Aşkın gök kubbesinden üç elma yerine üç kelime düştü:
Sus!
Dinle!
Anla!
Şems’in külsüz, dumansız yaktığı Mevlana hasretin nasırıyla çatlamış avucuna aldı bu üç ateş kelimeyi. Nefesiyle hârladı. Gözyaşları ile yıkadı. Sürdü dudağına merhem niyetine. ‘Ağzımın tadı’ dediği Şems’ine seslendi ve onun nazarında, sevdanın pazarında kör ve sağır duvarları yıkmaktı muradı.
Mevlana Mesnevi’sine; ‘Bişnev!’ diye başlar. Peki neden? Bişnev, ‘Dinle!’ demektir. Dinle ki, içindeki inleyiş seni boğmasın. Dinle ki, dilsiz, alfabesiz mânâ kalbine aksın. Dinle ki, açılmaz sandığın kapılar sana açılsın. Dinlemek anlamaktır. Kim konuşursa konuşsun, ağzından ballar aksa da söylediği her kelime bir müjde taşısa da dinlemeyi bilmiyorsan, tıpkı denizin ortasında susuzluktan şikâyet eden âvare gibisin.
Bişnev!
Dinle Allah aşkına!
Ey aşkın yakmasından yakınan dinle!
Suskunluğun sevdana sabır sadakası ise ahların acıların aşk yoluna adağın ise dinle!
Dinle!
Akıllar uçmuş, fikirler gitmiş, duygular yerle yeksan olmuşsa, namus, edep, en çok da aşk namustan, edepten, akıldan fikirden yoksunların diline düşmüşse konuşmak senin neyine!
Dinle! Biz dile, söze bakmayız. Gönle, hale bakarız. Hasreti bilenler başkadır, canı ruhu yanmış âşıklar başka. Hataya bedel, günaha kefaret biçmek senin neyine!
Sevene aşkı hor görmek senin ne haddine! Yangın yerine bak! Yüreğin yetmiyorsa yaklaşma sakın ateşe! Can'ı, Canan'a teslime hazır değilsen "ben Aşk'ım" diye çıkma meydana. Talipsen kara bahta kör talihe... Aşktan şikâyet etme de dinle!
Mevlana, içindeki suskunluğun bir hüsrana değil de bir muştuya dönüşmesi için dinlemeye dikkat çekiyor. Görünüşte cansız, kuru bir kamış olan neyin bile bir feryadı olduğunu anlatıyor. Ve diyor ki: “Ey ayrılıktan, gamdan, çilden, imtihandan, insandan, kahırdan, bin çeşit acıdan feryat eden yürek! Et ve kansın. Ama kuru bir kamış kadar can değilsin. Hep şikâyet edensin.
Bişnev!
Dinle Allah aşkına!
Yalnız ben miyim bu ahir zamanda
Derviş mekânına aşk ile çağıran…
Kim bilir, hangi cemresi düşmemiş mevsimin arifesindeydi küf tutmuş zarfı diliyle ıslatıp açan Şems’in yüreği. Sus/mayı bilmeyen nasıl ‘Dinle’ diye inlerdi? Dinlemek, yatırı kulak kesilmek değildi; vuslatın sancılarına.
"Gel, gel Allah aşkına!" diyorsan, "Hamuş!" ol sen de...
Sonra da "Dinle" de en sevilene semaya duran yüreğinle Aşk'ın önünde...
Ey Mevlana! Sen bilmezsin bazen öyle acıtır, öyle yakar ki; bu hayalden bozma gerçeklerim seni. Sussam kabuk tutar yüreğimin oyukları, konuşsam adınla yanar âlem. Ah benim Hamuş yanım, vah benim yürek sesim, susmayı öğrenmeden dinlemeye talipsin. Oysa susarak özleseydin anlardın; Aşkın hor görüldüğü yerde adının da, itibarının da bir cehennem çığlığı olduğunu...
Şems, sırlanışıyla susmayı, Mevlana muhalin suskunluk kıvranışıyla dinlemeyi, her ikisi de hiçlik özlemleriyle anlamayı öğrettiler bize. Biz aşk yitikleri ararken bunayan, bulduğunu yanılgı ve yenilgilerine kurban eden ‘aşkzede’lere ne de güzel gösterdiler aşkın içiçe geçen üç kapısının dıştan dışa kapandığını. Ve herkesin kendi uydurup inandığı yalanına aşk dediği şu dünyada susmak nedir?, Dinlemek nasıldır? Anlamak nerededir? Sorularına ‘Aşk-el Yakîn’ cevaplar bulamadığımız sürece kördüğüm içinde birbirimize göz kırpışlarımızı cennet sanıp yuvarlanacağız cehennemimize.
O halde susmak ama nasıl?
Günümüz susmaları nedendir? Susmak ruhsal bir hastalık başlangıcı mıdır, melankoli hâl susmaya girer mi? Susmak küsmek midir, yoksa kendinden kaçarken kendini mi kaybediştir?
Susmak; içindeki gölgelerle hayali iklimlerde dolaşmaktır, dilsiz dudaksız. Sessiz harfleri teşbihinin boncuğu yapıp sonra birden imâmeye gelmişken ipini kırıp kopartmaktır. Göz göre göre sahteliğin riyakâr yarışını ve bile bile yalanların kulağına hoş geldiği demlerde dinleyiş sonrası inleyişini dudaklarının arasında kilitlemektir susmak. Ve sonra susma kırıklıklarını bir ekmek kırpıntısı gibi toplamaya çalışmaktır, dinleme sofrasında yemek artığını bekleyen fakir çocuklar gibi sulu gözlü ve avucu kir pas içinde. ‘Sevgiliye feda’ diye başladığın yolun sonunu görmeyi bırakın; tam ortasında ‘ ruhunun heba’ olduğunu anlamaktır susmak.
Hiç gövdenizin ağırlığının dünyanın ağırlığından daha ağır olduğunu hissettiğiniz oldu mu? İşte susmak budur. Canlı olmak bile başlı başına bir acıyken, cansız kaldığını ‘canân’sız bir yaprağın altında kalmış apansız bir dağ gibi hissedersiniz ya kendinizi artık dinlemeye de muafsınız demektir.
Dağ başı yalnızlığınızı bir dipsiz kuyunun kıvranışında saklamaya çalışırsınız. Söylenmemiş duygular, sırra batırılmış fısıltılar rüzgâr olur bir kuru yaprak gibi fırlatır sizi kendi içinize. İçin içinde derin bir susuşa geçersiniz. Bu susuşun içinde çocukluğunuzun ‘Canım yandı anne’ sesini, gençliğinizin ‘Canımı acıttın ey sevgili’ seslerini duyarsınız…
Niçin susarız?
Dinlemek için. Evet, en duru susmak, dinlemek içindir. Dışarıdaki dünyanın çiğ gürültüsünü unutmak için susarız. Acısıyla, can yakışıyla, düş kırıklıkları ile kendi dünyamıza sığınmak için susarız. İşte o an dinlemek başlar. Dinlerken dinlendiğimiz bir sığınıştır bu.
Bişnev! Dinle! Sırrının esrarı burada açılır. Okşayıcı bir el gibi dokunur ruhunuza kelimler. Sese nefese bürünmüş dost gibi kokan sevgilinin terine bulanmış kelimeler dinleme kanatları ile inşirah eder sadrınızı. Ve ardından anlamak gelir.
Bulma. Bunama. Budanma. Sayıklama, unutma artık hepsi geride kalmıştır. Anlama en berrak sade haliyle yüreğinizi bir anne eli gibi sarıp okşamıştır.
Anla yüreğim; sessiz susuşlarım sana susamışlığımdandı, dinle yüreğim ömrüm; boyu yâr derdinden gözyaşı dökerken sana haksızlık etmişim.
Anladım yüreğim ’Değmez’miş ‘değer’ diye senden geçip ele ağyara vardığım demler.
Susmak yalnızlık…
Dinlemek yalandan yalın kalmak…
Anlamak hep bildiğinin hiçe çıkmasıdır.
Susmak yalnızlıktır; çünkü yalnızlık içsel kimliğimizdir. Doğum yeri, doğum tarihi, anne adı baba adı silinmiştir, okunmaz.
Dinlemek, bir yalnızlıktan başka yalnızlığa yolculuktur kalbin derinliklerinde. Yalnızlık inzivadan daha erdemlidir. İnziva kaçıştır, yalnızlık ise sığınış. Dinlemek huzurdur, tadı rengi kendi içinde kıymetli olan. Anlamak ise aynayı artık sırtında taşımaktır. Bakanın yönsüzlüğü gelip sadrına çarpamaz artık.
Bişnev! Dinlemek Hamuşunu dillendirmektir. Harfsiz alfabesiz. Kalabalıklar arasında ona konuşmaktır, söylenenin başka kulakların anlayamadığı.
Ey suskunum, dinle ki sana vurgunum. Sen dinlemezsen ben ölürüm. Anla istedim.
Susmak, Hacerî bir çölde susamaktır.
Dinlemek, topuklarını kızgın kumlara vurup toprağı susatıp İsmalî dudaklardan zemzem akıtmaktır.
Anlamak, susayanın ağızlar değil aşklar olduğunun farkına varmak, aşkın iman imtihanından aklanarak çıkmaktır.
Dinleyenler susayanlardır. Susanlar ağızlardaki zemzem tadıdır. Ondandır ki aşıklar birbirine Mevlana’nın Bişnev dediği her nefesinde ‘Ağız tadı’ alanlardır.
Sinan Yağmur
Makas dergisi, Sayı 7