Hepimizin tanışsa da tanışmasa da gönülden muhabbet duyduğu zarif şair Cahit Zarifoğlu, “Konuşmak ve Zanlar” başlıklı bir yazısında zarif bir ayrıntıya dikkat çekmiş. Okuduğumda gerek kendimin gerek dostlarımla kurduğumuz meclislerin adeta bir aynadan aksettiğini gördüm.
Bir arkadaşıyla dertleşme seansını anlatarak diyor ki zarif şair;
“Hiçbir sebep yokken ona içimi dökmeye başladım. Tuhaftı şu oldu ki o da aynı durumdaydı. Artık hangimiz konuşacağız diye birbirimizden fırsat kolluyorduk. Öyle bir an geldi ki ağızlarımızı birbirine çarptığımızı, söylediklerimizin bu çarpmalardan çıkan sesler olduğunu sanmaya başladım. O zaman birden sustum. O da bocaladı ve sustu. Demek ki birbirimizin ağzından lafı kapmamızdı yekdiğerini tahrik eden.”
Hepimizin başka başka dertleri, hüzünleri, başlangıç ve sonuçları var. Çoğu zaman manevi olsa da en çok dünyevi dertlerimizle meşgulüz. Zarifoğlu da yazının devamında buradaki noksana dikkat çekiyor aslında. Burada ayrıntı gibi gözüken bu kocaman noksana dikkat çekmekten ziyade, dertlerimizi dile getirme, “dertleşme kültürümüze” dikkat çekmek, irdelemek istiyorum. Kültürümüze diyorum çünkü bu durum artık bizde kültürleşmiş durumda veya o yöne doğru bir gidişat var diyerek yumuşatalım biraz.
Dertleşirken birbirimizi dinlemiyoruz. Haydi dertleşmeyi bırakalım bir kenara çocuğumuzla, eşimizle, dostumuzla kurduğumuz gündelik münasebetlerde de çok defa bu dinlememe hastalığının tezahürünü görüyoruz. Bu ilişkilerimizde de anlaşmazlıklar ve kavgalar baş gösteriyorsa bilmeliyiz ki en temeldeki sorun işte Zarifoğlu’nun fark ettiği bu ince zarif ayrıntıda gizli.
İki kişinin birbirini dinleyerek karşılıklı olarak konuşmasına diyalog diyoruz. Bu bahsettiğimiz “dertleşme”leri de bir diyalog çerçevesinde değerlendirdiğimizde bu diyalogta elbette bir de söz söyleyen var. Sırasını bekleyip karşısındaki fırsat verince konuşan, sözü söyleyen… Burada da Yunus söze giriyor. Diyor ki;
Kişi bile söz demini, demeye sözün kemini
Bu cihan cehennemini, sekiz cennet ede bir söz.
Yunus da aslında burada “kişi bile söz demini” diyerek söz söylenmesi gereken zamanın önemini bize aktarıyor. Sıranı beklemeyerek zamansız ve konuşma özlemiyle konuşmanın bencillikten başka bir tutar tarafı yok. Öyle ya dinlemeden söylendiğinde kime ne faydası var konuşulanın.
Devamında bu tezi destekler nitelikte “demeye sözün kemini” diyor. Kem sözden kasıt sadece sövgü küfür olarak algılanmamalı. Bazen insan dinlemediği için, karşısındakinin sözüne kıymet vermediği için kalp kırabilir. Bir söz nice küfürden, aşağılamadan daha ağır, daha üzücü olabilir. İşin kötü yanı bir misal vermeye kalksak anlatılan şeyi daraltmış küçümsemiş olacağız. Bu ince noktalar bir dar kalıba sığdırılamayacak kadar geniş ve önemli. Sözün kemini dememek için sözün demini/anını bilmek icap ediyor. Sözün demini de dinlemeden, anlamadan, hissetmeden, empati kurmadan bilmenin imkânı yok.
Hasılı bu cihan cehennemini sekiz cennet edelim diyorsak dinleyelim. Eh nasipte varsa iki kelam da eder elbet insan…
Asım Meğrili
Allah razı olsun!..