Günümüz insanı, fıtratına uygun yaşamadığı için dürtü ve şehvetinin savurduğu yerde buldu kendini. Önce zihnini, ardından zeminini kaybetti. Bu kaybedişin doğal sonucu olarak zamanını yani yaşadığı çağı kendi elleriyle “Taşralılara”[1] altın tepsi ile sundu. Oysaki bu durum bizden istenenin tam tersiydi. Sahi bizden istenilen neydi? Ervah-ı ezelde ne söz vermiştik? Peki, hatırlayacak mıydık bu sözü?
İnsanoğlu, dünyayı ifsat etmekten ziyade mamur etmek için gönderilmiştir. Modernizmin vahşi pençesiyle boğuşan insan, her ne kadar bu hakikati muhtelif sebeplerden -cebren yahut sehven- idrak edemese de bu idrak eksikliği kesinlikle hakikate gölge düşüremez. Modernizmin insanı getirdiği nihai noktayı hep birlikte izleyip görüyoruz. Bu durum köklü ve çağ açıp çağ kapatan İslâm medeniyetinin asla takdir ve tashih etmediği insan tasavvurudur. Allah, insanın kıymetine binaen kâinatı ve içindeki bütün mahlûkatını eşref-i mahlûkatın hizmetine sunmuştur.[2] Bu insanoğlu için çok büyük bir ikramdır. Nitekim Peygamberimizin (Sallallahu aleyhi Vesellem) yeryüzünün Müslümanlara mescit kılındığını3 işaret etmesi, âlemin Müslümanın önünde selama ve kıyama durduğunu vurgular. Fakat sunulan bu izzet-ü ikramı anlamak istemeyen yahut yanlış anlayanların, insan ırkını nasıl bir çıkmaza sürüklediğini hayretle izlemekteyiz. Hümanizm kisvesi altında insan sevgisinden bahsedenlerin ne kadar ikiyüzlü olduklarını ve kavramlarla oyun oynar gibi oynayıp zihnimizi kokuşmuş fikirleriyle doldurduklarını görmekteyiz.
Hakikatte kendisinden başkasını sevmeyenlerin Orta Doğu’da Müslümanlara hayatı nasıl dar ettikleri, taş üstünde taş omuz üstünde baş bırakmadıkları aşikârdır. Sözde medeniyet götürdükleri Kızılderilileri nasıl katlettiklerine, Endülüs İslâm Medeniyetini yok edip Müslüman halkı nasıl Hristiyanlığa zorladıklarına, Hristiyan olmayanları türlü işkencelerle nasıl tarih sayfasından sildiklerine ve daha nice yüz karası fiillerine insanoğlu esefle şahid olmaktadır. Bu insanlık ve merhamet fukarası barbarların, dünyaya hâkim olduğu son iki asırda insanlığın başına gelmeyen felaket kalmadı. Bir yerde kahkahalar havada uçuşurken bir yerde Müslümanlara reva gördükleri acı hayatlar...
Kaç çocuğun elinden alındı hayalleri? Kaç çocuğun anne babasıyla birlikte kara toprağa girdi tebessümleri? Kaç çocuk gözler önünde öksüz ve yetim kaldı? Kaç masumun canı yok yere yandı? Kaç kişi analarının sütü gibi helal vatan topraklarında sığıntı konumuna düştü? Var mı bunların hesabını tutabilecek bir hesap makinesi. İnsanın içi yanıyor, boğazı düğümleniyor, elleri varmıyor yazmaya ama bunlar insanlığın gözünün önünde oldu ve onlar olanları sadece film seyreder gibi umarsızca seyrettiler. Hatta hicap duyulmadan yapılan aşırılıkta o kadar ileri gidildi ki nefisleri elinde olan şanı yüce Allah’a ortak koşup mülkünde ilâhlık taslamaya kalktılar. Yeryüzünün hâkimleri olduklarını söyleyip istedikleri gibi at koşturacaklarını zannettiler. Teknolojiyi, bilimi, ekonomiyi elinde tutan zavallılar birçok şeyi bildiklerini sandılar ama tek bir şeyi bilemediler: Allah Teâlâ asla unutmaz ve yapılan bu zulümler yanlarına kalmaz!
“Sakın ola Rabbini zalimlerin yaptıklarından gafil zannetme! Şüphesiz onların yaptıklarını, korkudan gözlerin dehşetle fırlayacağı güne erteliyor.”[3] ayetini kalpleri mühürlendiği, gören gözleri kör ve duyan kulakları sağır olduğu için bilmediler.[4] Azgınlıkları, yeryüzünü ifsat etme, bölme ve parçalamaları karşısında sadece mühlet verildi. Maliku’l Mülk ve Celâl sahibi Allah’ın halk eylediği ve kudret elinde tuttuğu yeryüzünde tüm acziyetlerine rağmen ilâhlık(!) taslıyorlar. İyi işler yapıp göçüp gittiğinde hayırla yâd edilmek nasıl bir bahtiyarlıksa tüm acziyetlerine rağmen ilâhlık taslamakta deliliğin dik âlâsıdır!
Meryem Sare Güler
Hüma Dergisi, Sayı:10