Hikayeler Necip Tosun'a emanet

Necip Tosun’un Emanet Hikâyeler[1] kitabı on üç hikâyeden oluşuyor. Kitapta yer alan hikâyelerin adları her biri tek başına bir kitaba ad olacak güzellikte. Demek ehlinin elinden çıkarsa böyle oluyor kitap. Elbette hakkında çok şey yazılacak, söylenecektir. Emanet aldığı hikâyeler hakkında da yorumlar yapılacaktır.

Kitabı okurken yolunuz Ahmet Hamdi Tanpınar, Mustafa Kutlu, Oğuz Atay, Adalet Ağaoğlu, Hulki Aktunç, Orhan Kemal, Bilge Karasu, Rasim Özdenören, Sait Faik Abasıyanık, Ferit Edgü, Kemal Tahir, Ömer Seyfettin ve Selim İleri’ye uğrayacak. Necip Tosun her ne kadar “Emanet” dese de hikâyeleri kendine özgü. Aslında okuru hikâyeciliğimizin köşe taşları niteliğindeki usta yazarlarla buluşmaya da kapı aralamış oluyor.

Can tende emanet değil midir? Acaba bizim hikâyemiz hangi öykücünün kalemine dolacak? Kitaptaki her öyküye kısaca değinmek ve bize göre en can alıcı cümleyi veya bölümü sizlerle paylaşmak niyetiyle başlayalım yazmaya. Elbette herkesin kendine göre önemsediği hikâyesi, önceliği farklı olacaktır.

Dağların Çağrısı’nı duyunca efsaneler, masallar, hikâyeler canlanıyor zihninizde. Yusuf’un rüyasını görüyor, Eyüp’ün sabrına ortak oluyor, Afrodit’in ateşiyle dağlanıyorsunuz ve dağ heybetiyle yaşadığınızı sandığınız ömrünüz geçiyor gözlerinizden. İnsan “Bir ömür bütün bir dünyayı dolaştığını sanır, oysa kendi içinden bir adım ileriye”[2] gidememektedir.

Yorgun Irmak olur mu? Abdürrahim Karakoç “Hiç başın ağrır mı, yoruldun mu hiç?” diye sormuştu dağa. Nazan Bekiroğlu Cam Irmakta yüzdürmüştü Taş Gemiyi. Akan bir ırmak nasıl yorulur?  Evlatları için canını dişine takıp ömür boyu didinen insanlar mıydı yorgun ırmaklar? Zaten “Zamanı gelince ayakucuna basarak, kimseyi uyandırmadan ve rahatsız etmeden çekip gidecek, yorgun bir ırmak gibi denize dökülüp”[3] yok olmayacak mıyız?

Çünkü dil sustuğunda her şey, konuşmaya başlıyor... 

Boşluğun Sesi o kadar yüksek ki duymamak mümkün değil. Şehname, Mesnevi, Kutadgu Bilig Odysseia, Don Kişot, Faust, Mukaddime, Kapital, Puroust, Hafız, Mevlana,  Katherina Mansfield, Mahalle Kahvesi’nde Sait Faik ve Oğuz Atay konuşacak siz duymayacaksınız öyle mi? İnsan sağır olsa işitir bu sesleri. En acısı da ne biliyor musunuz? “Her kitaptan sonra beklediği yolcu gelmemiş yetim birisi gibi ortada kalakalmak.”[4]

Körebe. Çocukluğumuzda hangimiz bu oyunu oynamadık? Gözümüz açılınca saklananları belki kaybettiklerimizi aramaz mıydık? Bir de insanın gözü açıkken kaybettiklerini araması var? Sevgi sözden değil gözden okunur. “Çünkü dil sustuğunda her şey konuşmaya başlıyor.”[5]

Biriktirerek, değil silerek yol alıyordu insan…

Hayata Düşmek nasıl bir şey? Doğarken gözlerimizi açmıyor muyuz hayata? “Sağır apartmanların yanından geçenler, bilboardların, sanki bir adım atsa hayattan kurtulacağını müjdeleyen reklamların yanından” geçerken hayattan düşmenin nasıl bir şey olduğunu anlıyorsunuz. Hayattan düşenin “Upuzun türküler yankılanacak kulaklarında." 

İki Damla size ne hatırlatır bilmiyorum ama benim dilime “İki damla yaş süzüldü gözlerimin pınarından” türküsü dolandı. Mahzuni Şerif’in “İki damla yaştan gayri nem kaldı?” türküsüyle hüzünlenip buğulandı gözlerim. Üstelik hüzünlenen sadece ben değildim. “Gözünden bir damla gözyaşı simit tablasına düştü, sonra bir damla daha. Tıpkı Çavdar Tarlasında Çocuklar’daki dama tahtasının üstüne düşen gözyaşı gibi.”[6]

Teneffüs  “İşte benim hikâyem bu.”[7] Sur Nefesi İsrafil esintisiyle dolu. “Bir kitabı açtığımda okumuyorum, gürül gürül sesler geliyor, tüm kahramanlar, anlatıcılar konuşuyor…”[8] Şehrin Sesleri ne çok acı barındırır içinde, çığlık çığlığadır insanlar. Ne de olsa “Kalptir sonunda taşıdıkları.”[9]

Küçük Berivan adı gibi küçük, minimal bir öykü. Berivan öyle bir baktı ki “gizlemeye çalıştığı ne varsa kayboldu, göstermek istediği ne varsa ortaya çıktı.”

Cem Zehri ile tarihin tozlu sayfalarında bir gezintiye çıkıyor, can pazarında sınanıyorsunuz. Nihayet hırsın zehrini içince dudaklarınızdan “Ben Cem, kendini zehirlemiş bedbaht Cem, şimdi damarlarımdan kendi zehrimi emiyorum, arındığımı temizlendiği hissediyorum… Anladım, kibir ve gurur badesi içenin sarhoşluğu hiçbir şeye benzemez…”[10]  sözleri dökülüyor.

Bahar ve Kelebekler sizi Balkanlar’a ata yadigârı topraklara götürüyor ve nihayet “Kıyısında Ömer Seyfettin’in at koşturduğu Vardar” kayboluyor.

Bir Hikâye Kalır Geriye Her Şeyden. Doğrudur. Her şehrin, her insanın bir hikâyesi vardır yazılmasa da. Herkes Dublinliler ya da Paris ve Londra kadar şanslı olmayabilir.

Necip Tosun’un anlattığı bir avuç insanın hikâyesi tanıdık geldi bize. Rahmi, Sezai, Murat, Mehmet değilim elbette. Liseyi Ankara’da yatılı olarak okumuş birisi olarak yoksul gecekonduların ışıklarını saymışlığımız vardır. Mavera ve Pınar dergilerinin bürolarına uğramışlığımız, sabahlara kadar kitap okumuşluğumuz, aynı kitapevlerine gidip gelmişliğimiz, hiçbir dünyalık beklemeden dergileri sırtlanıp dağıtmışlığımız da vardır.   Şimdi anladık ki “Biriktirerek, değil, silerek yol alıyordu insan.”[11]

Kim bilir daha yazılmayı, anlatılmayı bekleyen ne hikâyeler var…

 

[1] Necip Tosun, Emanet Hikâyeler, Dedalus, İstanbul, 2017 (172 sayfa)

[2]A.g.e. s. 19

[3] A.g.e. s. 28

[4] A.g.e. s. 47

[5] A.g.e. s. 55

[6] A.g.e. s. 85

[7] A.g.e. s. 91

[8] A.g.e. s.107

[9] A.g.e. s. 120

[10] A.g.e. s. 142

[11] A.g.e. s. 172