Hepimiz Popüler Kültür Öğesiyiz
Bir entelektüelin askerliği yorumlaması, tabiî ki de her birimizden farklı olacaktı. Askerliğin ya da aradaki sivil duruşların, yazarın kendi ifadesiyle, kendi diline çevirerek anlatımı yani anıları, Kafka, Tolstoy ya da Nietzsche ile birleşince bizi yine Meksika Sınırı'na götürüyor..
Yazıları, konuşmaları ve fikirleriyle artık genç neslin takip ettiği isimlerden biri olan Selahattin Yusuf, sakin, mütevazi ve güler yüzlü haliyle gençlerin daha çok konuşacağı bir isim..
İlk kitabınız "Sirenleri Taşa Tutun"dan son kitabınız "Şafaktan Çok Önce"ye… Selahattin Yusuf ne anlatıyor?
Sadece kendimi anlatıyorum. Herkes bunu söyler belki ama ben biraz daha bireysel yazıyorum. Kendimin içinde olmadığı yazı çok az. Yazdıklarıma resim ekolünden bir isim verilecek olursa empresyonist yazarım.
Gündelik yaşam ile büyük düşünce, sanat felsefe akımları, birbirinden ayrı, iki farklı ırmak gibi ne yazık ki. Özellikle Türkiye'de böyle, bazen bu ırmaklar birbirine dokunuyor. Büyük düşünce akımlarıyla onun yanında akmakta olan gündelik yaşamın daha fazla birbirine karışmasını istiyorum. Bir ırmaktan aldığım suyu öbürüyle karıştırmadan yazmıyorum. Türkiye'de akademik olan, soğuk, uzak ve anlaşılmaz kalıyor, gündelik yaşamsa bu bakımdan sahipsiz kalıyor.
Kitaptaki notlar askerdeyken mi tutuldu, yoksa kitap askerlik sonrası bir geriye bakış mı?
Çoğu o zaman yazılmıştır notların. Ancak kısa notlar daha sonra düzenlenmiş olabilir. Kitaptan önce Gerçek Hayat'ta yayınlanmış olanlar da var.
Askerlik ne zamandı?
2002- Siirt/Eruh
Kitap 6 sene neden bekledi?
Bir dosya olarak duruyordu öyle. Bir dosyam daha var böyle bekleyen, onu da basmak istiyorlar şimdi. Herhalde TV'ye çıkana kadar beklediler. Önemli değil ama TV, bir bahane, sebep oluyor insanların fark edilmesi için. Bu, Türkiye'de anlaşılır bir şey. Türkiye'de yazarlar, yazdıklarıyla ilgili değil, başka vesilelerle öne çıkıyorlar. Bu, Türkiye'nin edebiyat ve sanat varoluşu bakımından bir kayıp.
Askerlik, erkeklere hayatı sorgulama sebebi oluyor. Benim izlenimim o yönde. "Şafaktan Çok Önce" bir edebiyatçının hayatı sorgulaması mıdır?
Öyle diyebiliriz. Askerde biraz daha fazla sorguluyorsunuz hayatı. Yaşadığımız şeyleri önce kendi dilime çeviriyorum ve ondan sonra yazıyorum, diyebilirim. Bu sadece askerdeyken böyle değildi, sivil hayatta da böyle zaten. Bir sanatçının hayatı böyle geçer. Niye bunu yapar: Anlamak için! Kendi dilimize çevirmek, yaşadığımız şeyleri anlamanın bir yoludur. Bir yazarın hayatı aslında bir tercümanın hayatıdır. Tercüme ederek yaşar.
Çarşı izninizde ansiklopedi okurmuşsunuz?
O da bir zaman geçirme gibi, çarşıyı da gezebilirsiniz. Bir de askerde kitaplarla, dergilerle hemhal olma şansınız yok. Malum, işiniz başka ama sivil hayattan hatırladığınız bir şeyle karşılaşmak hoş oluyor. Kışladaki kütüphane o bakımdan sürprizdi benim için.
Kitabın en çok konuşulan tarafı felsefe, sanat büyüklerinden ciddi alıntıların olması. Goethe, Tolstoy, Kafka… Askerliği onlarla yaşamışsınız gibi. Buna bu kadar neden ihtiyaç duydunuz?
Bu "hamlık" olarak da yorumlanabilir. Çok alıntı yapan yazar deyince aklımızda ilk olarak "bu yazar biraz ham" fikri gelebilir. Ama ben bunu çok sevdiğim için terk edemiyorum. Söylemek istediğim bir şeyi, bir başkasının daha iyi söylediğini gördüğüm de, bunu atlamak istemem.
Onun dilinden vermek isterim.
Bir de onları çok sevdiğim için, hani insan çok sevdiği insanların isimlerini anmak ister ya, galiba bunun için de seviyorum ben isim zikretmeyi.
Ama bu durum okuyucuda "bu çok ciddi bir birikim, böyle bir birikimim olmadığına göre ben yazar olamam" düşüncesi de doğuruyor.
Kesinlikle yanlış. Bunu, birikim eksikliği olarak yorumlamamalı kimse. Ben hayatın kendisine saygı duymayanlara çok saygı duymuyorum. Hayat hikayeden, sanattan, şiirden, tiyatrodan, sinemadan, resimden, felsefeden büyüktür; dinden büyük değildir. Bütün mesele hayatın içinde anlama giden yolları bulmak ve o konudaki ipuçlarını değerlendirmekten geçiyor.
Çok okuma mevzusuna gelince, şunu söyleyebilirim: Sadece yara okur! İnsan okumaz, okuyamaz. Ne demek istiyorum, insanın içinde bir yara vardır ve o yara sayesinde okuyabilir, okuduklarını anlayabilir, anlamlandırabilir.
Bu bir yanı. Diğer yanıysa; evet, çok okumalıyız, araştırmalıyız, bizim adımıza hayata ilişkin kafa patlatan, çalışan insanların nerelere vardığını bilmeliyiz.
Şafaktan Çok Önce, Haşmet Babaoğlu'na ithaf edilmiş. Bunun hikmeti nedir?
Haşmet Babaoğlu'yla iki senedir tanışıyoruz. Sevdiğim bir ağabeyim. Onun bana çok katkısı var. Birbirimizi çok seviyoruz, içimden geldi.
Bunun dışında televizyon programınıza da değinmek isterim. Yazmanın TV ile ilişkisi nedir? Gerçi, belki de yazar olduğunuz için oralardasınız ama…
Belki de doğrudur. Belki de oralar da olduğum için yazarımdır… Her birimiz çok popüler değilsek ya da başarısız yazarlarsak başka işler yapmak zorundayız. Ev kiramızı, faturalarımızı vermek zorundayız.
Dolayısıyla birisi kitabının çıktığı matbaada çalışıyor olabilir, birisi nakliyat firmasında çalışıyor olabilir, birisi memur olabilir. Maalesef yazarlık bizim en sevdiğimiz sevgilimiz. Bir işle evli olmak zorundayız ama…
Meksika Sınırı sanki amacını aştı ama. Ülke Tv duyulmadan Meksika Sınırı duyuldu. Programınızda konu ettiğiniz bir müzik albümü ya da kitap, gençler arasında hızla yayılıyor, moda oluyor. Bu nasıl yorumlanmalı, yeni neslin böyle bir yönlendirmeye ihtiyacı mı vardı?
Meksika Sınırı'nı yaparken, "oturup sohbet edelim, belki birkaç kişi de izler" diye düşünmüştük ama Kanal 7'nin Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Çelik, o hissetti galiba, çok ısrarla ve çarçabuk programın yayına girmesini istedi. O günden bugüne anlayamadığımız bir şey var ortada Meksika Sınırı'na karşı. "Ne yapıyorsunuz?" derseniz, ne bileyim! Biz mesela üçümüzden birinin mutfağında oturuyor, müzik dinleyip, konuşuyor olsaydık, aşağı yukarı yine aynı şeyleri yapıyor, konuşuyor olacaktık.
Şunu anlıyorum ki; 1- Türkiye'de televizyonculuk çok dejenere olmuş, çok yozlaşmış. 2- İçinde bir şey olan programlara insanların inancı kalmamış, içi doldurulmuş programlar izlemekten bıkmışlar. Meksika Sınırı tam tersine içi dolu bir program. Bu da çok zor bir şey değil. İçi dolu programlarla, içi doldurulmuş programlar çok farklı şeyler. Biz de kısaca böyle bir şeye aracılık ettiğimiz için çok sevinçliyiz. İnsanlar bizim aracılığımızla bir evde buluşuyorlar. Hayatta bir araya gelmeyecekler ama bizim vasıtamızla birbiriyle 2.5 saat boyunca konuşmuş oluyorlar. Ayrıca da o saatte yayınlanan bu içi doldurulmuş programların belli bir kitlesini Meksika Sınırı kazanmış durumda. Buna ayrıca seviniyoruz.
Programda sıkça popüler kültür eleştirisi yapıyorsunuz. TV sahipleri veya izleyici istekleri doğrultusunda programınızda bazı değişiklikler olur da, siz de popüler kültür öğesi olma durumuna gelirseniz, tepkiniz ne olur?
Biz zaten şimdi öyleyiz. Biz birer popüler kültür öğesiyiz, bunun farkındayız. Zaten buna ayak diremek faydasız, anlamsız diye düşünüyorum. Biz, eğer çiçeğimizi çamurda da yetiştiremiyorsak, yetiştiremeyiz! Artık madem modern hayatın içinde yaşıyoruz, bunu kabullenmek zorundayız. Buna rağmen ve bunun için bu işi yapmak zorundayız.
Son günlerde okuduğunuz kitap nedir?
Elias Cannetti'nin İnsanın Taşrası… Ramazanda başladım sahura kadar okurdum, daha bitiremedim. Feci bir şekilde kafa zorlayıcı, çok çetin ama iyi bir kitap. Kendini çabuk ele vermeyerek merakımı artırıyor.
En çok beğendiğiniz 3 film nedir?
1) Stalker - Andrey Tarkovski
2) Nostalghia - Andrey Tarkovski
3) Andrei Rublev - Andrey Tarkovski
Yakın bir zamanda kitap ya da dergi çalışması var mı?
Yok! Ben yıllar önce bir dergi çıkarmaya çalıştım. Olmadı, beceremedim. En sonunda yazdığım, çizdiğim şeyleri, bir arkadaşımın gönüllü olarak kurduğu, internet sitesinde yayınlamaya devam ediyorum.
Takip ettiğiniz tv programları ve siteler var mı?
Haberler dışında tv izlemem. Süreli yayın da yok. Arada bir İsmet Özel'in sitesine giriyorum.
Cemaat.com'da yazılarınız var?
Eski yazılar onlar. Orada Yusuf Armağan benim arkadaşım. Ona vermiştim birkaç yazımı, daha sonra siteyle çok bağlantı kurmadım ama…
Zehra Giray, söyleşti.