Akılda kalan Cumalar, akılda kalan İmamlar şimdi nerede?

Cuma kılıyorduk kılmasına da kitaplarda, büyük retorik metinlerinde dile getirilen Cuma’yı nerede bulacaktık? İşte asıl mesele buydu. Bizimkisi daha başından beri heyecan ve gürültüyle eş zamanlı ilerleyen bir fantastik tercihti. Cuma neredeydi? Onu kim yazacak, kim anlatacaktı? Necdet Subaşı yazdı.

Akılda kalan Cumalar, akılda kalan İmamlar şimdi nerede?

Geçtiğimiz Cuma günü zaman zaman gittiğim sakin ve güzel bir camide Cuma’yı birlikte kılmak üzere arkadaşlarımla buluştum. “Hazırlan gidiyoruz,” demeleriyle “geldik aşağıdayız.” demeleri bir oldu. Namazı Arslanhane’de kıldık, sonra her zamanki gibi Ankara Kalesi’nin eteklerinde bir yerde güzel bir yemek yedik.

Camide kimler yoktu ki? Demek caminin tenhalığı, bir buluşma mekânı olarak seçilmesine fırsat veriyormuş. Camide başka bir yerde asla rastlama olanağı bulamayacağım birçok kişiyle karşılaştım. Belli ki onlar da benim gibi biraz sükûnet arıyorlar, biraz ortalıktan uzaklaşıp kendilerine sakin bir yer bakıyorlardı. Arslanhane Camii bu tür talepler için idealdir, hem güzel sesli müezzinin namelerini dinleyerek ezana kulak verirsiniz hem de hiç de öfkeli olmayan bir imamın soğukkanlı bir şekilde irat ettiği vaaz ve hutbeye dikkat kesilirsiniz. Hem sonra namazdan sonra sayısız seçenekler sunan etraftaki lokantalardan birine oturur, şimdiye kadar çoktan unuttuğunuz tatların en azından bir kısmına şimdi girdiğiniz şu lokantada yeniden kavuşmuş olursunuz.

“Biz bugün Cuma’yı şurada kıldık”

Benim akılda kalmış cumalarım çok azdır. Her seferinde farklı bir camide namaz kılma isteğim zaman daraldıkça akamete uğrar, ben yine sonunda bizim binanın alt katındaki mescide tav olurdum. Van’dayken Üniversite Camii'nden başka bir şansımız yoktu. Bulunduğumuz yer şehre uzaktı; ya kendi üniversitemizde cumayı kılacaktık ya da bize yakın sayılan MTA’da ya da etraftaki köylerden birine kapağı atacaktık.

Benim zamanımda Muğla’da üniversite bünyesinde cami yoktu. Ben ayrıldıktan çok sonra kampüste çok güzel bir cami yapıldı. Onun inşasına mızmızlık eden çok oldu, ama olsun, sonunda ortaya harika bir cami çıktı ve şimdi üniversiteyi tamamlayan bir figür olarak arz-ı endam edişinden en çok da ben büyük bir mutluluk duyuyorum.

Muğla’dayken Cuma’ya ya Kötekli’ye ya da Yeniköy’e giderdik. Biri oldukça yakındı, hemen kampüsün altındaydı, öbürüne ise altınızda bir araç olmadan gitmeniz mümkün değildi. Bu camilerin öyle diğerlerine göre ne alımlı ne de çekici bir tarafları vardı. Cumayı kaçırmamamız gerekirdi ve biz de sonuçta bunlardan birine gitmek zorundaydık. İkisinin de temiz, eli ayağı düzgün birer imamı vardı. Ne var ki sonuçta biz bugün Cuma’yı şurada kıldık diyebileceğimiz istisnai bir özellikleri yoktu bu camilerin.

"Belki namazı Ruhi Hoca kıldırır"

O gün Kale’nin orada Cuma sonrası arkadaşlarla derin konularda sohbet ederken ben bir yandan da şu Cuma mevzusu etrafından "nerede ne zaman kiminle nasıl Cuma namazları kıldık?" sorusunun peşini takip ediyordum. İmam Hatip'teyken hemen bizim okulun dibinde tatbikat camii nevinden bir camimiz vardı ve cumalar hep orada kılınırdı. Erzurum’da öğrenciyken Üniversite Camii'nden başka bir yere gitmeye mecalimiz yoktu. Soğuk, kış, çamur, gidilecek tek yer burasıydı. Tuhaf bir imamı vardı, ama biz her seferinden belki Ruhi Hoca namaz kıldırır diye o hevesle çıkar caminin yolunu tutardık. Ruhi Özcan bizim üniversiteden hocamızdı ve herkes gibi ben de onu gönülden severdim. Derslerimize gelmemişti, ama birkaç sohbetine ondan etkilenmiş bir şekilde katılmıştım. Sırf karizmaydı, arkadaşların dilden dile aktardıkları özellikleri de zaten onu kafamızda büyütmeye yetmişti. Ona denk gelmek, hutbesini dinlemek, arkasında namaz kılmak bizim o yaşlardaki evrenimizde tartışmasız bir imtiyazdı.

Erzurum Şeyhler Camii

Bir farklılık yaşamak istediğimiz camiler

Erzurum’da denk gelmek şartıyla hemen her camide bir vakit kılmışlığım mutlaka vardır, bu Konya için de Muğla için de Van için de geçerlidir. Ama Erzurum’da arada gidip bir farklılık yaşamak istediğimiz camiler de vardı. Mesela Şeyhler Camii öyle bir şeydi. Oranın imamı şimdi çoktan rahmetli Naim Hoca'ydı, onu tanımayan yoktu. Neşeli, esprili hatta teatral özellikleri olan biriydi. Şimdi buraya yazamam ama onun ne kadar da hoş taklit edilesi hikâyeleri vardı. Aklımda kalanları, bütün cemaati gülmekten geçiren o naif bir de her daim sükunetini koruyan diliydi.

Kendimize uygun imamlar aramak

Tatsız birkaç örnek daha var, ama bilmem onları da anlatmak gerekir miydi? Öğrencilik yıllarımızın en ilginç dönemlerinden biri de kendimize uygun imamlar arayıp bulmakla geçen günlerdi. Henüz daha camilerin hepten reddedildiği dönemlere gelmemiştik. Memleketi “darü’l-harp tartışmaları” kaplamış, daha içinde yaşadığı coğrafyanın hiçbir limitinden haberdar olmayan bizim gibi gençler, ortalıkta imam beğenmezler, kalkar kendilerine iyi gelecek camiler ararlardı. O camilere uzak muzak demeden çıkar giderdik, imamların uzattıkça uzattıkları hutbelerine aldırmadan anlattıkları coşku dolu ifadelere kendimizi kaptırırdık. O imamın da bu imamın da bir şekilde devletle irtibatını kasten göz ardı eder, güya onların her şeye rağmen bağımsız kaldıklarını düşünür, kendimizi kolayca ikna ederdik.

Cihad” derlerdi, “mücadele” derlerdi, “tağut” derlerdi, “belam” derlerdi. Bizim gün boyunca okuduğumuz ve bir türlü ellerimizden bırakmadığımız temel başucu kitaplarındaki hâkim temaları bu sefer Cuma namazında herkesin hayranlıkla takip ettiği imamdan dinlerdik. Adam ne kadar da çok cesurdu. Adamın bindirmediği, dokundurmadığı, çatmadığı hiçbir şey yoktu. Ama olsun, bu dil bize çok hoş gelirdi.

Etrafımızda bir cumayı kılmayanlar vardı, bir de eğer kılıyorlarsa cami seçenler vardı. Cami seçenler arasında ben de vardım. Konya’da o tür camilerin yerleri belliydi, tek tük de olsa ilgili olan herkesin haberi vardı bu camilerden. Genç ve heyecanlı bir hatibe emanet edilmiş camiden çıkarken Malazgirt’i kazanan kumandan edasına bürünürdük; kale kapıları açılmış, Ulubatlı burçlara sancağı işte şimdi dikiyordu.

Milliyetçi ve dinî motiflerin iç içe geçtiği bir düzlemde Diyanet’e ve onun imamlarına garip bir mesafeyle yaklaşılır, dinin yerleşik ve bildik temsillerine karşılık bu kenarda köşede tek tük ama resmen sorumluluk sahibi olduğumuz insanların ipi göğüsleyecek gerçek mücahitler olduğuna inanırdık. Onları özel hayatlarında tanımazdık, buna ihtiyaç yoktu. Aşina olduğumuz kelime ve kavramlardan mürekkep bir söz akışının vaaz ve hutbelere yansıması yeter de artardı bile. Herkes zaten yanlış yoldaydı, biz bir avuç neferdik, hem İslam yalnız gelmiş yalnız gidecekti. Uf, çok sıkıcı eşleştirmelerle kendimizi bir hikâyeye uydurmanın, hatta lüzumsuz ve arızalı hedeflere koşullanmanın garip bir keyfini çıkarıyorduk.

Ankara Arslanhane Camii

“Hadi toparlanın gidiyoruz”

Bir seferinde hiç unutmam, Konya’da Çimenlik taraflarında bir camide hutbe dinlemek için resmen can atmış, cumaya zar zor yetişmiştik. İçeri girmemiz imkânsızdı. Bahçe ardına kadar dolmuştu. Şöyle dikkatli bir bakış cemaatin sınıf profillerini keşfetmeye yeterdi. Sanayiden gelenler, devlet dairelerinden gelenler, öğretmenler, öğrenciler hep yan yanaydı. Dışarıdaydık ve dışarıda yağmur yağıyordu. O zamanlar hasır sergiler falan yoktu. Kimi çimento kağıtlarına, kimi evinden getirdiği seccadeye, kimi de benim gibi hemen oracıkta bulduğu mukavva kutuların ürettiği sergiye secde ediyordu. Üşüyor, donuyorduk. Yağmur iliklerimize kadar dokunuyor, her tarafımız buz kesiyordu. Hışırtılı mikrofondan sesini zar zor duyduğumuz imam efendi mangalda kül bırakmıyor, hepimize “Hadi toparlanın gidiyoruz.” havasında emir üzerine emir yağdırıyordu. Bu işler böyle olurdu, ben ne söylem analizinden anlardım ne de şimdi orada ne diye bulunduğumuzun hesabını verecek durumdaydım. Oradaydım, yaşım 23'tü ve imam cemaate kök söktürüyordu.

Yıllar sonra Paris’te Cuma namazını kaçırmamak için nasıl kilometrelerce yol aldığımızı ve sonunda güçlükle ulaştığımız camide Fransızca hutbe okuyan imamın anlamasak bile hepimizi rahatlatan o sesine nasıl da meftun olduğumuzu da şimdi hatırlatmak isterim. İmam konuşmasını Fransızca yapmış, ardından da artık şablon sayılabilecek ve hepimiz için ortak olan dualarla namazı tamamlamıştı.

Kitaplarda, büyük retorik metinlerinde dile getirilen Cuma’yı nerede bulacaktık?

Arslanhane Camii’nden çıkıp orada bir yerde yemek yerken çoğunu bilerek atladığım sayısız “Cuma macerası” yaşadığımızı hatırlamış, bunların tek tek analizini yapmadan bu ülkede dinî dünya algımızın sağlam ve müstakil bir çehreye sahip olamayacağını en azından kendi adıma acıklı bir şekilde hissetmiştim.

Cuma kılıyorduk kılmasına da kitaplarda, büyük retorik metinlerinde dile getirilen Cuma’yı nerede bulacaktık? İşte asıl mesele buydu. Bizimkisi daha başından beri heyecan ve gürültüyle eş zamanlı ilerleyen bir fantastik tercihti. Cuma neredeydi? Onu kim yazacak, kim anlatacaktı?

Necdet Subaşı

YORUM EKLE