Soğuk, karlı bir kış gecesiydi. Kar yağıyor diye en çok çocuklar seviniyordu. Ertesi gün eldivenlerini, şapkalarını, botlarını giyecek ve karla oynamak için sokağa çıkacaklardı. Minik yürekleri heyecanla atıyordu. Gözlerinin içindeki gülümseme en soğuk havayı bile ısıtabilirdi. O gece bütün heyecanlarıyla, mis kokularıyla, çocuksu masumluklarıyla yattılar. Anneleri doyamadı yavrularını saçlarından, yanaklarından öpmeye. Yüreklerinde uyurken bile özledikleri evlatlarının sevgisiyle onlara “İyi geceler,” deyip ışıkları kapattılar. Çocuklarsa temiz çarşaflarında, huzurla, annelerinin gülüşlerine sarılıp bembeyaz düşlere daldı.
Kimi o gece yatağına mutlulukla girdi. Belki uyumadan önce hayaller kurdu. Hasta olanlar vardı. Çoktu derdiyle uyuyan. Bir karı koca nedendir bilinmez, birbirlerine arkalarını dönüp yatmıştı. İkisi de küstüklerine pişmandı ama her zamanki gibi yarın olsun öyle barışırız, diyorlardı. Borçlu can sıkıntısından uyuyamazken, işe yeni başlayacak olan yarını hayal ederek çoktan uyumuştu.
Bütün gün çalışan adam, akşam televizyonun karşısına uzanmış, koltukta sızmıştı. Kadın, akşamdan kalma yemekleri diğer gün de yensin diye küçük kaplara alıp buzdolabına kaldırdı. Bazı evlerde tüm aile fertleriyle gün kritik ediliyorken bir taraftan da çay içiliyordu. Kim bilir, belki geleceğe dair tatil veya iş planları yapıyorlardı. Gelecek hep çok yakındı ama aslında hep çok uzaktı.
Kimi o gün evini temizlemiş, ertesi güne davet ettiği misafirleri için ikramlar hazırlamıştı. Kendisinin kullanmaya kıyamadığı yaldızlı yemek takımını, altın rengi çatal bıçak setini misafirlerine hazır etti. En yeni koltukların, tertemiz halıların, dolapta öylece bekleyen fincanların yer aldığı evin kapısı kilitli odası misafirler için uzun zaman sonra aralanacaktı.
Nedense unutmuşuz kendimizin de bu dünyada kıymetli bir misafir olduğunu. Aslında her günümüz en özel günümüz. Kırılır, eskir diye kullanmaktan sakındığımız ne varsa ötelemeden kullanmalı.
Kimi tam da o gün yeni aldığı evine taşındı. Askerden dönen genç, ailesiyle kucaklaşıp diz dize hasret giderdi. Tayini çıkan memur hiç bilmediği bir şehre taşınmış, yeni bir hayata başlayalı daha birkaç ay olmuştu.
Kimi başka bir şehirden akrabasına ailecek yatılı misafirliğe gitmişti. Yıllardır küs olup abisiyle barışanın içi çok rahattı. O gün düğünü olan gençler pek mesuttu, yeryüzünde birbirini seven bir çift daha kavuşmuştu. Kimi evde bebek sesleri yankılanıyordu, bu mutluluk tarif edilemezdi. Bereketi celbeden, beli bükülmüş ihtiyarlar, kendilerine bakan evlatlarına hayır duasındaydı.
Her ev bir hikâye. Her duvarda farklı bir hayat asılı. Kapısı kilitli haneler, büyük küçük, eski yeni demeden bir sığınak. Akşam gidecek bir evin varlığı, kale gibi orada dimdik duruşu insanın en büyük güvencesi. Evlerin pencerelerinden yansıyan ışıklar gelene geçene göz kırpar. Bacası tüten her ev bir yaşam belirtisi olarak gökyüzüne işaret bırakır.
Yarın, geleceği belli olmayan bir meçhul. Oysaki bir saniye sonramızın bile garantisi yokken ne kadar eminmişiz ertesi güne uyanacağımızdan. Yıllardır gaflet uykusunu bir yorgan gibi üstümüze çekip ruhlarımızı ve bedenlerimizi bile isteye derin bir uykuda bıraktık.
Sonra hayatımızın en beklenmedik anında bir deprem oldu. Biz yolumuzda tüm hızımızla koşarken sırtımızdan tutup yakaladı. “Bu gidiş nereye,” dedi. Bir el gibi tutup omuzlarımızdan sarstı, bizleri o derin uykularımızdan uyandırdı. “Hadi kalk! Kendine gel,” demenin en acı haykırışıydı belki ama o el, şişirilmiş egolarımıza bir iğne saplayıp patlattı. Enaniyetten inşa ettiğimiz kulelerimizi yıktı. Çaresizliğimizin avuçlarında küçüldük. Yerle bir olan sadece evler, şehirler değildi. Her şeyin sahibi zannettiğimiz dünya saltanatımız da yıkıldı. “İşte! Bu kadarsın,” dedi. Övündüğün malın da, evladın da, canın da işte bu kadar. Meğer dünya hayatına ne çok aldanmışız.
Bir deprem oldu. Her şeyi çok çabuk unutan bizlere aldatıcı dünya hayatının sonsuz olmadığını gösterdi. Galiba kıyametin provasıydı yaşananlar. “Heyben hazır olsun. O ebedi, uzun, sonsuz ahiret yolculuğuna ölüm biletin her an kesilebilir,” mesajını aldık her sallantıda.
Bir deprem oldu. Gönlümüze sıra sıra dizip fark etmeden taptığımız dünya putlarımız teker teker yıkıldı. Bir anda yaşamlar, binalar, bizim sandığımız ne varsa yerle bir oldu. Hayatın sandığımızdan da kısa olduğunu yeniden anladık. Sevdiklerimize sıkı sıkı sarılamamanın, zamanında gösteremediğimiz sevginin, geciktirdiğimiz özürlerin, ertelenen yarınların acısını içimizin derinlerinde yaşadık. Seven sevdiğine sevdiğini her daim söylemeli, daha çok sarılmalı, sebep yokken de öpmeliymiş. Herkes ömründe bir defa da olsa çiçek dikmeli, bir çocuğun başını okşamalı, iyilikte yarışmalı, başını kaldırıp da gökyüzünün sonsuzluğunda ferahlamalıymış. Şunu çok iyi anladık ki insan, ardında mis kokular bırakmalı, geçtiği yerlerde gül bahçeleri oluşturmalıymış.
Bir deprem oldu. Sıfırladı herkesi ve her şeyi. Sahip olunan tüm maddi imkânlar birkaç saniye içinde ne kadar da önemsizleşti. Güneş, paranın, pulun, makamın, statünün fayda etmediği en karanlık sabaha doğdu.
O sabah sırtımıza yük ettiğimiz, içimizde sıkıntı kuyuları oluşturan dünyalık dertler birden toz taneleri gibi uçup gitti. Sahibi olduğunu zannettiğimiz bedenimizi bile koruyamayacak kadar aciz olduğumuzu gördük. Zenginliğin maddi zenginlik olmadığını, nefes alabiliyorsak, sevdiklerimiz varsa eğer bunun şükredilesi en büyük zenginlik olduğunu anladık. Hiçbir şeyin kontrolümüz altında olmadığını gördük. Tüm dünya dengeleri altüst oldu. Alışageldiğimiz, sonsuza kadar sürecek sandığımız ne varsa bir anda elimizden kayıp gitti. İki sala arasıymış ömür. Anadan doğma gibi yalınayak kaldık.
Bir deprem oldu. Upuzun keşkeler sıraladık. Zamanı geri almak istedik hiç istemediğimiz kadar. Bu bir rüya mı bu diye sayıkladık, çünkü en son uyuyorduk. Sevdiklerimizi ansızın kaybettik. Her gün gittiğimiz mağazalar bir anda yerle bir oldu. En marka kıyafetlerimiz dolaplarımızda öylece kaldı. O an eşyanın ihtiyaç giderme haricinde bir değeri yoktu.
Bir deprem oldu. Her şeyin sahibine sığındık. En çok da insanlığımızı hatırladık. Yarım kulluğumuzu sorguladık. Dünyanın ne denli kıymetsiz olduğunu anladık. Gidenlere rahmet olsun. Kalanların gönüllerine ferahlıklar yağsın. Umuyorum ki bu yaşadığımız büyük afetten herkes kendi payına düşen dersleri almıştır. Bir daha böyle acılar yaşanmasın.
Elif Türker Gün
Ağzının yüreğinize sağlık Çok güzel bir yazı olmuş