İnsan hakları mücadelesinde Kocaeli İnanç Özgürlüğü Platformu ve 8 senelik mücadelesini, başlangıcından beri bu mücadelenin içinde olan Kocaeli Kartepe İnsan Hakları Derneği üyesi Behlül Metin ile konuştuk..

Uzun yıllar İslamî mücadelenin içindesiniz, Hakkı yüceltmek için uğraşıyorsunuz. 400 küsür haftadır Kocaeli’nde Kocaeli İnanç Özgürlüğü Platformu ile başlayan,  Mazlumder, Emirder ve Kartepe İnsan Hakları Derneği ile devam eden başörtüsü eylemleri ve basın açıklamaları faaliyetlerinin içindesiniz. Böylesi uzun soluklu eylemler ve basın açıklamaları özellikle Türkiye’de az… Bu konuda bilgilenmek istiyoruz: Önce sizi tanıyalım: Kısaca, Behlül Metin kimdir?

Kısaca Allah’ın kullarından sıradan biri… 1962 İzmit doğumluyum. Dinî bir eğitimim olmadı, elektronik eğitimi aldım, İzmit Endüstri Meslek Lisesi ve Yıldız Teknik Üniversitesi mezunuyum. 8 yıldan beri Kocaeli’de süren bu eylemlerin içinde görev aldım. Olayı başından beri gören ve bilen bir insan olarak bu konuda bilgelerimi paylaşmak isterim. Gaye, bu hareket tarzının camiamızda artmasını sağlamak. Eylem kültürü, inançlı kesim arasında yok denecek kadar az, bu şekilde uzun soluklu eylemlerse çok az. Olaylar karşısında Müslüman camianın tepkisi, saman alevi gibi birden parlayıp yok oluyor.

Geçmişten günümüze mücadeleniz hangi aşamalardan geçti?

Ben İzmit doğumluyum. Küçüklükten beri İzmit’teyim. 1960-70’li yıllarda sağ sol çatışması var. İslâm adına mücadele eden teşkilat ve cemaatler var. Ben bu ortamlarda mücadele içinde büyüdüm. Komünistlerle, İslam karşıtlarıyla mücadele ettik; komünist ve ateistlere, ulaşabildiğimiz İslamî kaynaklardan edindiğimiz bilgilerle, çok çeşitli şekillerde cevap vermeye çalıştık. Bir dönem ev ev dolaşarak tefsir sohbetleri de yaptık, Kur’an’ı tefsirle hatmettik. Bazen bir insanı sohbete katmak için kilometrelerce yol gittik, evinden aldık veya evine gittik. Her hafta on, on beş kişi toplayalım diye çok uğraştık. İnsanlar genellikle, zikir tarzı toplantılara katılırsa da, tefsir okuma tarzında gelişen sohbetlere katılım zayıf oluyordu. Gerçi bu işin manevi tarafı var, bunun faydası daha bir başka ama belli bir zamandan sonra bunun sadece kendi aramızda konuşmaktan ibaret kaldığının, dışa pek taşmadığının, çok az sayıda kişiye ulaştığımızın farkına vardım. Bizim gayemiz Kur’an’ı öğrenmekten çok, Kur’an’ı topluma tebliğ etmek olmalıydı.

Bu başörtüsü eylemleri ve basın açıklamalarını kim başlattı. Sizi özellikle belli aşamalardan sonra metin yazımı, pankart hazırlama, metinleri gazetelere servis etme, her hafta en az üç dört arkadaşı getirme gibi işleri deruhte ederken görüyoruz, işin bir hayli zor kısmını göğüslüyor görünüyorsunuz.Behül Metin, Kocaeli Kartepe İnsan Hakları Derneği

Başörtüsü eylemleri, 2004 yılında Ankara’da yapılacak beyaz yürüyüşe destek olmak için Kocaeli Gönüllü Kültür Teşekkülleri Platformu üyesi dernekler tarafından başlatıldı. Bu olayın fikir babası, uzun yıllar eylemlerin sunuculuğunu da yapan Hakkı Akın arkadaşımız. Beyaz yürüyüşten sonra, eylemlere son vermeyip devam kararı alındı. Fakat İzmit’teki sözkonusu platformdaki dernekler 1. yılın sonunda bu işten çekilince, görev Mazlumder’e kaldı. Mutlaka çalışmaların ve didinmelerin önemi var ama bu Allah’ın bir lütfu… Kimsenin böyle bir işi sahiplenmeye hakkı yoktur. Her şey Allah’ın takdiri ile olur, kullar vesiledir.

Genelde ülkemizde bu tür işler, bir saman alevi gibi başlar, ardından 28 Şubat süreci gibi bir süreç üstünden geçer, sonra ortada kimseyi bulamazsın. Bu röportaj bu hareketle ilgili ilk ayrıntılı haberdir. Burada benimle röportaj yapıyor olmanızdan dolayı eylemleri benim yürüttüğüm gibi bir sonuç çıkmasın. Ben sadece bu işe gönül veren, destek veren ve bu işin bir ucundan tutanlardan biriyim. Diğer arkadaşlarımın emeği benden çoktur. Ben ilk zamanlardan beri ara sıra bu eylemlere katılmakla beraber özellikle 60–70. haftadan itibaren; metinlerin düzenlenmesi, afişlerin hazırlanması, gazetelere servis edilmesi bağlamında yoğun çalışmaya başladım diyebilirim. Bu hususta fikirsel ve eylemsel olarak bir ilkten söz edilecekse, yıllarca bu eylemlerde bir aktif nefer olarak ön sıralarda yer alan Hakkı Akın’ın hakkını dile getirmek gerekir.

Tabii ki bu tür teklifleri kabul edip, yaygınlaştıran o günkü yöneticilerin ve ekibin hakkını da teslim etmek gerekir. Çünkü bugün birçok sivil toplum örgütünde; alt kademelerden/üyelerden yöneticilere birçok orijinal fikirler sunuluyor ama birçoğunu yöneticiler; “niçin önce ben akıl edemedim” diye yapmıyor. Artık hasedinden mi, paylaşmayı bilemememizden mi, yoksa ekip çalışmasını ve istişareyi bilmememizden midir, bilmiyorum. Maalesef astların fikirleri pek uygulamaya sokulmuyor. Bu anlamda bu kararı alan o günkü yöneticileri tebrik ediyorum.

Sizin katıldığınız dönemden itibaren, harekete bir fark getirdiğiniz oldu mu? Pankart hazırlamada söylem geliştirmede vs.?

Behlül Metin, Kocaeli Kartepe İnsan Hakları DerneğiSunum gibi ya da sebat etme bağlamında bazı farklar getirdiğimiz olmuştur. Mesela medya görsel sunumlara, mizansenlere daha çok ilgi göstermektedir. Grafik noktasındaki yetenek ve tecrübelerimizle eylemlere biraz fark ve renk getirdiğimiz olmuştur. Fakat bütüncül anlamda kimsenin bunu sahiplenmeye bir hakkı yok… Allah takdir etti, oldu… Ortaklaşa bazı söylemler geliştirdik. Tabii kolay bir iş değil: Kendi dünyevî işiniz gibi gayret edeceksiniz. Şu an çok zor şartlarda gittiğini söyleyebilirim. Fakat artık kapalı kapılar arkasında çalışma dönemi bitmiş bulunuyor. İşin bir ilmî çalışma tarafı vardır, bir de tebliğ aşaması… İkisini birbirine karıştırmamak gerekiyor.

Peygamberler insanların karşısına geçip; “işte ey kavmim ……….” diye başlayarak, on binlere mesajlarını duyurmuşlardır. Peygamberi taklit ederek tek tek insanlara, kahvehanelerde, meydanlarda tebliğ ulaştırılmalıdır. Asıl bunu yapmak gerekir. Ama buna az bir insanın ne kendileri ne de enerjileri yeter. Ne de günümüz uğraşısı içinde buna zaman vardır. 2 milyonluk bir şehirde basın açıklamaları, yürüyüş, miting vs. olabilir. Nedir bunların amacı: Bilinen hakikatleri hatırlamak, bunlara dikkat çekmektir. İnsanlar duyunca daha da duyarlı oluyorlar ve böylece araştırıyorlar, dikkatler bu yöne çekiliyor. Her gün ezanı minarelerden duyuyorlar ama bunu kanıksamışlar. Biraz da farklı açılardan hakikatleri dile getirmek gerekir. Bunun, bir Peygamberin insanları La ilahe illallâh’a çağırmasından çok fazla farkı yoktur diye düşünüyoruz.

Size göre İslam davası ile İslamcılık arasında bir fark var mı? Bazıları, bunları birbirinden ayırıyor!

Tabi İslam kelimesinin sonuna “–cılık” ekini koyarsanız, onu bir tür diğer beşerî ideolojiler gibi sunmuş olursunuz. Bu açıdan doğru bir tanımlama değil... İslam davası biraz daha doğru gibi… Bizim için İslam davasından kastedilen Kur’an ve Sünnet’te bize gösterilen İslam’ı tebliğ/anlatma mücadelesidir. Kur’an’ın gösterdiği kıstaslar içinde İslamı savunmaktır. “İslam’ın da bir ideolojisi vardır.” denir ama ideoloji; düşüncenin çizdiği yol demektir. Evet Müslüman âlimlerin fikir adamlarının düşünce ve yorumları vardır. Bu bağlamda belki Müslümanların ideolojisinden bahsedilebilir. Ama bunlardan da sistematik anlamda tek bir ideoloji çıkarmak herhalde mümkün değildir. Şayet böyle bir şey olursa o da zaten beşerî bir şey oluyor. Kur’an’da Rasüllerin mücadelesi anlatılıyor. Ayrıca bir şey aramaya gerek yok bence… Her peygamberin mücadelesi bizim için bir örnektir ve bu bir tür zenginliktir. İslamî mücadele, sadece peygamberimizin mücadelesi değildir. Diğer resüller de bizim için örnektir. Yöntemler, zaman ve zemine göre farklılaşabilir, o zaman bir başka peygamberin mücadele yöntemi kullanılır. Gerçi hepsini kapsayacak şekilde Peygamberimizde de o örnekler vardır. Ama bazı peygamberlerde bir örnek daha fazla öne çıkmış olabilir. Bunu kastediyorum.

Sizce Müslümanları bekleyen en büyük tehlike nedir?

Kur’an’da “insan zayıf yaratılmıştır” (Nisa, 28) buyuruluyor. Bu, sadece bu çağda değil, çağlar boyu böyle… Ki bu anlamdan kastedilenlerden birisi de insanın dünyevîleşerek İslamî mücadeleyi unutmasıdır. Kur’an’da Tevbe 24’de; “De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler sizce Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan daha sevgili ise Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fâsık kimseleri doğru yola eriştirmez."  şeklinde bahsedilen unsurlar, dünyevîleşmenin ve İslami mücadelenin önündeki en büyük engellerdir. Bugün ‘70-‘80’li yıllardaki mücadeleyi göremiyoruz. Halihazırda, sanki Uhud savaşındaki okçular gibi tepesini terk edip ganimet sevdasına düşenler gibiyiz. Orada onlara “şu noktada durunuz!” denildiği halde, geçici de olsa ganimet sevdasına düşmeleri feci oldu. Bu bize yıllar öncesinden kıyamete kadar bir örnektir. Allah isteseydi Resulünün ashabını bu duruma düşürmezdi. Verilmek istenen mesaj, “Allah’a daveti unutup da küpü doldurmaya kalkarsanız, başınıza gelecek olan budur” şeklindedir.Behlül Metin, Kocaeli Kartepe İnsan Hakları Derneği

10-15 yıl öncesinde mücahit olanlar bugün müteahhit olmuştur. Bugün onların çoğunun hedefi, tek mücadelesi araba, kat, yat olmuştur. Bu tür kimseleri ciddi olarak mücadele içinde göremezsiniz. Allah bunları biliyor ve bizi Kur’an’da uyarıyor ama Kur’an’ı gerçekten okumuş, anlamış olsak böyle olmazdı. Hâlbuki nimetlerin en güzelini ve sonsuz olanını Allah cennette verecek. Bu emelleri geriye, cennete bırakmak gerek… Dünya yaşama değil, imtihan yeri… Dünyaya meyletmeyi de bir imtihan unsuru olarak Allah insanın içine koymuş.

Bugün insanlar farklı yönde İslam’a hizmet için uğraşıyorlar. Değişik yolları takip edeler var. Biz de bu yolu seçtik. Bir kısmı hiçbir şey yapmıyor. Sadece mal-mülk edinmek ile uğraşıyorlar. Bunları bir şekilde, böyle bir mücadelenin içine sokmak gerekir.  Fakat onları burada göremiyoruz. Tabi şu var, ancak nasibi olan buradan nasiplenir. Herkesin bir kenara çekildiği dönemde, Allah bazı kullarını seçmiş ve mücadele içinde aktif olmasını sağlamışsa, bu o kullar için Allah’ın büyük bir lütuf ve ihsanıdır. Ayet-i kerimede “insanda biz bir karalılık bulamadık” deniyor. Mücadelede kararlılık kullara kalsaydı, bugünkü az olan kişiler dahi, mücadele içinde muhtemelen olmayacaktı.

Sivil toplum faaliyetlerinin zorlukları nelerdir? Yani kolay değil, 400 küsur haftadır, her hafta afiş, pankart, konuşma metni, gazetecileri arama, okuma, medyaya servis etme… Bunlar kolay olmasa gerek… Adeta bir hayat tarzı gibi… Sanki bir işiniz var, her gün onun için bir şeyler yapıyor, hazırlanıyorsunuz!

Bu bizim için adeta bir hayat tarzı oldu. Evet, biraz öyle gözüküyor ama insan bir kere alışınca artık çok fazla zorluk çekmiyor. Az da olsa semeresini görünce zorluklar hafifliyor, toplum içine tebliğin ulaştığını görmek, medya ve sosyal ağlar vasıtasıyla tebliğin yüz binlerce, milyonlarca insana ulaştığını görmek bu yolda en büyük teşvik oluyor bizlere… Evet, Türkiye’de sivil toplumculuk biraz zor… Batıda görüyorsunuz, derisi için öldürülen çinçilla hayvanını korumak için, uzak doğudaki çocuk işçiliğine tepki vermek için veya çok daha değişik, ilginç konularda, insanlar bir araya geliyor, mücadele ediyor. Bu tür amaçlar için mücadele bizde zor… Biz de ancak “Allah rızası için, dinî özgürlükleri daha fazla yaşamak için…” deyince insanları bir araya getirebiliyoruz. Hılfu’l-Fudul örneğinde olduğu gibi, haksızlıklara engel olmak, karşı koymak için olunca biraz daha fazla insan toplayabiliyorsunuz. Ancak İslami amaçlar için bir şeyler yapılıyorsa dindar camiada bir hareket oluşabiliyor. Bunun dışında bir sivil toplum hareketinin şu anlık İslami camiadan çıkacağını pek zannetmiyorum.

Bunun sebebi sizce nedir: Birçok sivil toplum kesimi var. İlla ki biri yukarıdan “şunu şunu yapın!” mı diyecek! Türkiye’de sivil toplum ve özellikle basın açıklamaları konusunda sıkıntılar, zorluklar nelerdir?

Evet, Müslümanlar medyayı kullanmayı bilmeli… Evet, bazen 5-10 kişiyle bir basın açıklaması yapıyorsunuz ama sonuçta yüz binlere ulaşıyor. Müslümanlar, artık hak talebi konusunda salon konuşmalarıyla sadece kendileri konuşup, kendileri dinlemeyi, 300-500 kişiyle yetinmeyi bırakmalıdırlar. Salon konuşmaları bağlamında konuşulacaksa, artık, “Müslümanlar medyayı daha etkin nasıl kullanmalıdır?”, salonlarda bunun konuşulması lazımdır. Salonlarda, “medyayı, interneti kullanarak nasıl çok daha fazla sayıda insana ulaşabiliriz”, bu konuşulmalıdır.

Asr-ı Saadet’ten beri, sivil toplum örgütlerinden kastedilen gönüllü faaliyetler daima var olageldi. Örneğin bir ahilik kültürü özel anlamda bir amaca yoğunlaşmayı ifade eden bir yapıydı. Bu açıdan Müslümanların da belli alana yoğunlaşan faaliyetlerinin olması lazım… Ayrıca bunun türlerini arttırmak lazım. 20. yüzyılda bu açıdan medya, çok önemli hale geldi. Bizde, batılı anlamda; medya-miting aktivistleri olmasa da, son zamanlarda bu hususta güzel örnekler oluşmaya başladı. Batıda 10 yılı aşan uzun soluklu eylemler oldu ve başarı da elde edildi. Bizde 8 senelik mücadele sonunda üniversitelerde başörtünün serbest olduğunu gördük, Kur’an kurslarında yaş sınırının kalktığını gördük, 8 senelik eğitime son verildiğini ve imam hatip ortaokullarının açıldığını gördük. Bunlar bir kazanımdır ve bu konuları sürekli gündemde tuttuk. Tabi mücadele devam ediyor, kız erkek ayrı eğitim, askeri okullara ve polis okullarına meslek lisesi mezunlarının alınması, ortaokul ve liselerde başörtüsüne özgürlük, devlet dairelerinde, hukuk camiasında, mecliste başörtüsüne özgürlük bundan sonraki hedefler arasında. Bu konuları sürekli gündemde tutarak, bir insan hakkı olarak, ayrımcılığın ortadan kalkması taleplerimizi gündemde tutacağız. Ayrıca yeni anayasa ile ilgili çalışmalarımız var. Yeni anayasada laikliğin olmaması, Atatürk ilke ve inkılaplarının olmaması, herkesin ortaklaşa kabul edeceği bir metin olması taleplerimizi gündemde tutmaya devam edeceğiz.

Müslümanlar arasında özellikle basına beyanat verme, uzun soluklu mitingler yapma gibi bir bilinç fazla yok… Bu tür toplantılara halkımız bin bir rica minnetle katılıyor. Çok şuurlu insanları bile buralara telefonlarla, maillerle toplamak zor oluyor. Sıradan vatandaş zaten korkuyor. Tarihimizde sivil direniş geleneği pek yok gibi gözüküyor. Sizce bunun sebebi nedir? Yoksa sivil toplum önderleri,  kanaat önderleri, tarikatların başındaki şeyh efendiler bu gibi işlere doğrudan destek vermiyorlar, ondan mı?

Her topluluğun değişik faaliyet alanı vardır, hepsinin faaliyetleri cephenin ayrı bir bölümüdür. Hiçbirisinin birbirinden daha önemli veya daha önemsiz olduğu söylenemez. Hepsi bulunduğu noktada, değişik tarz ve yöntemlerle bir mücadele sergiliyor. Kur’an’da Rabbimiz buyuruyor ki, “dileseydik sizi tek bir ümmet yaratırdık, o zaman hayırlarda yarışın”. Hepiniz değişik alanlarda fakat hayır çizgisinde mücadele verin. Ama onların çalışma sahaları, görevleri farklı… Biz yapabiliriz. Bizim yaptığımız tarzda mücadelenin tarihimizde çok fazla örneği yok… Gerçi Hz. Hüseyin’in Yezid’e karşı gelişi, bunun bir örneğidir. Ama onun acı sonu, uzun yıllar ümmette sabır ekolünün ve pasif direnişin gelişmesine sebep oldu. Yakın zamanlarda basın açıklaması, imza kampanyası, miting vs. eylemler, tabii ki batıdan alınma gibi duruyor. Ama kullanıldığında İslam için faydası da olan etkinliklerdir. Özellikle 70’li yıllarda bunların bazıları çok kullanıldı. Ondan önce zaten bu hususta fazla da bir özgürlük yoktu. Pek çetin hapisler sizi bekliyordu. Ama buna rağmen bunu yapanlar oldu.

Behlül Metin, Kocaeli Kartepe İnsan Hakları DerneğiEvet, yakından-yukarıdan birileri “şöyle yapın!” demeyince insanlar belki pek toplanmıyor. Fakat bazı durumlar vardır, anlık karar vermek gerekir. Yasin’deki Habibül Neccar örneği bizler için çok güzel bir örnektir. Yasin’i ölülerin arkasından okuyan ümmet, Habibül Neccar’ın, hak sözü duyunca anında destek vermesini hiçbir zaman için görmemiştir. Hak olan bir etkinliğe destek vermesi için kendi özgür iradesi ile karar vermesi değil de, illa yukarısındaki birilerinin komut vermesi gerekmektedir. Bu da Habibül Neccar’ın Kur’an’da örnek gösterilen tarzına uygun bir davranış değildir. Müslüman, hak adına bir etkinlik gördüğünde, her ne sebepten olursa olsun, Habibül Neccar gibi koşarak destek vermiyorsa, kendini sorgulamalıdır.

Allah’ın dini kimseye muhtaç değildir, muhtaç olansa kullardır. Biz başörtüsüne özgürlük için eylem yapıyoruz, önümüzdeki yürüyüş yolundan başörtülü bayanlar, sakallı insanlar bizleri çok iyi gördükleri halde bakıp geçiyor. Görüyorsun işte, burada başörtüsü için, sizlerin çocuklarının başörtüyle okuyabilmesi için mücadele veriliyor; Habibül Neccar gibi koşup sen de destek versen, bir pankart tutup orada kalabalık yapsana! Ama yok!. Bizim her cumartesi 12.30’da düzenli açıklamamız vardır. Bir hafta bizden önce solcu gençler geldiler, rica ettiler, önceliği onlara verdik. Onlar eylemlerini bitirdiler, biz başlayacağız, sordular “ne eylemi bu?”; söyledik, “okullarda başörtü serbest olsun diye eylem”. Sanırım bu solcuların şerli olanlarından değil,  yelpazenin iyi niyetli, hümanist olan kesiminden bir grup kızlı erkeli gençti. “Bu bir insan hakları mücadelesi, verin pankartları, biz de tutalım, destek olalım” dediler ve eylem boyunca, “başörtüsüne özgürlük” pankartlarını tuttular. Yoldan geçen başörtülüler bön bön bakarken, sakallılar görmezden gelip, başını çevirip giderken, bir grup solcu genç “başörtüsüne özgürlük” pankartlarını tutuyordu. O zaman dedim ki, işte Allah’a hiçbir şey zor değil, istedikten sonra solcuya da tutturur, İslamcıya da. İsterse Ebrehe’nin ordusuna, kuşlarla pişmiş toprak attırarak engel olur. Allah isterse bunları yapar, fakat yapmıyorsa bunun tek sebebi bizleri amellerimizle imtihan etmek içindir.

Türkiye’deki İslamcı profili genelde bu tür işlere bulaşmak istemeyen bir görüntü çiziyor. Fakat şunu da unutmamak gerekir; uzun zamandan beri insanımız bu tür işler için korkutulmuş, bunun etkisinden çıkmak da uzun yıllar alıyor. Katılımın olmamasının temel sebeplerinden birisi bu… Ayrıca insanımız, yeni kanunlarla gelen özgürlüklerin ve imkânların da farkında değil… Eskiden gelen korku etkisini devam ettiriyor.

Bu iş için özel vasıflar ve liyakat ölçüleri var mı?

Bana göre bunun en güzel örneği, Kur’an’da anlatılan Ashab-ı Kehf’in köpeği Kıtmirdir. Kur’an’da binlerce peygambere işaret eder ama sadece 25’inin adı geçer. Kur’an’da ismi geçmeksizin birçok sahabeye işaret edilir ama sadece Zeyd b. Harise’nin ismi geçer. Birçok hayvan türünün ismi geçer ama sadece özel ismi geçen Kıtmir’dir. Önemli olan “Rabbim Allah’dır.” diyenlerin yanında olmaktır. Kıtmir de bunu yaptı ve Allah onu bir köpek olmasına rağmen yüceltti, kitabına aldı ve zikretti. Önemli olan bu yolda bulunmaktır. Kiminin meydanda gelip durması, pankart taşıması, kiminin konuşması olacaktır. Belki de orada gelip duran, amiyane tabirle figüranlık yapan, dolgu malzemesi görevi yapan; bu hususta önde olan, konuşma yapandan daha ecirli olabilecektir. Ötekinin ameline riya karışabilir. Bundan dolayı kendini bilmezse kaybedebilir ama diğeri orada sadece Allah rızası için bulunacaktır. “Rabbim Allah’tır” diyen insanların peşinde olmak, mücadelesinin arkasına takılmak, Allah katında çok önemli bir ameldir, bunu Kur’an’dan anlıyoruz, Habibül Neccar’ın ve Kıtmir’in Kur’an’da zikredilmesinden anlıyoruz.

İslami mücadelede iç derinliğin de bir önemi yok mu? Bir iç derinlik ve ihlas yoksa, bu tür eylemlerde de dünyevîlik, onun içini, dışını kaplamaz mı?

İç derinliğin tabi ki bir önemi var ama iç derinlik, faaliyet içinde kazanılır. Ben işte önce nefsimi eğiteyim, sonra mücadeleye başlayayım tarzında söylem yanlıştır. Bunu söyleyenler ömür boyu nefis mücadelesi veriyorum iddiasıyla, cihad alanlarında hiçbir şey yapmadan, cihaddan geri kalmanın, veremeyecekleri hesabıyla Allah’ın huzuruna gidenlerdir. Tabii ki bir yere kadar dolacaksın. Tamam, ama belli bir noktadan itibaren de dolan bardağın boşalması gibi topluma bilgi vermeye, tebliğ, basın açıklaması yapmaya vs. ihtiyaç var. Yoksa yaş 40, 50, 60 hatta yaş yetmiş iş bitmiş oluyor; doğru dürüst bir mücadele etmeden hâlâ insanımız nefis terbiyesi ile uğraşıyor. Sadece kendi inanç ve amel grubuna anlatıyor, dışa açılmıyor, dar çevrede kalıyorsa, bir problem var demektir. Oysa bu tür faaliyetler de bir tür nefis terbiyesidir. Hâlbuki kolay değil! Her hafta işini gücünü bırakıp, karşılığını hemen ve doğrudan alamayacağın bir iş peşinde koşuşturmak. Bunlar nefse zor gelir, nefsin hoşuna giden ticareti bırakacaksın, “durduk yerde bu adamlar ne yapıyor, deli mi” bakışlarına muhatap olup aldırmayacaksın, bunlar nefse zor gelen işlerdir.Behlül Metin, Kocaeli Kartepe İnsan Hakları Derneği

İnsan bu tip doğrudan “anlat-geç!” mücadelelerden sonuç alamayacağını düşünüyor. Böyle durumlarda ne düşünmek lazım?

Bunun örneği Kur’an’da Resüllerin mücadelesinde ve ashab-ı kehf örneğinde var. M.S 70’li yıllarda Roma Kralı Dioclatianus döneminde verilen Tek Allah (Tevhid)  mücadelesi, her ne kadar süreç içinde bozulsa da, 313 yılında yani yaklaşık 300 yıl sonra Hıristiyanlığın putperest Roma yönetimince resmî din olarak kabul edilmesiyle sonuçlandı. Bugün insanlık, bilgi vasıtalarının ve son din İslâm’ın ve öncesinde Hıristiyanlığın yayılması ile tevhide daha çok yaklaştı. Bugün mücadele edilirse bu süreç daha kısa sürebilir ve tüm dünya tevhid sancağının altına gerebilir. Yine Kur’an’da Allah bize Nuh a.s. örneğini veriyor: 950 yıl tevhid mücadelesinde bulunmuş. Bize örnek olması gerekenler bunlar... Ashab-ı Kehf, diktatör, putperest, kendini kanun koymaya yetkili, ilah kabul eden bir hükümdara karşı “acaba başarabilecek miyiz?” demeden tepkilerini koydular ve sonuçlarına katlandılar. Sonra Allah,  onları kurtardı ve kitabında yer verdi. Belki son anda uyumadan önce içlerinde, “sonuç ne olacak?” diye bir soru vardı. Bunu da Allah onları mucizevî şekilde 300 yıl uyutarak, daha sonra uyandırarak gösterdi. Gördüler ki bir toplum hak dine neredeyse tamamen girmiş.

Biz de bugün bunu yapıyoruz. Belki biz göremeyeceğiz ama çocuklarımız görebilecek. Zaten sorun, uzak hedefler için yakından çalışmak meselesi değil mi? Ama insanların çoğu uzak hedefler yerine, yakın, o andaki dünyevî hedefler ve zevklere takılıyor. Hâlbuki müminin birinci vazifesi gayba imandır. Ashab-ı Kehf’in 300 sene uyuyup, uyanınca yaptıkları işlerin sonucunu görmesi, daha doğrusu Allah’ın onlara göstermesi Kur’an’da geçen çok önemli bir örnektir. Ya da umutsuzluğa kapılıp toplumunu terk eden, fakat döndüğünde yüz bin kişiden fazlasının iman ettiği toplumuyla karşılaşan Yunus a.s. örneği güzel bir örnektir. Biz, bize düşeni yapalım, gerisini gaybı bilen Allah’a bırakalım. Fakat 950 sene sürmesine rağmen netice vermeyen Nuh as. mücadelesi de vardır. Biz zaferle değil seferle sorumluyuz, bize düşen işimizi yapmaktır, gerisi Allaha kalmıştır.

İnsanlar, kısa zamanda millet benim dediklerimi anlayacak ve hemen yapacak zannetmesinler. Bu, uzun mesafeli bir koşudur. Bu açıdan yaptıklarımızın boşa gittiğini zannetmeyelim. Mutlaka insanların akıllarında bir şey bırakıyor. Bu tür basın açıklamalarıyla 20–30 bin insana, gerektiğinde yerel ve ulusal basınla, internet aracılığıyla yüz binlerce insana ulaşılabiliyor. Ama Türkiye’de İslamî camiada böyle uzun soluklu bir eylem yoktur.

Bu tür eylemler uzun soluklu olunca, insanlar biraz bıkıyor gibi oluyor. Buna ne dersiniz?

Eğer insanımız Kur’an’ı biraz daha fazla anlasaydı, kültürlü insanlarımızın birçoğunun meşrebinin bu olması gerekirdi. Mesela tebliğ cemaati buna benzer bir iş yapıyor ama sayıları az ve ağırlıklı olarak onların yaptığı ibadetle ilgili konularda tebliğ. İslamsa sadece ibadetten ibaret değildir. Kaldı ki onlar da eleştiriliyorlar. Tabii ki başka bahaneler de var…

Kocaeli’de 2 milyonluk bir insan kitlesi var. 2 milyon kişiye az bir tebliğci toplulukla nasıl ulaşacaksın? Bunu ancak büyük bir kadro hareketi yapabilir. Ama Kur’an’a baktığımızda bir Peygamber şehrin meydanına çıkıyor, “Ey insanlar!..” diyerek, insanları Allah’ın hükmüne davet ediyor. Buna benzer olarak, biz de hak ve hakikatlerimize insanları davet edeceğiz. Medya ve gazeteler yazacak, insanlar okuyacak. Evet, insanlar biraz sayılara bakıyorlar. Belki bazen 5-10 kişi olacak, belki az gözükeceğiz. Fakat Kocaeli’nde 6 tane yerel medya gazetesi var, bunların ikisinde, üçünde çıkmanız 10 binlere ulaşmanız demektir. Hepsinde çıksa 30-40 bin insana ulaşma imkânınız var. İnsanlar gerçekleri okuyunca sayılara bakmaz, mesaja bakar. Kendi aramızda salon toplantıları yapsak, sadece kendimize konuşmuş oluruz, çok az kişi bizi dinlemeye gelir. Medya yolu ile ise sizin dışınızda olan kesime ulaşmış olursunuz. Salon toplantılarıyla halkı etkileme, ulaşma imkânı azdır. Bu şekilde bir uğraşı ile çok zaman kendimizi kandırıyor olabiliriz. Evet, bunun da faydaları inkâr edilemez ama işin bu yanı da vardır, salon toplantıları ne kadar fayda sağlıyor ve hangi kesime hitab ediyor.

İmam Hasan el-Benna’nın bir sözü var; “imamun fağğâlun hayrün min imamin kavvâl; faaliyeti bol imam, sözü bol imamdan daha hayırlıdır” anlamında… Yani buna göre ölçü nedir?

Evet, en az enerji ile en çok netice elde eden işler yapmak önemlidir. En az enerji ile en çok ecir getiren işler yapacaksın. Ecirin çokluğu ulaştığı insan sayısı ile orantılıdır. İnsanlar, İslam için, karşılığı hemen verilmeyen işler için pek çalışmak istemiyorlar. Ya da az çalışmayla çok ecir alınan işleri göremiyorlar. Çünkü böyle bir gelenek oluşmamış. Halbuki Kur’an peygamberlerin mücadeleleri ile böyle bir gelenek ortaya koyuyor, bunu gören yok.

Peki sizi dinleyen insanlar, “bir tek sen mi biliyorsun? Bizim de aklımız var, bizim de evimizde kitaplar var, açar okuruz” diyorlar. Ya da bir başka kesim de “ülkeyi siz mi kurtaracaksınız?” diyorlar. Ya da “şimdi bunları söylemenin yeri zamanı mı?” diyorlar.

İnsanlar çeşitli düşüncelere karşı çeşitli tezler geliştirebilirler. Bu olağan bir tarzdır.  Ama bizimkisi de bir farzdır. Daha da kötüsü “gericiler azıttı.” da diyebilirler veya “Bir grup azınlık” da diyebilirler, “az sayıda meczup” da diyebilirler. Nitekim diyorlar da… Ama bizim meselemiz; az da olsa bir grupla, mesela başörtüsüyle ilgili veya bir başka konuyla ilgili meseleyi gündeme getirdiniz. Basın bunu haber yaptı ve böylece yüz binlere ulaştı. Böylece bunu okuyan hakperest insanlar, “başörtüsüne özgürlük gelmesi gerekir” noktasında bilinçleniyorlar. Ya da bir başka konu…

Behlül Metin, Kocaeli Kartepe İnsan Hakları DerneğiAma bu ne zamana kadar devam edecek: 1200-1300 hafta mı, sene mi, fark etmez. Bu devam edecek. Sen bu arada bilinçleneceksin; aldığın bilgiyi başkalarına aktaracaksın. Böylece beş on gazeteci de karşında olsa onlar vasıtasıyla çok kişiye ulaşma söz konusu… Kur’an’da çok yerde “akl etmez misiniz”, “düşünmez misiniz” (yaklaşık olarak 900 kez) geçiyor. Mesele direnmeyi öğrenerek, zulme rıza göstermemeyi öğrenmek. Bizim görevimiz, karıncanın İbrahim a.s.’ın ateşine su taşıması gibi…

Bir de deniyor ki “başörtüsünden başka bir şey bilmez misiniz?” Bu konuda ne dersiniz?

Bir konuda geçen internet üzerinden birisi ile sohbet ediyorduk, o da aynı şeyi söyledi. Ben de kendisine “mesela hangi konuda açıklama yapmadık.” dedim. “Hocalı katliamı” dedi.  Onunla ilgili yaptığımız açıklamayı ve gazete kupürlerini gönderdim. Yine bu kez “çevre” dedi. Onunla ilgili de bir açıklama yapmıştık, onu gönderdim. Bunun üzerine adam “tamam” dedi. Yani insanla ilgili her şey, İslam’la da ilgilidir. Geçen mesela biz Menemen Vakası’nı dile getirdik. Dolayısıyla haksız yere idam edilenleri kınadık. “Muhammed Esad Erbilî’nin mezarı bulunsun, itibarı iade edilsin” dedik. Bunu dile getiren pek olmadı.  Burada 20 kişi idam edilmiş, hatta bunlardan biri Yahudi… “Bu kimsenin de itibarı iade edilsin” dedik. Belki hemen arkasından laikçiler tarafından topa tutulduk ama mesajımızı da birçok kimseye ulaştırmış olduk. Yani kısaca ilkemiz Peygamberimizin dediği gibi, “ne zulmetmek ne de zulme uğramak”…

Bir de sivil toplum örgütlerinde, üst göreve talip olmamak anlamında “görev istenmez, verilir” anlamında bir söylem var. Bir hadisten mülhem olduğu söyleniyor. Bu konuda ne diyorsunuz?

Evet güzel… “Öyle aşırı talip olmayınız ama verilince de yapınız.” anlamındadır diye düşünüyorum. Gerçi Yusuf 55’de; Yusuf a.s.’ın yöneticilik/devlet başkanlığı istemesi de var. O hadiste kastedilen; “fıtratça, bilgice ve toplumsal destekçe layık olmadığın halde aşırı istemeyiniz” anlamında olsa gerek… Ama bunun ötesinde STK’larda belli başkanlıkların birileri tarafından tapulandığı kanaatindeyim. Sırf prestij sahibi olmak için birileri buraya geliyor. Ama fazla bir iş yapmıyorlar. STK başkanı olmak, prestijli bir iştir ama angaryası çoktur. Adam prestije talip oluyor ama angaryaya talip olmuyor. 3-5 inançlı insanla çok iş yapabilirsiniz. Gerektiğinde dünyayı oynatırsınız yerinden… Hani Arşimet demiş ya: “bana bir dayanak noktası verin! Dünyayı kaldırayım!”

Dünya kadar STK var ama ortada pek bir şey yok, hâlbuki Müslümanların çözmesi gereken dünya kadar zülüm ve problem var. Çok çeşitli konular bulunabilir ama STK’lar özelliklerine göre üzerlerine düşen mücadeleyi pek yapmıyorlar. Konumlarını istismar ediyorlar. Yarın vebal altında kalacaklar. Rabbimin hepimizden hesap soracağına inanıyorum. Yani “her şeyin prestijinden yararlanıyordun da iş yapmaya gelince niçin geri duruyordun” gibi…

Hani Yasin suresinde Antakya şehrine tebliğ için gelen Hz. İsa’nın iki havarisine Habib-i Neccar, şehrin uzağından gelip “Bu iki elçiye uyun! Bunlar sizden bir ücret istemiyor!” demişti ya. Maalesef Müslümanlar, bu ayeti yanlış anlıyorlar. Buradaki ücreti, sadece maddi ücret zannediyorlar. Hâlbuki ücret karşılık demektir. Bu bağlamda makam-mevki, prestij vb. de bir ücrettir. Şayet STK’larda bulunan kardeşler iş yapmıyor, sadece prestije talip oluyor da buna rağmen görevlerini sürdürüyorsalar bu âyete, ücret alma suçlamasıyla muhataptırlar. Allah korusun, birinci derecede ücret/karşılık peşindedirler demektir. Eğer görevlerinde duruyorsalar, bir saygınlık elde edeyim niyetiyle duruyorlardır ki, burada ciddi bir problem vardır. Neticede başkanlığın çoğunluğu ücrettir. Evet, belki az da olsa bu hisler olabilir: İnsanlar seni sevsin, itibar göstersin isteyebilirsin ama iş de yapmalısın.

Peki, bu işi istismar etmeyecek olanlar, çok samimi olanlar niçin göreve gelmezler. “Bize de görev verin!” diye niçin diyemiyorlar?

Buralar; bir tür bir üst göreve gelmek için basamak yerleri gibidir. Buralar sayesinde prestij elde ederler. Mesela bu başkan, bir müteahhit ya da bir iş adamıdır. Bu derneği kullanarak reklamını yapmak, amacına hizmet ettirmek, daha fazla ev satmak için kullanmak isteyebilir. Bunlar az çok olur, bunun önünü kesemezsiniz, insanın fıtratında var böyle şeyler… Benim açımdan çok da önemli değil… Evet, birinci derecede amaç, Allah rızası olacak ama bir de iş yapsınlar… Tabela derneği halinde veya göstermelik bir iki faaliyetle iş savsaklanmasın. Maalesef Müslüman camianın çoğu yatıyor; aydan aya, yıldan yıla bazı şeyler yapılıyor. İnanın bazı derneklerde, bazı kadınlar erkeklerden çok çalışıyor. Bir iki konferans, seminer vermekle bu iş olmaz…

Sivil toplum harekete geçirilmeli, mitingler, yazılı-sözlü hak talepleri, dilekçeler, vali/milletvekili/bakan, vs’lere çıkmalar, telefon/faks/e-mail çekme, gayriahlaki bir dizide TV önü protestosu, basın açıklamaları, yeni çevreler edinme, ev ev dolaşıp broşür dağıtma, bakir gidilmedik kapı bulma bağlamında ses getirici faaliyetler yapılmalıdır. Bunlar sadece siyasi partilerin görevi değildir. Onlar zaten öyle bir bürokratik yapıya talip olmakla bazı önemli konulara girmeyi baştan terk ediyorlar. Tabii ki burada daha çok farklı çevrelerin katılımını sağlamayan, kendi arasında yapılan bir takım sohbet ve konferans gibi faaliyetlere bireysel bir takım çabaları yadsımıyor, onlara bir şey demiyoruz. Ama birçoğu yine böyle faaliyet yapıyor görünmekle beraber yine fazlaca bir şey yapmıyor. Birçok büyük görünen işin arkasında maalesef üç beş samimi gönüllü var; çoğu sadece muhip-sempatizan ve uzaktan destek veren…Behlül Metin, Kocaeli Kartepe İnsan Hakları Derneği

İlerde politikaya atılmak isteyenler varsa onlara ne tavsiye edersiniz?

Onlara kesinlikle “gidin partiden başlayın” derim. STK’larda takılıp hem zaman kaybetmesinler, hem de buraların havasını bozmasınlar, ihlâsını kaybettirmesinler, istismar etmesinler. Daha samimi çalışanlara mani olmasınlar. Hani ille de buralardan başlayacaksalar;  birilerini kullanıp, bir şey yapmadan yükseleceklerine, bizzat ellerini taşın altına soksunlar, partiden yükselsinler. Buraları istismar edip, by-pas yapmasınlar, buradan başlamaya kalkmak ciddi bir hata, STK hareketleri yalnız olmaz, bu hareket içinde kullandıkları insanların emeklerine de saygısızlık diyorum.

Peki bir “sokağa dökme” tabiri var, buna ne diyorsunuz?

Bu sözden kasıt; her türlü şiddeti hoş görmek olmamalıdır Biz her türlü şiddete karşıyız. Nasıl ki Peygamberimiz Taif’e gidip anlattıysa, dönüşte şiddet gördüğü halde “Allah’ım onlar bilmiyorlar.” şeklinde serzenişte bulunduysa öyle anlatmak şiarımızdır. Yani temel söylemle: dövene elsiz sövene dilsiz gerekirse gönülsüz gibi… Bizim görevimiz: Allah’ı bilen, O’na ibadet eden kimselere; bilgisini artırmak, ilmî çalışma yapmak sadedinde evde sohbet yapılabilirdik ama bu birinci derecede dışa yapılan tebliğ değildir. Bu bir ilmî çalışmadır. Bu tür sohbetlere tamamen bilgisiz, amelsiz insanlar getirilebilse iyi ama çoğu gelmiyor. Bu tür sohbetler daha çok kendini koruma amacına hizmet ediyor. Biz; bize gelmeyenlere, bizden haberi olmayanlara bir şey ulaştırmak için uğraşıyoruz. Meydanlarda bir hareket yoksa bir şeyler noksan demektir. İlmî çalışmayla cihadı karıştırmamak lazım: ikisinin yeri ayrıdır ve ikisi de farzı ayındır, birinin yapılışı, diğerinin yapılmayışını mazur göstermez. Evde ilmî çalışma yapan, meydanlarda tebliğ yapmıyorsa, cihattan geri kalarak kendi eliyle kendini ateşe, tehlikeye atıyor demektir.

80’li yıllarla bugünü karşılaştırırsak ne diyebiliriz?

Seksen öncesinde; Müslümanlar zengin değildi, devlet dairelerinde, belediyelerde pek etkin değildi. Sonra bu makamlara gelindi, mücadele biraz zayıfladı. İnsanın kaybedeceği bir şey yoksa sokaklara rahatlıkla çıkabilir ama malı mülkü itibarı varsa “biri beni görürse…” diye biraz düşünür, nitekim öyle oluyor. Nefis terbiyesi diyoruz ama en büyük nefis terbiyesi meydanlara çıkabilmek, bunu nefsine yedirebilmektir bir yönüyle…

Yeni anayasadan sonra süreç nasıl olur?

Sivil anayasadan çok, yeni bir anayasaya vurgu yapılması lazım; insanların yeni bir anayasaya ihtiyacı var. Eskisinde başörtüsünü laikliğe engel gören bir anlayış var. Halbuki “laiklik, tüm inançların garantisidir” deniyor. Bu tür ikilemler giderilmeli… Laikliğin din düşmanı olmayan açık tarifi, ibadetlere, İslamî yaşama engel olmayan açık tarifi anayasaya konmalı; konamıyorsa, laiklik anayasaya konulmamalı, biz bunu istiyoruz. Bu ve benzeri konularla ilgili düzenleme yapılması iyi olur. Ama mücadele bitmez, hayat boyu devam eder. İnsanların yaptığı yasaların her zaman bir eksik yönü vardır. Biz devamlı tebliğimizi yapmak durumundayız. Bu Allah’ın bir emri, bir yere kadar değil... Diyelim ki tüm problemler halledildi, o zaman bir başka ülkeye gideceksiniz... Bu hususta en büyük örnek sahabedir. Mekke ve Medine’de namaz kılmak yüzlerce kat sevap olduğu halde sahabe buraları terk etmiş, dünyanın dört bir ucuna kadar gitmeye çalışmışlardır. Müslüman için dur durak yoktur.

Deniliyor ki, “dinde en önemli olan, iman-ibadet-ahlaktır. Hukuk-siyaset gibi muamelat emirleri en son gelir. Sizin bu şekilde sokağa çıkarak, daha çok dördüncü konu ile ilgili şeylerden bahsetmeniz diğer öncelikli gelişmelerin önünü kesmektedir. Ortamı provoke etmektir.” Bu tür söylemleri nasıl değerlendirebiliriz?

Allah’ın varlığına inanmayan neredeyse yok gibidir. Allah insanın içine/fıtratına kendini koymuştur. İnanmayan ateistler de O’nun varlığını bir tür kabul ederek inadî bir küfürle reddediyor. Peygamber zamanındaki müşrikler de öyleydi. Mesela Enam 12’de buyrulduğu gibi “Onlara yeri ve gökleri kim yarattı diye sorsan,”-Allah” derler.” Buyruluyor. Burada hitap, müşrikleredir. Müşriklik veya şirk, bir çeşidiyle, Allah’a inanmakla beraber günlük yaşayışını o Allah’ın emirlerine göre düzenlemek istememe durumudur. Yapay ilahlar oluşturulur,  günlük hayat ona göre düzenlenir. Böylece güya yanlış amelini meşrulaştırır. Peygamberimiz böyle bir müşrike sorar, “kaç tanrıya inanıyorsun”  diye; o da, “-gökte 1, yerde 7 tane…” der. Peygamberimiz, “peki çölde yalnız susuz kaldığın zaman kime yalvarırsın?” Müşrik “göktekine…” diye cevap verir. Böyle birkaç can alıcı soru sorar. Müşrik hep “gökteki…” der. “Peki” der Efendimiz, “o senin onca işini gördüğü halde yerdekileri ona niçin ortak koşuyorsun?”

Bugün, görüntüsü Müslüman ama yaşayışı bozuk birçok insan var: bunlar Allah’ın emirlerine aykırı davranışlarını bir tür meşrulaştırmıştır. Bu cümleden olarak, mesela parasını faize yatırıp kar payı alan hacı amca gibi… Peygamberimizin 23 yıllık mücadelesinde öne çıkan ilkelerden belki birincisi; La ilahe illellah’ın anlamlarından biri olan “Allah’tan başka hüküm/kanun koyucu yoktur” şeklindedir. Resullerin mücadelesi de öyledir. Eski toplumlarda “kesinlikle tek Allah inancı bilinmiyordu.” diye bir olgu yoktur. Mesele kendini ilahlaştıran yöneticiler; insanları kendi kanunlarından oluşan yaşam tarzıyla, Allah’ın emrettikleri arasında bir tercihe zorluyorlardı. Bugün de öyle değil mi? Bugün, insanlar Allah’ın varlığına inanmaktan çok,  günlük hayatta Allah’ın kurallarına uymak istemiyorlar. Aslında Allah’a inanmadığından değil… Sorsan inandığını söyler ama arzuları engel oluyor. Özellikle bu noktayı ispat etmek lazım. Yani dinin öylesine uygulanacak kurallar olmayıp, hayatın içine devletin yaptırıcı/caydırıcı kurallarının olduğuna inanılması gerektiği gerçeği…

400 küsur haftadır yaptığınız bu basın açıklamalarını, başka illerde de bir model ve örnek olması açısından bir kitap haline dönüştürmeyi düşünüyor musunuz?

Kitap değil de internet sitesi olabilir. Kitap, internet sitesi gibi herkesin ulaşabileceği bir araç değil... Örnek ve model olmaya gelince, biz dernek olarak bunu Kütahya’ya zamanında taşımak istedik. Fakat 38 hafta yaptılar ama sonunda bıraktılar. Ağabeyleri, büyükleri onlara destek olmadı. Sakarya’da, Akyazı’da, Konya’da devam ediyor. Tabi bu iş, Türkiye’nin sorunu… Her yere yayılması lazım… Birçok İslamî dernek var… Sol görüşten olanlar az olmasına rağmen, medyayı kullanarak gündemi işgal ediyorlar. Biz gündem olarak önde olmalıyız.  Bu tür uzun soluklu eylemlerin/hareketin burada başlaması, takdir-i İlahidir. Bunun sebebini bilemeyiz. Daha henüz haklarımızın neler olduğunu camiamıza anlatabilmiş değiliz. Ya korkuyor ya da İslam için bir şey yapmak gündeminde pek yok… Korkuyorsa da asıl korkulması gerekenin Allah olduğunu bilmesi gerekmez mi?  Allah Kur’an’da “benden korkun” diye buyurmuyor mu? Aslında burada bir husus var: Niçin o solcu başörtüsü pankartını tutuyor da başörtülü tutamıyor. Bu bir nasiptir, insanlara öteki dünyada bir hüccettir; yani Allah bir tür “ben istersem bir solcuya bile başörtüsü pankartı tuttururum, benim sana ihtiyacım yok, senin ihtiyacın var, sen istemelisin” demek istiyor olabilir.

Son olarak bir şey söylemek istiyor musunuz?

Müslümanlar bu işe daha fazla odaklanmalıdırlar. Şöyle düşünülebilir: Miting, yürüyüş, eylem vb. faaliyetler, bize batıdan gelen protesto tarzlarıdır fakat ben, Peygamberimiz (s.a.s) ve ilk Müslümanların sayasının kırka ulaşınca dışarı çıkıp yürümeleri ve Kabe’de namaz kılmalarını; bugünün yürüyüş, basın açıklamaları, vb.nin karşılığı olarak görüyorum. Tarihte Müslümanların yönetildiği ülkeler hep İslam devletleriydi ve temel haklar zaten veriliyordu. Başörtüsü vb. temel haklar konusunda bir problem yoktu. O yüzden böyle bir gelenek gelişmedi. Artık halkı Müslüman olan ülkelerde yönetim Müslümanların elinde değildir ve Müslümanlar yaşamlarını Allah rızasına uygun olarak düzenleyemiyorlar. Bu hakların geri alınabilmesi için STK hareketlerinin ve hak arama mücadelesinin devam etmesi şart. Rabbim daha aktif olarak bizi meydanlarda buluştursun.

Şu kavramları işitince hatırınıza neler geliyor?

Hayat? İnsan.

Hak? Tebliğ.

Meydanlar? Hakkı haykırmak.

Düzen? La.

Değişim/dönüşüm? Mücadele.

 

Abdülmecid Karaarslan konuştu