İnsan yapmakta olduğu bir davranışın bir başkasında farklı bir tezahürünü müşahede ettiğinde, “amanın bu da nesi” durumları zuhur edebiliyor. Zira herkesi kendisi gibi zannetme durumundan (daha açıkçası uykusundan) sarsılarak uyanma evresine geçmiş oluyor.

Kitabın hakkı nasıl verilir?

Bir kitap okumaya başladığımda sondan başlayanlar cemaatine mensup olduğumdan arka sayfasını okurum öncelikle. Kitabın arka kapağındaki yazıları okuduktan sonra başa döner ve kitabın kapağı, çizeri, çevirmeni, editörü kimmiş, hatta basıldığı, dağıtıldığı, yayına hazırlandığı yer neresiymiş, iyice bir okurum. Kitaba kimlerin emeği geçmiş, kimlerin elinden geçmiş de bizlere kadar gelmiş bilmek, öğrenmek, hiç değilse bu isimlere zihnim elverdiğince hafızamda bir yer vermek isterim. Artı, şayet tanıdığım, daha önce hakkında malumatım olan isimleri gördüysem bu bana kitaba dair bir güven de vermiş olur. Daha bir yakın hissederim kitaba karşı kendimi. Arkadaşım gibi bir his uyanır içimde. “Beni kandırmaz, ona güvenebilirim” hissi vardır ya hani…

Sonrasında kitabın önsözü, girişi ne kadar uzun olursa olsun asla okumadan kitaba başlayamam. Eğer bu aşamaları atlayarak direkt kitabı okumaya başlarsam mevzuyu tam kavrayamayacağıma dair bir inancım var. Kitabın hakkını vermediğime ve başta kitabın yazarı olmak üzere kitapta emeği geçen herkese karşı borçlu kalacağıma dair bir inanç bu aynı zamanda. Tıpkı yemeğe başlamadan evvel el yıkayıp besmele çekmeye benziyor.kitap kütüphane

Okumak sorumluluk ister

Çocuklarıma da bu bilinci verebilmek adına okudukları kitabın yazarını, çizerini soruyorum zaman zaman. Zihinlerinde bir merak uyansın, okumanın aynı zamanda bir mesuliyeti de içinde barındırdığını yavaş yavaş öğrensinler diye. Fark ettirmeden siz sordukça yerleşiyor da zaten. Küçük kızım, tanıdığı bir çizerin çizgilerinin olduğu kitabı okurken, “ben bunu çizeni tanıyorum, daha önce okuduğum kitabın da resimlerini o çizmiş” diyor mesela. Ve hafızasına usulca kazınıyor o isim. Çok sevdiği “Cingöz Recai” serisinin yazarını da merak ediyor ve soruyor: “Anne Peyami Safa yaşıyor mu?” Öldüğünü duyunca da üzülüyor. Belki de tanışmış olduğu bazı yazarları gibi onunla da tanışmayı düşünmüş olduğundan.

Bu nasıl okuma?

Kimisi de var ki tabiri caiz ise ayaküstü kitap okuyor. Sonundan biraz, başından biraz, azıcık da ortadan, hop kitap bitti. Geçmiş olsun. Galiba ayrı bir zeka seviyesine ulaşmış olmak gerek bu şekilde kitap okumak için. Ya da amaç okumaktan ziyade kitaba bakmak, geçiştirmek, neden bahsediyor diye genel geçer öğrenip kitabı kapatmak.

Gıpta ile baktıklarım ise masa başında büyük bir ciddiyetle okuyanlar. Dünya yıkılsa duymamacasına kendini vererek okuyanlar. Uzun süre aynı pozisyonda kitap okuyamayanlardanım, hele de masada hiç. Ara ara yerimden kalkmam icap ettiğinden herhalde, ya da ufak bir ses duyduğumda bile zihnimin dağılıp gitmesinden. Veya kitapta geçen bir konunun beni alıp uzun yolculuklara çıkarmasından da olabilir.

Kınadığını yapmadan olmazmış ya. Bir de aynı anda üç, dört kitap okuyanlara hayret ederdim. Kafaları karışmıyor mu diye. İnsan, yaşadıkça “olmaz” dediklerini kendi yapar hale gelince kendini suçüstü yakalamış hissine kapılıyor. “Ya, ne haber, hani olmaz diyordun, bak şu haline. Çantada ayrı, evde ayrı, uzun yolculukta ayrı, arkadaşlarla okuduğun başka, canın sıkkınken daha başka.” Zira okumakta olduğun kitap kalınca bir kitap ise eğer, çantana alıp götüremiyorsun; o vakit biraz yükte hafif kitapları her daim terkinde tutuyorsun. Kafan düzgün değilse bazen sadece canının çektiği, ruhuna iyi geleceğini düşündüğün bir kitaba başlayabilirsin aniden. Bütün bunlardan sonra da bir bakıyorsun ki farkında olmadan elinin altındaki kitaplarda bir artış söz konusu. Yani tamamen istem dışı, hani derler ya “şartlar öyle gerektirdiği için”, aynen öyle.

3Kitabı çizmek caiz mi?

Okurken bazısı kitabı defter gibi kullanır neredeyse, yazar, çizer, not alır. Bazısı da hiç kıyamaz, ilişmez kıymetten. Geçmişte ben de bu kıyamayanlardandım lakin artık beni sarsan cümlelerin altını çizmeden edemiyorum. Ya da çok uzunsa yanına işaret koyuyorum. Bir daha o kitabın sayfalarına döndüğümde evvelki okumalarla sonraki okumalarım arasında kendime yansıyan değişimlerin, geçirdiğim sürecin izini sürüyorum. Aslında bu şekilde insan bir nebze kitabî bir günlük tutmuş oluyor sanki. Tarihî bir belge gibi oluyor insanın okudukları. Hayatındaki sancılı, sızılı ya da gönle sürur veren anılara dair atılan bir çizik, bir işaret adeta. Kimi zaman doyamadığım ve beni halden hale sokan kitaplarla karşılaştığımdaysa hemen not alıyorum bir köşeye, “bu kitabı mutlaka bir daha okumalısın” diye.

Film olacak hikâye

Kitapların giriş bölümünden bahis olunca aklıma hemen en son Mehmed Akif’in mealinin giriş kısmındaki anlatılanları okuduğumda nasıl heyecanlandığım geliverdi. Anlatılanlar, mealin yazılma, yayınlanma aşamasına kadarki süreci ve ardından yaşanan olaylar film gibi zihnimde canlandı. Nasıl bir serüvendir, muhakkak birilerinin de aklından geçmiştir. Ne şahane bir hikâye, ne acayip film olur bu, hem de esaslı, hakiki bir film.

Biraz ürperiyor insan meal olması hasebiyle bu düşüncelere kapılmaktan lakin her şeyin bir evveli var ve de bir hikâyesi. Okudukça, öğrendikçe sorumluluğumuz daha da artıyor. Tıpkı izlediğimizde bir yaramıza denk gelen, aklımızın çengeline bir soru takan ve içerimizde kıpırdayan hislerin aynısını yansıtan filmleri gördüğümüzde aynı sahneyi bir daha izlemeyi isteyince görürüz ki aynı duygu bizi tekrar ve tekrar yakalar mutlaka.

Okumak şüphesiz bundan çok daha ötede ve ilerde hatta derinde.  Ama benzer hissiyatlar içerdiği söylenebilir bana kalırsa. Lisede bir hocamız “okuduğunuzu tasvir etmeye çalışın” derdi. Eğer okuduğunuz kitap size hitap ediyorsa tasvir etmenize gerek kalmıyor galiba. Okurken adeta sayfalar arasında kayboluyor ve anlatılanları siz yaşamış hissine kapılıyorsunuz. Hemen elinize kalemi alın ve not düşün: Seni bir daha okuyacağım, söz…

 

F.Kebire Gündüz Karaaslan notunu düştü