KİTAP OKUMA ÜSTÜNE
Tipler kotarıp ortaya koymak ve insanları bu tiplere göre sınıflandırmak, usumuzun doğuştan bir gereksinimidir. Theophrast’ın Karakterler’inden ve dedelerimizin dört ayrı mizacından tutunuz da, en modern psikolojiye kadar bu tipleme gereksinimi kendini hissettirmiştir. Ayrıca, bilinçsiz olarak da insan çevresindeki kişileri tiplere ayırır ve söz konusu kişilerin karakterleriyle çocukluğunda önemli gözle baktığı kişilerin karakterleri arasındaki benzerlikleri dikkate alarak yapar bunu. Salt kişisel deneyimlerden yola çıkılarak ya da bilimsel yöntemlere uyularak yapılacak bu gibi sınıflandırmalar her ne kadar pek işe yarar ve aydınlatıcı nitelik taşırsa da, deneyimler ülkesine bir başka kapıdan ayak atmak ve bir insanın her tipe özgü karakter özelliklerini kendisinde barındırdığını, bir tek kişide de birden çok mizaç ve karakterin var olup dönüşümlü olarak birbirinin yerini alabileceğini saptamak bazen çok daha yerinde ve yararlı bir davranıştır.
Kitap okurlarını üç tipe ayırıyorum!
Dolayısıyla, ben de şimdi kitap okuyucularını üç tipe, daha doğrusu üç kademeye ayırırsam, bununla her okuyucunun bu üç tip ya da kademenin birinde ya ötekisinde yer alacağını söylemek değil niyetim. Çünkü içimizden her biri bazen bu, bazen öbür grupta yer alır.
Safdil okur!
İlkin safdil okuyucuyla karşılaşıyoruz. Her birimiz zaman zaman safça okuyan bir okuyucu oluruz. Böyle biri yemek yiyen kişiler gibi bir kitabı alıp indirir gövdesine. Yalnızca alıcıdır; ister Kızılderili romanı okuyan bir oğlan olsun bu kişi, ister kontes romanları okuyan bir hizmetçi, ister Schopenhauer’den bir şey okuyan bir üniversite öğrencisi, yiyip tıkınır, okuduğu şeyle tıka basa doldurur içini. Bu çeşit okuyucuların kitap karşısındaki konumu, bir kişinin diğer bir kişi karşısındaki konumu gibi değil, önündeki yemlik karşısında bir atın konumu gibidir; hani atın arabacı karşısındaki konumu gibidir de diyebiliriz buna. Kitap önden gider, okuyucu da onun peşinden yürür. Kitapta sunulan konu, bir nesnellikle alınıp gerçek olarak kabullenilir.
Ama yalnız konuya sınırlı kalmaz ilgili tutum. Özellikle edebiyat yapıtlarının çok kültürlü, hatta uyanık öyle okuyucuları vardır ki, düpedüz safdil okuyucular sınıfında yer alır. Bunlar yalnızca konuya takılıp kalmazlar gerçi, bir romanı örneğin romandaki ölümlere ve izdivaçlara bakarak değerlendirmezler; ama yazarın kendisine ve kitabın estetik yanına tümüyle nesnel tutumla yaklaşırlar, yazarın ruhundaki titreşimlerin yazarla birlikte tadını çıkarır, yazarın dünya karşısındaki tutumuyla tastamam özdeşleşir, yazdıklarına ilişkin olarak yazarın ileri sürdüğü yorumları tümüyle benimserler. Sıradan okuyucular için konu, çevre ve olay neyse, bu kültürlü okuyucular için de sanat, dil, yazarın bilgililiği, akıllılığı da odur, tıpkı Kari May’ın genç okuyucularının Old Shatterhand’in kahramanlıklarını gerçek olgular olarak, gerçek olarak kabullenmesi gibi, kültürlü okuyucular da bunları nesnel gerçekler olarak, bir yapıtın içerdiği en son ve yüce değer olarak alıp benimserler.
Safdil okuyucu okuduğu yapıtla ilişkisi bakımından asla bir kişi, asla kendi kendisi değildir, bir romandaki olayları içerdikleri gerilim, tehlike, şehvet, görkem ya da yoksulluk ögelerini dikkate alarak değerlendirir ya da bunları bırakıp yazarın kendisini değerlendirme yoluna gider, bunu yaparken de yazarın yaratısını her vakit geleneksel nitelik taşıyan estetik ölçütlerinin terazisinde tartar.
Bu okuyucuların hiç duraksamadan benimsediği görüşe göre, bir kitap yalnız ve yalnız sadakat ve dikkatle okunup içerik ya da biçiminin değerlendirme konusu yapılması için vardır. Yemek için nasıl ekmek, yatmak için yatak varsa, onun gibi tıpkı.
Avcı okurlar!
Gelgelelim, dünyadaki tüm nesneler, dolayısıyla kitap karşısında da bambaşka bir tutum takınılabilir. Gördüğü eğitime değil de, doğasına uygun davranması durumunda bir çocuğa dönüşür insan ve nesnelerle oynamaya başlar; ekmek, içerisinde tünel açılan bir dağ, yatak bir mağara, bir bahçe, bir kar örtüsü olup çıkar. İşte ikinci tip okuyucuda bu çocuksuluktan, bu oyun dehasından biraz bir şeyler saklıdır. Bu tip okuyucu ne bir kitabın konusuna, ne biçimine biricik ve en önemli değer gözüyle bakar. Tıpkı çocuklar gibi bilir ki, her nesne on, hatta yüz değişik anlam taşıyabilir. Böyle bir okuyucu, örneğin bir yazar ya da filozofun nesnelerle ilgili yorum ve değerlendirmesini kendi kendisine ve okuyucuya benimsetmek için nasıl çaba harcadığını izleyip gülümsemeyle bakabilir buna; yazarın keyfî bir davranış ve özgürlük gibi görünen davranışının aslında bir zorlamadan ve edilginlikten başka şey sayılamayacağının farkındadır. Bu tip okuyucu o kadar ileri bir noktaya varmıştır ki, edebiyat profesörleri ve eleştirmenlerinin çokluk tümüyle habersiz olduğu bir şeyin ayrımındadır, yani özgürce konu ve biçim seçiminden asla söz edilemeyeceğini bilir. Edebiyat tarihçisi kalkıp dese ki örneğin, Schiller falan falan tarihte bu konuyu seçti ve beş ayaklı jambus’larla konuyu işlemeye karar verdi, bu tip okuyucu ne konunun ne de jambus’ların, yazarın özgürce seçebileceği gibi elinin altında bulunmadığını bilir; konunun yazarın değil, yazarın konunun elinde olduğunu görmek kendisi için başlıca haz kaynağıdır.
Böyle bir açıdan bakıldığında, estetik değerler hemen tümüyle silinip gider ortadan; özellikle yapıtta yazarın içine düştüğü hatalar, yazarın bocalamaları bu tip okuyucular için hepsinden çekici ve değerli nitelik taşır. Çünkü bu tip okuyucular atın arabacıya bağlı olması gibi, yazara bağlı değillerdir. Kendileri sanki avcıdırlar da avlarının izini sürerler; dolayısıyla, yazarın sözde özgürlüğünün öbür yüzüne, yazarın köleliğine ve edilginliğine ansızın bir göz atacak fırsatı ele geçirdiler mi, bu onları ince bir teknik ve dil ustalığından daha çok hayran bırakır.
Ununu elemiş, eleğini eleğini duvara asmış okur!
Bu yolda bir durak daha ilerledik mi, üçüncü ve son okuyucu tipiyle karşılaşırız. Şunu bir kez daha vurgulayalım ki, okuyuculardan hiçbirinin söz konusu üç tipten birinde asla sürekli yer alması gerekmez, aynı okuyucu bugün ikinci, yarın üçüncü, sonraki gün yine birinci tipte boy gösterebilir. Şimdi biz üçüncü ve son kademedeki okuyucuları ele alalım. Normal olarak “iyi” okuyucu denen okuyucuların tam tersi okuyucular bu tipte yer alır gibidir. Üçüncü tip okuyucu öylesine kişilik sahibi, öylesine kendi kendisi olan biridir ki, okuduğu yapıt karşısında katıksız bir özgürlük içinde davranır. Okumasının amacı ne kendini eğitmek, ne de eğlenmektir. Dünyadaki herhangi bir nesneden farklı değildir bir kitaptan yararlanışı; kitap kendisi için bir çıkış noktası, uyarıcı bir nesne oluşturur. Aslında okudukları arasında ayrım gözetmez. Kendisine inanmak, öğretisini benimsemek için okumaz bir filozofu, ona karşı düşmanlığından, onu eleştirmek istediğinden de okumaz; bir şairi, bir yazarı okuyorsa, dünyanın yorumunu onun ağzından duymak için değildir, söz konusu yorumu kendisi yapar. Denilebilir ki, bir çocuktan hiç kalır yeri yoktur bu tip okuyucunun. Her şeyle oynar ve belli bir açıdan bakıldı mı, her şeyle oynamaktan daha yararlı, daha verimli bir şey yoktur. Diyelim böyle bir okuyucu kitabın birinde seçkin bir özdeyiş buldu da, bir bilgeliğin, bir doğrunun dile getirildiğini gördü, ilkin bir sınayayım der, tersine çevirip bakar ona. Her doğrunun karşıtının da doğru sayılacağını öğrenmiştir çoktan.
Ussal bakış açılarından her birinin bir kutup oluşturduğunu, söz konusu kutbun karşısında onun kadar iyi bir başka kutbun bulunduğunu bilir. Çağrışımlarla düşünmeyi baş tacı etmesi bakımından bir çocuk davranışını sergiler, ama öbür türlü düşünmeye de aşinadır. Bu tip okuyucu, daha doğrusu söz konusu aşamaya ulaşmayagörelim, bizlerden her biri romanmış, gramer kitabıymış, seyrüsefer tarifesiymiş, dizimevinin yazı karakterleriymiş, dilediği her şeyi okuyabilir böylece.
Bu da okur mu sayılır şimdi?!
Hayal gücümüz ve çağrışım yeteneğimiz istenilen düzeye ulaştı mı, önümüzdeki kâğıt üzerindekileri okumaktan tümüyle çıkar, okuduklarımızdan kaynaklanan uyarıların ve çağrışımların selinde yüzmeye başlarız. Bu uyarı ve çağrışımlar, metinden, hatta yazının karakterinden kopup gelebilir, bir gazetedeki ilan bir vahiye dönüşebilir ansızın. Tersine çevrilecek harfleriyle bir mozaik oyunu gibi oynanabilecek rasgele bir sözcükten insanı mutluluklara boğan alabildiğine olumlu bir düşünce doğup çıkabilir. Kırmızı Başlıklı Kız masalı bu durumda kozmogoni (evrendoğum), bir felsefe ya da baştan başa erotizm kokan bir yapıt gibi okunabilir. Beri yandan, bir puro kutusunun üzerinde yer alacak “Colorado maduro” yazısındaki sözcüklerle, sözcüklerdeki harflerle ve bunların çağrışımlarıyla oynanabilir, bilim, anı ve düşüncelerin yüzlerce ülkesinde içten içe bir geziye çıkılabilir. Ama bu da okumak mıdır diye bir itirazda bulunabilirsiniz. Goethe’den bir sayfayı, ozanın niyet ve düşüncelerini umursamaksızın bir gazete ilanı ya da bir harf karmaşası gibi okuyan insana hiç okuyucu denebilir mi?
Senin üçüncü tip diye nitelediğin okuyucu tipi, ötekilerin hepsinden aşağı bir kademede, hepsinden çocuksu ve hepsinden ilkel bir tip değil midir? Böyle bir okuyucu için nerede kalır Hölderlin’deki müzik, Lenau’daki coşku, Stendhal’daki istem gücü, Shakespeare’deki genişlik? Böyle bir itiraza doğrusu diyecek yoktur.
Halıdaki deseni okur kitap okumaz!
Üçüncü kademedeki okuyucuya okuyucu demek doğru olmaz. Bu tipte sürekli yer alan kimse, çok geçmeden hiçbir şey okumaya yanaşmayacaktır; çünkü bir halıdaki bir desene ya da duvardaki taşların oluşturduğu bir kompozisyona alabildiğine ustalıklı biçimde yan yana dizilmiş harflerin oluşturacağı eşsiz güzellikteki bir sayfa kadar değerli gözle bakacaktır. Böyle biri için okunacak tek kitap, alfabedeki harfleri içeren bir yaprak kâğıttır. Evet, böyledir: Son aşamadaki okuyucunun okuyuculukla bir alıp vereceği yoktur artık. Goethe’ye dudak büker böyle biri, Shakespeare’e karnı toktur. Son aşamadaki okuyucu hiç okumaz artık. Kitaplar niye ki? Bütün dünya, olduğu gibi kendi içinde değil midir artık?
Bu aşamada sürekli kalacak kimse için okumak diye bir şey söz konusu olamaz. Ne var ki, kimse bu aşamada sürekli kalamaz. Beri yandan, bu aşamadan habersiz biri de henüz gereken olgunluğa ulaşamamış kötü bir okuyucudur, çünkü bütün edebiyat yapıtlarının ve bütün felsefenin kendi içinde saklı yattığını, en büyük yazarı besleyen kaynağın herkeste var olan kaynaktan başkası olmadığını bilmez. Hayatta yalnız bir saat, bir gün gibi bir süre bu aşamada, tüm okumalara sırt çevirme aşamasında kalmayagör (dönüşün hiçbir zorluğu yoktur!), tüm yazılı yapıtların o kadar daha iyi bir okuyucusu, o kadar daha iyi bir dinleyicisi ve yorumlayıcısı olup çıkarsın. Yoldaki bir taşın senin için bir Goethe, bir Tolstoy kadar önem taşıdığı bu basamakta bir kezliğine dikil şöyle, ardından Goethe, Tolstoy, kısaca bütün yazarlar sınırsız ölçüde daha büyük değer taşıyacaktır senin için, kendilerindeki özsuyu ve balı o zamana kadar görülmedik ölçüde daha cömertçe sana sunacak, yaşama ve kendine daha çok olumlu bir gözle bakmanı sağlayacaktır. Çünkü Goethe’nin yapıtları Goethe, Dostoyevski’nin yapıtları Dostoyevski değildir; bu yapıtlar, odak noktası yazarın kendisi olan çok sesli ve çok anlamlı bir dünyayı zapt edip yansıtma yolunda yazar tarafından girişilmiş, sağlamlığı su götüren ve asla istenilen amaca ulaştırılamamış birer çabadır yalnızca.
Yazmaya çalış! Düşünü yazmaya çalış!
Bir gezinti sırasında aklına gelen küçük bir düşünce dizisini bir kez olsun kaleme almaya çalış! Hatta daha kolay bir şeyi yapıp gece gördüğün basit bir düşü yazıya geçir! Düşünde bir adam görmüşsündür, elindeki sopayla ilkin üzerine yürüyecek olmuş, ama sonra seni bir nişanla ödüllendirmiştir. Kimdi acaba bu adam? Düşünür, çıkarmaya çalışırsın; yüzünde bir dostunun yüz çizgilerini, kendi yüz çizgilerini bulur gibi olursun, ama söz konusu kişilere benzemeyen bir yanı da vardır adamın, erkek değil, kadındır; bir şey, neyse artık, sana kız kardeşini, bir sevgiliyi anımsatır. Ve senin üzerine yürürken adamın elinde tuttuğu sopanın bir sapı vardır! Bu sap, öğrenciyken yaya çıktığın ilk büyük geziyi aklına getirir; ansızın yüzbinlerce anı üşüşür belleğine; isterse stenografiyle ve başlıklarla olsun, bu basit düşün içeriğini zapt edip not etmeye kalktın mı, yalnızca nişan konusuna gelinceye kadar, defter üstüne defter doldurman gerekecektir. Çünkü düş kendi ruhunun içeriğini görmeni sağlayan bir penceredir, ruhunun bu içeriği de dünyadır, dünyadan ne daha fazla, ne daha az bir şeydir, doğumundan bugüne, Homer’den Henrich Mann’a, Japonya’dan Cebelitarık’a, Sirius yıldızından yeryüzüne, Kırmızı Başlıklı Kız’dan Bergson’a kadar uzanan bütün bir dünyadır.
Ve işte gördüğün düşü not etme girişimi, düşün içerdiği dünya karşısında nasılsa, yapıtında söylemek istediği şey karşısında yazarın konumu da öyledir. Goethe’nin Faust’unun ikinci bölümünü bilginler ve amatör araştırmacılar nerdeyse yüzyıldır yorumlayıp durmuş, bu arada kimi alabildiğine güzel, kimi salakça, kimi alabildiğine incelikli, kimi bayağı yorumlar kotarıp ortaya koymuşlardır. Ne var ki, her yapıtta daha bir örtülü de olsa, üst yüzey altında gizli saklı tarifsiz bir çokanlamlılık, yeni psikolojinin deyimiyle “simgelerin üst determinasyonu” yatar. O sonsuz zenginliği ve yorumlanamazlığı içinde bu çokanlamlılığı bir kez olsun tanımadan hiçbir yazar ve filozofu tüm boyutlarıyla kavrayamaz, ancak bir parça niteliği taşıyan şeye bütünün kendisi gözüyle bakar, yüzey için bile yetersiz sayılacak yorumlara inanırsın.
Okuyucunun üç aşama arasında geçireceği değişimler, doğal olarak, her insan için her alanda söz konusudur. İnsan binlerce ara aşamasıyla bu üç aşamadan birini mimarlık, ressamlık, hayvanbilim, tarih karşısında da sergileyebilir. Ama nerede olursa olsun, hepsinden çok kendisi olacağı üçüncü aşama insanın okuyuculuğunu ortadan kaldıracak, yazarlığı, sanatı, dünya tarihini silip atacaktır. Ama bu aşamayı sezgi yoluyla da olsa tanımayan kişi tüm kitapları, tüm bilim ve sanatları bir gramer kitabını okuyan bir öğrenci gibi okuyup duracaktır sürekli.
Hermann Hesse, Öldürmeyeceksin, Çev: Kâmuran Şipal, Afa Yay., İstanbul, 1993.
Kitaba Çağrı Sınavında İnsan, Duran Boz, s.73, Maraş Valiliği Yayını kitabından alıntılanmıştır.
Asım Gültekin alıntıladı