Gökyüzü deyince içimizi uçsuz bucaksız bir mavilik kaplar. Kendimizi o mavilikte kaybetmek isteriz. Umudu, heyecanı, aşkı, sevdayı tüm bunları ve daha fazlasını sığdırmak isteriz o maviliğe. Ona bakmak kimi zaman hüznümüzü alır, kimi zaman daralmış kalbimize ferahlık verir, kimi zaman acziyetimizin en kuvvetli itirafı olur çıkar karşımıza. Ona bakmak küçük bir çocuğun anne kucağını sığınak bellemesi gibi sıyrılmak isteyiştir dünya telaşından. Ona bakmak tüm debdebelerden ayrılmak istemektir kimi zaman. Kimi zaman bakışları gecenin deminde tüm ihtişamıyla yerini almış bir yıldıza hapsetmektir. Kimi zaman güzel bir bahar günü tatlı tatlı yüze vuran güneş ışığına kendini teslim etmenin adıdır.
Bir buluta vurulmanın adresidir gökyüzü… Bulutlar… Uçsuz bucaksız maviliğin içindeki beyaz pamuklar. Çocukların erişemedikleri ama bir o kadar eğlendikleri oyuncaklar. Sahi, hangimiz bulutları bir şeylere benzetme oyununun kapısını çalmadık ki çocukluğumuzda? Bulutlar saflığın nişanesi, temizliğin işareti, rahmetin eseri…
GÜZELLİKLERİN GÖKYÜZÜ ŞUBESİ
Pek çoğumuz için gökyüzü zihnimizdeki güzellikleri bağdaştırdığımız bir yerdir. Bulutlar da bu güzelliklerin gökyüzü şubesidir. Peki, sadece bu mudur? Rahmet midir gökyüzü her zaman? Bulutlar hep yağmur, diğer bir tabirle hep rahmet mi bırakır üzerimize? Yüce Rabbimiz aziz kitabı Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur: “Sonra içlerinden hakkı çiğneyenler, sözü değiştirip kendilerine söylenenden başka bir şekle soktular. Biz de hakkı çiğnedikleri için üzerlerine gökten bir azap gönderdik.”[1] Bu Ayet-i Kerime de konumuzu teşkil eden kısım, yüce Rabbimizin dilediğinde gökten bizlere su indirip maişetimiz için gerekli rızıkları çıkarmayı lütfettiği gibi dilediğinde azap da göndereceğine ilişkin ikazıdır.
Şüphesiz Rabbimizin lütfuyla gökten inen su ile içeceklerimiz karşılanır, tarlalarımız ekilir, vakti gelince hasat edilir. Bu sayede çeşit çeşit sebzeler, meyveler, ekinler elde ederiz. Elbette üzerinde dikkatlice düşünüldüğü takdirde her işte olduğu gibi bu durumdan da alınacak büyük ibretler vardır.[2] İşte tüm bunlara gücü yeten yüce Rabbimizin haddi aşan kullarına gökten azap indirmiş olması da hakikattir. Bundan olsa gerek üzerimize bereket, âlemlere rahmet, müminlere son derece merhamet ve şefkat dolu olan sevgili Peygamberimiz kimi zaman ümmetine azabın inmesinden korkmuş ve bu korkuyla oldukça ağır bir hâlet-i rûhiyeye bürünmüştür.
HER BULUTU RAHMET SANMA
Bir gün Resulullah’ın (Sallallahu aleyhi Vesellem) “Muvaffaka” yani “Sorularıyla dinin öğrenilmesine çalışan” diye hitap ettiği müminlerin annesi Aişe (Radiyallahu Anha) , o ince ve kıvrak zekasıyla sevgili Peygamberimizde öncesinde görmediği bir huzursuzluk ve tedirginlik görür. Fahr-i Kâinat Efendimiz (Sallallahu aleyhi Vesellem) rüzgâr estiği ve gökyüzünde kara bulutlar gördüğü zaman ekseriyetle bu hâlet-i rûhiyeye bürünmektedir. Aişe (Radiyallahu Anha) annemiz, böylesi günlerde yüzünde güneşin gezdiği, alnında ayın parladığı sevgili Peygamberimizin yüzünün renginin değiştiğini, bazen durup o kara bulutlara baktığını, bazen geri döndüğünü, hane-i saadetlerine girip çıktığını, yağmur yağıp geçtiğinde ise rahatladığını nakletmiştir. Genel hâlinden farklı olan bu durumu gören Aişe annemiz bunun sebebini öğrenmek ister ve Fahr-i Âlem’e (Sallallahu aleyhi Vesellem): “Ey Allah’ın Resulü! İnsanlar bir bulut ya da rüzgâr gördüklerinde yağmur yağacak olmasını temenni ederek sevinirler. Bense Senin yüzünde bir huzursuzluk görüyorum.” der. Seyyidu’l Mürselîn (Sallallahu aleyhi Vesellem) şöyle buyurur: “Ey Aişe! Bu bulutun azap getirmediğine emin olamıyorum. Bir kavme bulutlardan azap gönderildi. Onlar azabı vadilerine doğru yayılan bir bulut olarak gördüklerinde, ‘Bu, bize yağmur getiren bir buluttur.’”[3] demişlerdi.[4]
Peygamber Efendimizi böylesine tedirgin eden durum bizi de düşündürmeli değil midir? Hiç şüphe yoktur ki bizler Resulullah’ın yaratılmışların en faziletlisi, Âdemoğlunun efendisi, kıyamet gününde havz-ı kevserin ve şefaat-i uzmanın sahibi olup gelmiş geçmiş tüm zellelerinin dahi affolunduğuna iman ediyoruz. O, bu güzel ve saf vasıflarla vasıflanmış olduğu hâlde Allah Teâlâ’dan en çok korkan ve azabın gelmeyeceğinden emin olamayıp bunun tedirginliğini yaşayan biriydi. Çünkü Fahr-i Kâinat (Sallallahu aleyhi Vesellem), yüce kitabımızda da buyrulduğu üzere ümmetine karşı oldukça şefkatli ve merhametliydi. Nitekim Ayet-i Kerimede: “And olsun, size içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya uğramanız O’na ağır gelir, size çok düşkündür, müminlere karşı şefkat ve merhamet doludur.”[5] buyrularak bu duruma işaret edilmiştir. O hâlde bizlerin de bulutların azap yağdırmayacağına emin olmadan yaşaması gerekir.
O’NA SIĞIN
Böyle durumlarda müminin nasıl davranması gerektiğini en güzel örneğimiz Sevgili Peygamberimizden öğreniyoruz. Annemiz Aişe (Radiyallahu Anha) , Resulullah’ın (Sallallahu aleyhi Vesellem) rüzgâr estiğinde söylediği duayı bizlere şöyle nakletmiştir:
“Allah’ım! Senden bu (rüzgârın) hayrını, onda bulunanın hayrını ve onunla birlikte gönderilenin hayrını dilerim. Onun şerrinden, onda bulunanın şerrinden ve onunla birlikte gönderilenin şerrinden sana sığınırım.”[6]
Burada bir hususa daha dikkatleri çekmeliyiz. Yüce kitabımızda Rabbimiz Resulü’ne “Sen içlerinde oldukça Allah onlara azap etmez, tövbe edip dururken de Allah onlara yine azap etmeyecektir.”[7] buyurmuştur. Yani azabın gönderilmemesi iki duruma bağlanmıştır. Biri Fahr-i Cihan Efendimizin aramızda bulunması, diğeri ise devamlı surette tövbe etmektir. Akıllarımıza her ne kadar Peygamberimizin ahirete irtihalleri gelse de bahsi geçen iki durumdan birinin ortadan kalktığını söylememiz doğru olmayacaktır. Çünkü Sevgili Peygamberimiz her ne kadar bedenen âlem değiştirmiş olsa da ümmetine miras olarak bıraktığı Hadis-i Şerifleri ve Sünnet-i Seniyyesi yaşamaktadır. Bugün ne kadar Hadis-i Şerifleri yaşar ve onlarla yaşlanırsak sünneti ne kadar diri tutarsak Ayet-i Kerimede zikredilen o durumlardan birini de o kadar korumuş oluruz.
Bir diğer husus ise tövbelerimizin devamlılığıdır. Rabbimiz sıfır hata kul olmamızdan ziyade, hatalarının farkına varıp tövbe kapısını bulan kullarını övmektedir. Efendimizin gelmiş geçmiş tüm zelleleri bağışlanmış olmasına rağmen O, günde yüz defa Yüce Rabbimize istiğfar ederdi. O hâlde tüm bunlardan hareketle bizlerde istiğfarı ihmal etmemeli, azabın gelmeyeceğine emin olmamalı, her daim Rabbimize karşı korku ve ümit arasında bulunmalıyız. Çünkü bulutlar azap da yağdırır…