Halise Çiftçi ile Ankara’daki şık ofisinde Türkiye’de ve dünyada kadını, Tel Örgüye Düş Bağlamak kitabını, kadınlar arasına örülen duvarları ve daha birçok şeyi sizler için konuştuk. Halise Hanım bir hukukçu, bir yazar, bir yayın yönetmeni; dahası bir anne ve anneanne olarak anlattı bize kadına dair düşlerini, değişen kadın gündemini ve kendi "turuncu" günlerini.

Tel Örgüye Düş Bağlamak
(+)

Yeryüzünde pek çok savaşın, ağıtın, ayrılığın ve mücadelenin doğudan ve batıdan kadın hikâyelerini bir araya getirme fikri nasıl ortaya çıktı?

Başka, bambaşka bir ülkenin kadınının dilinde ağıt ne yana akar, akşam kocasını hangi şarkıyı mırıldanarak bekler kapı eşiğinde, en çok onu ne güldürür, dünyanın her yerinde de kadınlar giderken hep geriye mi bakarlar, dolapların kapaklarına tutacak asarlar mı onlar da, ya da onlar da orlondan karpuzlar örüp arabaların arka camlarına koymuşlar mıdır, eski hırkalarını onlar da söküp yuvarlak paspas örmüşler midir… Zeytinyağlıya şeker, hamur işlerine bir kaşık sirke, bulaşık suyuna çamaşır suyu koyarlar mı mesela… Merak işte…

Bildiğim kadarıyla bu kitap aynı zamanda sizin düşünüz. Kurduğu düşün peşinden giden bir gazeteci olarak dünya kadınlarının gönderdikleri hikâyelerde hayallerine, yaşadıklarına, kırgınlıklarına dokunurken neler hissettiniz?

Oldum olası duvarlardan korkarım. Görünür, görünmez duvarlardan, evin içinde eşleri ya da çocukları birbirinden ayıran duvarlardan… Aynı ülkenin insanlarını birbirini duyamaz hale getiren duvarlardan… Ülkelerin birbirine ördüğü duvarlardan… Hepsinden… Çatışmaların, ağıtların ve hüzünlerin yorgun dünyasında önce tanımalıyız birbirimizi, sonra konuşmalıyız. Sonra anlaşırız belki umudundan… Bak buradayım ve duvarların ötesinden sana bakıyorum. Bana kendini anlatmalısın. Ben de sana beni. Belki değişir bir şeyler. Tanırsak, konuşursak… Bir kez… Belki diye. “Sesime ses ver” gibi bir şey işte. Umut deyip geçelim.

Hangi ülkelerden hikâyeler geldi ve bu hikâyeler nasıl yayına hazırlandı?

Halise Çiftçi
(+)

Bu altı yıllık bir düş… Altı yıl bir düş beklenir mi. Gözler yumulur, açılır, yumulur açılır… Altı yıl beklenir mi. Bekleniyor işte. Dağların, duvarların, tel örgülerin çepeçevre kuşattığı âlemde ‘ne yandasın, o yana dönüp dönüp ağlayayım’ denir mi. Dedim işte. Dünyanın en çetin köşesinde bir uçurumun başında altı yıl boyunca bir ses yankısı beklenir mi. Bekledim işte. Ses geldiğindeyse müthiş bir ‘sahi mi’ duygusu… Vildan Özcan, Büşra Karaduman, Zeynep Zelan, Hatice Ergin’le başlayan ilk adımları müthiş bir fedakârlık ve gayretle Ümmügülsüm Tat ve Merve Çetinel sonlandırdı. Onlara duacıyım.

Türkiye için üç farklı hikâye ve birbirinden ayrı kadın porteleri var kitapta. Başörtülüler ve başı açıklar ayrımının kapıları zorladığı zamanda “ülkemizde her kadının yalnızca kendini anlattığı” vurgusunu oldukça güzel anlatmışsınız. Dünya için de aynı durum söz konusu mu sizce? Yani şık, bakımlı, alımlı, varlıklı kadınların yanında tarlalarda çalışan, evinde çocuk balkan, temizliğe giden, mecliste ülkesini savunan kadınların hâlâ söyleyecek sözü var mı?

“İmana gel, mükedder olma. Allah seni senden ziyade düşünür” diyor ya Üstad. ‘Başımız gözümüz üstüne’ diyor ve Allah’ın bizi bizden ziyade düşündüğü fikrine mutlak inançla teslim oluyoruz. Öyleyse, ümit varsa ve sahipliysek, sahibini unutanlara dua edip kendi yolumuza devam etme vaktidir. Sözümüzün karşılığını bulduğu tek kalp bile bizim için kâfidir. Sözün ve söyleyecek sözü olanların bitmemesi de duamızdır. Kervan yürüyecektir. Arayanlar bulacaktır. Aramakla bulunmaz olsa da.

Ülkelerin ortak dilinin İngilizce olduğu, her yerde Amerika’nın izlerinin okunduğu, hani İsrail’in vazgeçilmez(?) sayıldığı bir dünyada kadınların birbiriyle tanışması, konuşması, aynı kitabın sayfalarında buluşması gelecek için nelerin işaretçisi?

Selam vermek ve almak… Sonra hal ve hatır sormak… Ve sonra da hasbıhal etmek güzel şeydir. Hâlâ bunu başarabiliyorsak ateş imtihanının sonunun geleceğine ve odunların balık olacağına olan inancımız hâlâ tamdır ve kalbîdir vesselam.

Kitabın ismi “Tel Örgüye Düş Bağlamak”… Tel örgüler cumhuriyetine çevrilmiş bir dünyada düş dokumak, dokuduğu düşleri bir bir bağlamak hep kadınların yazgısı mıdır?

Her düşe bir dua düşer!
(+)

Yuttum. Yutkundum anne. Bir düş gördüm unuttum anne. Düşe yattım, düş bağrıma bastı. Düşüm düşürdü beni anne. Anne ben düşte kalsam çok mudur, yasak mıdır anne… diyenlerin, her gece, gecenin bir vaktinde kimsesiz düşlerini gözlerinin gördüğü en uzak tel örgüye bağlama savaşıdır. Her düşe bir dua, her duaya bir düş düşer. Bu bilmem ne zamana kadar sürer gider.

Kendisini anlatmak isteyen kadınlar başka coğrafyalarda yaşayan hemcinslerini merak ediyor mu, onların dertlerini derdi olarak kabul ediyor mu sizce?

Öyle olsaydı eğer ülkemizin farklı coğrafyalarında yaşayan kadınlar olarak biz bile birbirimizi tanımadığımızdan ya da anlamadığımızdan söz eder miydik? Ya da topuklu ayakkabıyla soğuk kuyunun, başörtülüyle başı açığın, kentin ışıklarına uzaktan bakanlarla ışıklar içinde kendini göremeyenlerin… Irak’ta milyonlarca dulun ve yetimin, Afganistan’da barışın düşünü bile kuramayanların, Gazze’de bebeğini bombaların sesleriyle doğuranların halinden anlasaydık ve anlasalardı… Yok, bu dünya böyle olmazdı.

Feminizmin uzağında, alternatif bir kadın duruşunun öncüsü olarak görüyorum ben sizi. Ankara’da kadına dair ama cinsiyetsiz bir dergi çıkartmak, doğudan ve batıdan kadın hikâyelerini toplayıp bir kitap hazırlamak… Tüm bunların altından nasıl kalkıyorsunuz?

Öyle esaslı kalemler var ki… Gençler. Kitabın başında da yazdığım gibi bana düşen yalnızca sabır ve sebat etmek. Sabit kalmak. Beklemek, ummak ve dua etmek… Ben aslında bu kadarını yapıyorum. Ankara’da yani İstanbul’un taşrasında, zarif ve naif bir ses Turuncu… Kırılgan, omuz başından konuşan, ahkâm kesmeyen, kötüyü anlatmayıp iyiyi göstermekle yetinen, doğrunun ve doğruluğun yanında ve yalnızların ve kimsesizlerin ve ana-kızların, babaların, sokakta oynayan çocukların, Gazze’deki çığlıkların, annesinin margarinini kullananların, sedef kakmalı sandığın, boncuklu oyanın, kına kokusunun, akşam evine kucağına sıkıştırdığı ekmeği götüren babanın hal tercümesi Turuncu. Sıradan haller işte.

Kitaptaki hikâyelerden en çok hangisi sizi etkiledi?

Ürdün’den ‘Babaya Mektup’, Nijerya’dan ‘Iya Tope’… Peru’dan Umut… Galiba favorilerim.

Her düşe bir dua düşer!
(+)

Coğrafî olarak birbirine yakın ülkelerden gelen hikâyeler benzer miydi? Yoksa kadınlar için de uzaklık yalnızca kalpte miydi?

Bir şeyi hayretle gözlemledik hikâyeler geldiğinde: Dünyanın dört köşesinden gelen hikâyelerde yakıcı ayrılıklar vardı. Hemen hepsinde. Konu belirlememiştik oysa. Hüzünbaz hikâyelerdi hemen hepsi sonra. Çokça hüzün, belirgin bir bilgelik ve keskin bir ayrılık duygusu… Hisse, alana düşermiş.

Türkiye’deki kamusal alan vizeleri her köşe başını kuşatmışken şimdilerde ‘okuldan atılmış, evlenememiş’ diye tanımlanan başörtülü kızların düşlerini asacakları bir tel örgü hâlâ var mı? ‘Başörtülüler giremez’ ibaresinden fazlaca nasiplenmiş bir hukukçu, yazar, gazeteci olarak özellikle müslüman nüfusa sahip ülkelerde kadınların yasalar ve yasaklarla yıllardır imtihan edilmesini neye bağlıyorsunuz?

İyi yönü, imtihanların sürekli kalbi çalışır halde tutmasıdır. Ve kırık bir kalple Rabb’e yönelmenin adıdır. Sonra el ele tutuşmanın. Güç almanın ve vermenin… Bitmeyen imtihan dediğinizdeyse… Ve kırıklıklarımız… Ben, kızım ve şimdi iki yaşında olan torunum için her şey hiçbir şey değişmeden devam ediyor. Yalnız daha yorgun ve kederliyim. Bir de bu imtihanın bitmemesinde tek tek mesuliyetimizin olduğunu düşünüyorum. Layık olamama gibi, kalbî ve şeklî fire vermek gibi… “Bir gece tüm kalbi kırılmışların, kapanan kapıların ardından eve geri dönmüşlerin, hayatta vize alamamışların avuçlarına yazdıkları duaları, görünür-görünmez tel örgülere sıkı bir kalbî yürüyüşle toplu halde bağlamaları gerektiği” fikriniyse hâlâ muhafaza ediyorum. Cuma anneleri de artık dua etmediğine göre… Dua, teslimiyet ve ümit… Bitmesin.

“Anne sözü dinleyen kızlara” ithaf edilmiş bir kitap Tel Örgüye Düş Bağlamak. 80’lerden sonra “Siz hâlâ annenizin yağını mı kullanıyorsunuz?” kampanyalarının ardından bu topraklarda yaşayan kadınlar için ‘ana-kız’ olmak aynı zamanda neleri beraberinde getiriyor?

Her düşe bir dua düşer!
(+)

Ana kız olmak. Memlekettir. Ana kız olmak taze fasulyeyi sıcak bir akşam ikindisinde, yıkanmış ve süpürülmüş taşlıkta yere serilmiş bir sofrada ekmek banarak yiyebilmek lüksüdür. Sonra memleketin birbirinin gözlerinin içine bakabilmesidir. “Sana hiç arkamı dönmedim”in adıdır. İnsanlık zincirinde çürük halka olmamaktır. El öpebilmek ve eli öpülesi olmaktır. Aynalı tarakla saçı taranan kızın dünyanın en emin yerinde hep annesinin küçük kızı kalabilmeyi istediğinin resmidir. Ana-kız olmak ümitvar olmaktır; kendimizden, memleketten ve dünyadan. Hâlâ ana-kız olanlar ve olabilenler varsa umut da vardır ve ümitsizliğe mahal yoktur. Kitabımız anne sözü dinleyen kızlara ithaf edildi evet. Bence kitabın özetiydi o ithaf. Binlerce sözcükle anlatamayacağımız kendimizin hal tercümesiydi ve Ümmügülsüm Tat’ın fikriydi… Sağ olsun.

Kitabın sayfalarında en görünür şey belki de hüzündü. Kadınlar Hz. Hacer’in, Hz. Meryem’in, Hz. Hatice’nin yani Kuran kadınlarının hüznünü yüzyıllar boyu taşımak ve onlarla sınanmak konusunda sözbirliği etmiş gibiydi. Dünyaya yayılmış kadın hüznü hakkında ne düşünüyorsunuz?

Hz Fatıma’nın “öyle hüzünler çöktü ki üzerime eğer o hüzünler gündüzün üzerine dökülseydi gündüzler gece olurdu” sözlerinin sırrından kalbini ayırmayanların, dünyalık keyif ve şımarıklıklarla işi olmaz diye düşünüyorum. Ve hüznün dünyayı değiştirmeyi ve dünyanın ateşle imtihanını bitirmeyi isteyen kadınları bulduğunu. Dünyada çatacak keyfinin peşinde olup da “imtihanın ben neresindeyim” diye kafa yormayanlarlaysa hiç işim iz olmaz.

“Biz bir kitap yazdık ve değişti dünya” umudu hâlâ var mıdır yeryüzünün iğne deliğinden geçirildiği zamanlarda?

Biz bir kitap yazdık. Belki bu kez değişir dünya. Belli mi olur. Allah var, umut da var.

Halise Çiftçi - Turuncu dergisi

Ümmügülsüm Tat konuştu