmed’dir. Şimdi Cenâb-ı Hakk Ahadiyet mertebesinden Ahmediyet mertebesine tenezzül etmiştir. Bütün kâinat Cenâb-ı Hakk’ta, Ahad’de mevcuttur. O’nun Ahmediyet sıfatıyla bu âleme tenezzülü olan Ahmed’in ortasındaki mim, Ahad ile beraber tüm kâinatı temsil etmektedir.
Evet, şimdi Resulullah Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’ın taayyünsüzlük mertebesinden taayyün mertebesine tenezzül etmesiyle zuhura geldi. Yani Resulullah Efendimizin varlığı, Hakk’ın tenezzülünün zuhurudur. Binaenaleyh Resulullah Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’ın bütün esma ve sıfatını kendisinde toplamış oluyor. Evet, Resulullah Efendimiz Cenâb-ı Hakk’ın bütün esma ve sıfatını cami olduğundan dolayı bu âlemde İsm-i Celal’i yani Allah ismini temsil etmiş oluyor. Cenâb-ı Hakk’ın varlığına en büyük delil oluyor. O halde Resulullah Efendimiz bu âlemde Cenâb-ı Hakk’ı küll olarak temsil ediyor. Küll olduğu ve kadın da ondan bir cüz olduğu için kadın sevdiriliyor. Biliyorsunuz Havva validemiz de Hz. Âdem'in (a.s.) kaburga kemiğinden yaratıldı. Onun için kadın da erkekten dünyaya geldiği, erkekten yaratıldığı için Resulullah Efendimize bu âlemden kadın sevdirilmiş oluyor. Burada tek varlık Cenâb-ı Hakk ve bu gördüğümüz varlıklar da onun tecellisi demek. Şu halde Peygamber Efendimize kadının sevdirilmesi, Peygamber Efendimiz küll olarak Cenâb-ı Hakk’ı temsil ettiği ve O’na delil olduğuna göre, belki kelimeleri yanlış kullanıyorum, temsil edebilmek için ayrıca bir vücud sahibi olması lazım. Halbuki Cenâb-ı Hakk’ın tecellilerinin zuhura gelmesinden ibarettir Resulullah Efendimizin varlığı. Ayrı bir vücud değil, müstakil yaratılmış bir şey değil. Ondan dolayı Cenâb-ı Hakk’ın varlığına delildir ve Cenâb-ı Hakk’ın bu âleme nüzul edişi, şehadet âlemine tenezzül edişi olduğu için bu âlemde kadın sevdiriliyor. Fakat Hz Âdem’den meydana geldiği için ve o da Cenâb-ı Hakk’ın temsilcisi olduğu için kendisinden bir parçayı sevmiş oluyor. Oradan buradan söylüyorum ama kusura bakmayın. Dinleyen anlatandan arif olması gerekmiş. Bu söz itibariyle benim söylemek istediklerimi siz daha iyi anlarsınız inşallah.
Evet, burada küll cüz’üne müştak yani şöyle diyelim; Cenâb-ı Hakk’ın yarattıkları Allah’a müştaktır, Allah da, Cenâb-ı Hakk da yarattıklarına müştaktır. Çünkü hariçte bir şey yok, kendinden kendinedir bu sevgi, bu muhabbet. Bu aşk, kendinden kendine olmuş oluyor. Çünkü cüz, küll’ün hakikatini ihtiva eder.”
Yetkin İlker Jandar aktardı
Sayin Yetkin Ilker Jandar, halihazirda mevcut bir Fusus yada Seyhu'l Ekber'in eserlerinin okutuldugu bir sohbet halkasi biliyor musunuz? Biliyorsaniz, paylasir misiniz? Tesekkurler.