Bahçeşehir Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Heath Lowry ile, hayatını, oldukça eskilere dayanan Türkiye geçmişini, Osmanlı tarihiyle alakalı yazdığı değerli eserlerini ve Osmanlı coğrafyasında yaptığı seyahatleri konuştuk. Bahçeşehir Üniversitesi’ne bağlı Osmanlı ve Türk Tarihi Araştırmaları Merkezi'nin başkanlığını da yapan Lowry sorularımızı yanıtladı.
Hocam ilk sorum şu şekilde olacak: 1964'te Türkiye'ye gelmenizden sonraki süreci ayrı olarak sormak istiyorum. 1942'de doğumunuzdan 64'de kadar Heath Lowry kimdir? Bizlere anlatabilir misiniz lütfen?
Ben 7 yaşındayken, yani 49'da babamların görevlerinden dolayı Hindistan'a gittik ve altı sene Hindistan'da kaldım. Bir yere kadar Hindistan'da büyüdüm diyebilirim. Sonra tekrar Amerika'ya döndüğümüzde Kaliforniya'da yerleştik. Orada liseyi bitirdim, üniversiteye başladım. Üniversitede tiyatro okuyordum. Bütün tiyatro kurslarını bitirdim, mezun olabilmek için iki sene matematik, fen dersleri pek ilgilendiğim konular olmadığı için üniversiteden ayrıldım, Avrupa'ya gittim. Üç seneye yakın bir zaman, iki-iki buçuk seneye yakın bir zaman Avrupa'daydım. Çoğu zaman İspanya'da... Sonra tekrar Amerika'ya geldim. Rahmetli cumhurbaşkanımız Kennedy'nin başlattığı Barış Gönüllüleri programı vardı. Oraya müracaat ettim. O programla Türkiye'ye geldim 64'te.
Barış Gönüllüleri neydi? Bundan kısaca bahsedebilir misiniz?
Barış Gönüllüleri'nde, genç, genellikle üniversiteden yeni mezun olanlar, çeşitli memleketlere gidip, çoğunlukla İngilizce hocalığı yapıyorlardı ortaokullarda. Benim grup İngilizce hocalığı yapmıyordu. O zaman Köy İşleri Bakanlığı falan yoktu, Milli Eğitim Bakanlığı'nın Halk Eğitim Müdürlüğü vardı. Onlarla çalıştık. Ben ise Balıkesir'de Bereketli diye bir dağ köyünde, köy kalkınma projelerinde çalıştım on sekiz-on dokuz ay.
Peki Hocam, gerçi Hindistan'da kaldınız ama nereden bakılsa bir Amerikalı için yepyeni bir dünya Türkiye'de olmak. Neler yaşadınız 1964'ten sonraki süreçte, biraz bahseder misiniz?
Tabii, elli sene evvelki Türkiye bugünkü Türkiye değil. Şimdi nereye bakılırsa her köşede bir McDonald's, bir Starbucks... Yani Amerika'nın varlığı nereye bakılırsa görülüyor. Ben gayet iyi hatırlıyorum, '65 senesinde bir gün Balıkesir'e gittim. Bir büfeden bir şey alacaktım. Baktım Coca Cola, yük geldi. Hemen “bana bir Coca Cola ver” dedim. Büfeci bana acayip baktı. Anlamadı. Ondan, bir Coca Cola, dedim. Haa, dedi, cocacola [Türkçe telaffuz] mı istiyorsun, dedi. Köydeki hayat benim için çok mühim bir tecrübe. Bir muhtar vardı: Kamil Aslantekin. Onunla beraber çalıştık ve fazla okumuş değildi. Orta ikiden terk herhalde ama çok olağanüstü. Benim her ihtiyacımı hemen anladı, karşıladı. Köye ilk gittiğimiz gün kahveye girdik. Dört yüz kişiyle tanıştım. Sonra meydana çıktık. Okuldan bir masa getirdiler. İşte muhtar, ilkokul öğretmenleri, bir-iki kişi daha orada yemek yedik. Sekiz yüz kişi bizi etrafta seyrettiler. Tam bir koyun götürdük diyebilirim, koyunun her parçasını...
Daha sonra öğrendim ki, o gece muhtar bütün hane reislerini çağırmış bir toplantıya. Demiş ki, onlar bizim için Tanrı misafiri. Onların aklına gelmedi ben kendi yemeklerimi yapabilirim diye, yani evli olmayan bir erkek nasıl kendine bakar. Bir liste çıkardılar, köydeki her adam imza attı. Yüz yirmi haneli bir köy... Ve dört ay boyunca ayrı bir eve misafir oldum. Kahvaltı, öğlen, akşam... İnanılmaz bir misafirperverlik. O ilk gün koyun kestiler, biz koyun yedik tabii. O geceki toplantıda sormuşlar muhtara: Peki bunlar ne yiyorlar? “Herhalde et çok seviyor” demiş. Ve dört ay boyunca her gece et yedim. O köyde çoğu insan bayramdan bayrama ancak et yiyordu. En fakir evler dahi bir komşudan bir sucuk parçası, bir tavuk borç aldılar, kestiler benim için. O tabii beni çok etkiledi.
Hâlâ irtibat var mı? Köye gider gelir misiniz?
Devam ediyor. En son geçen sene gittim. Geçenlerde, iki sene evvel... O zaman uğraştığımız konulardan biri şuydu: Kızları ilkokula üçe kadar yolluyorlardı. Bazı aileler üçüncü sınıftan sonra kızları çıkartıyorlardı okuldan. Onlarla uğraştık. İki sene evvel burada otururken bir gün, aşağıdan haber geldi: “Bir kız geldi, sizinle konuşmak istiyor. Siz onu tanımıyorsunuz ama onun dedesi sizin çok yakın arkadaşınız.” “Buyursun gelsin” dedim. Bahsettiğim muhtar arkadaşımın, Kamil Aslantekin'in torunu, Merve Aslantekin. Kız o zaman Yıldız Teknik'te Elektronik Mühendisliği'nin son sınıf öğrencisiydi. O günden bugüne kadar ne kadar değiştiğini görüyoruz. Ben o iki sene için anılarımı yayınladım İngilizcede bir kaç sene evvel. Bir ay içinde Türkçede de çıkacak. Benim hayatımı her bakımdan yönlendiren bir nokta olarak görüyorum o iki seneyi. 1966'da tekrar Amerika'ya gittiğim zamandı, bir şeye karar verdim: Tekrar üniversiteye başlayacağım, bitireceğim. Doktora yapmak istiyorum ve tam antropolog mu tarihçi mi karar vermemiştim o zaman ama Türkiye üzerine çalışacağım. Ve gerçekten öyle oldu.
Peki Hocam, Türkçe eğitimini Türkiye'ye gelmeden önce Amerika'da mı aldınız? Yoksa burada mı?
Valla üç aylık bir kurs... Her gün dört-beş saat, beş-altı saat ama geldiğim zaman da belki üç yüz kelime bir şey biliyordum, pek şey değil. Asıl ilk Türkçemi köyde öğrendim ama köyde konuşulan Türkçe de biraz değişik. Tekrar Amerika'ya gittiğim zaman, üniversiteye girdiğim zaman dersler almaya başladım.
Peki Hocam, bu Barış Gönüllüleri faaliyetine baktığımız zaman, çok faydalı bir hareket. Türkiye için de özellikle bunun kaldırılması, gelenlerin gönderilmesi bir siyasi sebepten dolayı mıydı?
Tamamen siyasi sebeplerden. Program 1962'de başladı Türkiye'de. 1970'e kadar devam etti. 1960'ların sonrasında ağ-sol hareketleri... Solcuların bir kısmı bu Barış Gönüllüleri programını hedef aldılar: “Bunlar casuslar”... Komik bir şey ama gazeteler, sol gazeteler bunu hedef aldılar. 1970'te programı durdurdular. O zamana kadar benim gibi bin iki yüzden fazla insan geldi. Ve bakarsanız Amerika'da daha sonra Türkolog olan arkadaşların en azından otuz beşi Barış Gönüllüsü olarak Türkiye'de zamanında çalışmışlar.
Sizin gibi başka akademisyen var mı Hocam?
Çok var. Robert Dankoff çok önemli bir Türkolog, University of Chicago'da, o programdaydı; Michael Gunter çok tanınmış bir antropolog; Justin McCarty, tarihçi... Epey fazla, otuz-otuz beş kişi var.
Peki Hocam, görev için geldiniz ama burada kaldınız, bağlandınız. Bunun sebebi neydi acaba?
Valla onu çok düşündüm zamanında. Bereketli'deki o bir buçuk sene beni çok etkiledi. Tekrar Amerika'ya gittiğimde kafamda bir tek düşünce vardı: Ben bu memleketin geçmişini daha yakından tanımak istiyorum. Dolayısıyla tekrar üniversiteye başladığım zamandı. Hiç düşünmeden Osmanlı tarihi okumaya karar verdim.
Soruma cevap aldım, “neden Osmanlı tarihi” diye soracaktım. Tarihle alakalı sorularıma gelmek istiyorum. Malumunuz bizim Türk tarih terminolojisinde "Amerikan tarihçiliği" diye bir şey var. Klasik tarzdan, malumunuz, biraz daha ayrılıyor. Yanılıyorsam bağışlayın lütfen, sizlerin çalışmanızda, yani yayınladığınız tahrir defterleri, evraklarla bir nevi tarihçiliği klasik tarzda yapıyorsunuz.
Dediğiniz doğu. Ben Amerikanvari tarihçi değilim.
Amerikanvari tarihçilik yapan Türklerle, Türkvari, klasik anlamda tarihçilik yapan Amerikalılar... Amerikan usulü tarihçilik biraz işin basitine mi kaçmak? Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Benim başından beri düşüncem şudur ve devam ediyor: Amerikanvari tarihçilik çok geniş bir altyapı ister, onu yazabilmek için. Bir insan Fransız İhtilali, İngiliz tarihi falan yazmak isterse hazır olan binlerce makale, en azından yüzlerce, binlerce kitap... Onlardan başlayarak, daha geniş, daha genel tarih yaklaşımına sahip olabilir. Ama ben başından beri erken dönem Osmanlı tarihi ile ilgilendiğim için, o zaman da elli sene sonra da aynı şeyi düşünüyorum: Yeterli derecede altyapımız yok. Dolayısıyla benim yirmiden fazla kitabım varsa hemen hemen hepsi, bir tanesi haricinde, monografi şeklinde yani daha dar kaynağa dayanan çalışmalar. Tamam, ben onları yazıyorum, başkaları gelip onlardan daha genel bir tablo, portre içinde koyabilir ama dediğiniz çok doğru. Ben, biraz da şundan dolayı böyle çalışıyorum: Arşivlere ilk girdiğim zamandı, 1971'di; çok büyük üstadlarımız vardı arşivde. Ömer Lütfü Barkan rahmetli, Halil Sahillioğlu, rahmetli Cengiz Orhonlu, Nejat Göyünç... Bunlar çalışıyordu ve beni son derece açık şekilde kabul ettiler. Benim 1971'den 1980'e kadar İstanbul'da asıl eğitimim bu büyük üstadlarımızdan oldu. Ve bunların hepsi klasik tarihçiler.
Son on senedir XV. yüzyıl Balkanlara ait tahrir defterleri üzerine çalışıyorum. Sadece XV. yüzyıldan Balkanlara ait tahrir defterlerinin sayısı yetmiş beş-yetmiş yedi. Onlardan on tanesi bugüne kadar yayınlanmış. Peki, XV. yüzyıl tarihini nasıl yazabilir insan, onları kullanmadan, onları yayınlamadan? Dolayısıyla ben herhalde hiçbir zaman Amerikanvari tarihçi olamam.
Hocam tahrirden bahsediyorsunuz, Osmanlı arşivinden bahsediyorsunuz. Aslında bu birçok Türk tarihçisi için de çok yaygın olmayan bir şey. Sizin Osmanlıca öğrenme süreciniz nasıl gelişti? Türkçe konuşuyorsunuz, ayrıca Osmanlıca vesika da okuyabiliyorsunuz. Nasıl mümkün olabildi acaba?
Tabii benim bazı avantajlarım var. Bir kere diğer Amerikalı tarihçilere göre eşim Türk, çocuklarım da Türk soyadıyla. Ben zaten Türk vatandaşıyım. 1973 -1980 arası Boğaziçi Üniversitesi'nde hocalık yaptım. 1980'den 2013'e kadar, otuz küsur sene, her sene en azından iki-üç ay, bazen altı ay veya bir sene Türkiye'deydim. Yani Türkiye'deki temaslarım hiçbir zaman kopmadı. 2013 Haziran ayında Princeton Üniversitesi'nden emekliye ayrıldığım zaman da buraya taşındık. Pek emekli olduğumu söyleyemem. Burada, Bahçeşehir Üniversitesi'nde işim devam ediyor. O bir avantaj. Bakıyorum ki bazı arkadaşlar ailevi sebepler dolayısıyla veya bulunduğu üniversitedeki ders yüklerinden veya maddi sıkıntılarından, böyle bir fırsat bulamadı. Ben o bakımdan şanslıyım.
Hocam hâlâ devam ediyor musunuz arşiv çalışmalarına?
Arşiv çalışmaları devam ediyor. Biraz evvel bahsettiğim Balkanlar’daki XV. yüzyıl tahrir defterleri üzerinde çalışıyorum. Tabii kırk sene evvelki arşiv ile bugünkü arşivi mukayese edemem. Kırk sene evvel tahrir defteri üzerinde çalışmak isteyenler, bir defterden en fazla, bir zaman yüz, bir zaman da on sayfaya indirdiler. Fotokopi... Çoğu zaman da o da olmadı çünkü çalışan fotokopi makinesi yoktur arşivde. Şimdi bizim Osmanlı arşivleri o kadar modern bir tesisata sahip şimdi. Bu da tamamen rahmetli Turgut Özal'ın sayesinde. Turgut Bey, tanıtma fonu başlattı zamanında. Arşivler için büyük paralar... Mesela ben çalıştığım yetmiş küsur tahrir defterinin zamanında gittim her birinin CD'sini aldım. Dolayısıyla ben kendi ofisimde çalışıyorum, sanki arşivde çalışıyor oldum. Eskisi gibi her gün gidip oraya çalışmıyorum ama bir şey ihtiyaç olduğu zaman da tabii ki gidiyorum.
Peki Hocam, bir parantez açarak sormak istiyorum, yeni arşiv binasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Murat Bardakçı çok fazla üzerine gidiyor bu meselenin.
Valla tabii eski arşivlerin Bab-ı Âlî'deki yeri çok güzeldir. Bir tarihçi için çok güzeldir. Tam İstanbul'un göbeğinde. O bakımdan biz ona çok ağlaştık. Yeni tesisler yer bakımından biraz zor, kolay değil Haliç'e gitmek. Benim için problem yok, arabam var, arabayla gidiyorum. Hatta benim için daha kolay, çünkü tesislerin içinde yeraltında güzel park yerleri var, arabadan iniyorum, asansöre biniyorum, direkt arşiv. Bir avantajı tabii şu: Eskiden arşivlerin depoları her yerdeydi. Şimdi bunlar bir araya getirildiği zaman, defterleri, belgeleri çok daha rahat bir şekilde elde edebilirsin. Sabah fişleri doldurup, öğleden sonra elinize geliyorlar. Ben memnunum.
Hocam özellikle eserlerinizden bahsetmek istiyorum. Önemli belgeler yayınlayarak hazırladığınız Trabzon'un İslamlaşması ve Türkleşmesi adlı eseriniz var.
O benim doktora tezim.
Evet, bir zaman da yasaklandı tabii. İçeriği neydi Hocam bunun ve yasaklanma sebebinden biraz bahsetmenizi rica edeceğim.
Valla 12 Eylül'den sonra yasaklandı. Tam yasaklanmadı. Kitap çıktı, üniversiteden bir hoca ihbar etti örfi idare varken. Bir paşaya telefon etti, "bu kitap sakıncalı." Rektörü aradı bir paşa. Dedi ki, "Biz buna bakacağız, araştıracağız. Bizden haber çıkana kadar lütfen satışa koymayın." Ama kâğıt üzerinde hiçbir şey yoktu. Normal yasak olsaydı başka bir şey olacaktı. Böyle birkaç sene devam etti. 1988'de mi ne, bir geldiğimde, üniversiteye gittim. Genel sekreterle konuştum. O da bir toplantı düzenledi. MİT'ten bu raporu yazan, benim kitap hakkında rapor yazan üç tane arkadaş çağırdılar. Dediler ki, "Hocam, bu kitabın hiç bir sakıncası yok. Aksine çok iyi bir çalışma. Ama kapak biraz problemli." Tabii kapakta benim ilgim yoktu. Kapakta, Trabzon'da Aya Eugenios diye bir Bizans kilisesi, Yavuz orada şehzade iken camiye çevirdiler. İsmi Yeni Cuma Camii. Onun resmi var. Belli ki bir Bizans kilisesi ve arkada bir minare. Kitabın ismiTrabzon'un İslamlaşması ve Türkleşmesi. Dediler ki, "Biliyorsunuz bizim halkın çoğunluğu kitap okumaz. Ama buna bakan düşünebilir ki zorla İslamlaşmış. Hâlbuki sizin teziniz tam tersi" dediler. "Sadece" dediler, "bu kapağı değiştir, hiçbir problem yok. Bir de isim değiştir" dediler. Ben buna razı olmadım çünkü zaten kitap bir kaç kopya bu yasak konmadan, yüzden fazla kitap dağıtıldı. Tenkid yazıları bile çıktı, Bibliyografyaya girmiş. İki-üç tane korsan yayın çıkmış. Ben de “olamaz” dedim, "bu kitap yayınlandı." Aynı kitaba başka isim koymak saçma sapan bir şey. Öyle bir iki sene daha kaldı. Sonra yeni bir rektör geldi Boğaziçi'ne. Kimseye sormadan kitaba baktılar. Biraz çürümüş herhalde depoda, yeniden bastılar. Son aldığım haber, altıncı baskısı da geçen sene mi ne çıktı.
Hocam, bir diğer önemli eseriniz de Erken Dönem Osmanlı Devleti'nin Yapısı adlı eseriniz. Bu eserinizde bazı iddialar var, ezber bozan bazı iddialarla karşılaşıyoruz. Mesela XIV. yüzyıldaki akıncılar ve ganimet ve kölelik mevzuları... Tabii buna itirazlar da oldu, Halil İnalcık tarafından özellikle. Türk tarihçilerle aranız nasıl Hocam? Bunu sormak istiyorum.
Valla benim Türk tarihçilerle aram her zaman çok iyi. Bahsettiğim rahmetli arkadaşlarım.. Ben uzaktan İSAM'cıyım (İslam Araştırmaları Merkezi). Oradaki arkadaşlarla çok yakın temaslarım var. Zaten orada İsmail Erünsal'la iki tane kitabım var. Feridun Emecen, Kemal Beydilli, hepsi... Bazı konularda tabii tarihçilerin arasında fikir ayrılıkları gayet doğal. Halil Hoca hepimizin üstadıdır. Ama bu demek değil ki ben Halil Hoca'nın her fikrini kabul ediyorum. O da benim fikirlerimin hepsini kabul etmiyor. Ama aramızdaki ilişkiler bana her zaman çok yardım etti zamanında. Bir kaç evvel doksan dokuzuncu yaş günü partisine davet etti, seve seve gittim. Ankara'ya eşimle beraber gittik. Çok sevdiğim, hürmet ettiğim bir arkadaş.
Ve Hocam, Evliya Çelebi'nin Ayak İzlerinde adlı eseriniz, ki hayranım bütün eserlerinize ama bunun yeri farklı. Bu nasıl başladı Hocam? Rotanız nasıldı? Nasıl bir güzergâh takip ettiniz? Neler yaşadınız, neler gördünüz?
Ben 2003'te bu bahsettiğim büyük Balkan çalışması çerçevesi içinde tahrir defteri okuyup bazı şeyler görmeye başladım, yani trendleri. Biri, o ilk dönemdeki Osmanlıların Balkanlardaki yerleşimi yüzde doksan kaleler içindeydi. Oradaki mevcut kalelerin bazıları kullanıyordu, bazılarını yıkıyordu. Bazı yerlere yeni kaleler yapıyorlardı. Ben bunu görmek için, acaba doğru mu benim düşündüğüm diye, bir bölge seçtim, Kuzey Yunanistan'ı ve seyahat etmeye başladım. Tabii Balkanlar üzerinde çalışmak isteyen için rehber kitaplarından biri de Evliya Çelebi'dir. Ve ben her gittiğim yere gitmeden Evliya Çelebi okuyordum. Onun gibi bir tane daha var: Ekrem Hakkı Ayverdi'nin Osmanlı mimarisinin Yunanistan'daki cildi. Onu da scan ettim. Bu iki kitaptan gerçekten çok faydalandım. Ve çok seyahat ediyordum. Bazı şeyleri çok net görmeye başladım. Evliya Çelebi her yaz bir yere gitmedi, o kesin. Veya gitmişse notları tutmadı veya notları kaybetti ama bazı kesin gittiği yerler var. Çünkü onun sevdiği şeyler var. Mesela, adam kaplıca hastasıdır ve hamam, bilhassa kaplıca, ılıca. Bir bakıma bu mantıklı. Adam elli sene seyehat eder at üzerinde, nerede bir kaplıca bulursa ondan faydalanmak isterdi. Eğer kaplıcalar ve hamamları ayrıntılı bir şekilde anlatıyorsa bir şehirde, muhakkak oraya gitti. Aynı şekilde mesiregâhlar, piknik yerleri. Ona da çok meraklı. Ağaçlar... Ben çok gezdiğim için yavaş yavaş anlamaya başladım, belki buraya gitmiş ama çok az kalmış veya geçmiş, detayları yok. Zaten Evliya Çelebi'nin seyahatnamesinin Topkapı'daki nüshasına baktığınız zaman da bu net oluyor. Çünkü bir yere gidiyor. Onun bir formülü var. Her gittiği yerde kale varsa kaleden başlıyor. Sonra haneler, mahalleler, bunların sayısı. Arkasından camiler, mescidler, medreseler... Böyle bir formül. Bazı yerlerde formül var, rakam yok.
Mesela benim en çok ilgimi çeken bir şey de şu: Evliya Çelebi saat kulelerini çok anlatıyor. İstanbul'da saat kuleleri XIX. Yüzyılda inşa edilmiş. Bir tane var Tophane'de 1830'larda, diğerlerinin hemen hemen hepsi II. Abdülhamid zamanında. Anadolu'da ise hepsi Abdülhamid, Arap dünyasında hepsi Abdülhamid döneminde. Hâlbuki Balkanlar'da ilk Osmanlı saat kulesi Üsküp'te, hâlâ mevcuttur. 1570 civarında yapıldı ve Evliya Çelebi bundan epey bahsediyor. Balkanlar'da, onun gezdiği yerlerde otuzdan fazla saat kulesinden bahsediliyor. Ve saat kulelerinden bahsederken çok enteresan şeyler anlatıyor. Mesela diyor ki, şu saat, zamanı o kadar saniye saniye doğru tutuyor ki bütün Filibe'deki imamlar vakit namazını bu saate göre ayarlıyor. Şimdi burada, başka bir yerde yok biliyoruz, İslam'da namaz vakti saate göre pek ayarlanmazdı. Bu kitapta öyle yazdım. Evliya Çelebi'nin seyahatnamesinde pek üzerinde durulmayan konuları bir araya getirdim. O kitapta saat kuleleriyle ilgili bir bölüm var, kaplıcalar, mesiregâhlar... Ben Evliya Çelebi'nin seyahatnamesini rehber kitap olarak kullandığım için gerçekten bazı şeylere ulaşabiliyoruz o kitapta...
Hocam, bir de Osmanlıların Ayak İzlerinde diye bir eseriniz var. Bu yaptığınız eser ötekisinin tamamlayıcısı mı? Yoksa iki ayrı müstakil eser mi?
Valla, bir de şey var tabii yine Balkanlar'a ait, Osmanlıların Ayak İzlerinde'de. Bunların hepsi, daha evvel bahsettiğim büyük XV. yüzyıl Balkan projesinin altyapı çalışmaları diyebilirim. O projeyi hemen tamamlamamıştım ama bütün bu gezileri, seyahatleri o proje için yapıyordum. Ve her gittiğim yerde hiç beklemediğim şeyler görüyordum. Yakın zamana kadar Türkler için Balkanlar'a seyahat etmek kolay değildi. Bazı memleketler de çok zor. Ama şunu unutmamak lazım: Osmanlılar Anadolu'yu fethettikleri zaman Anadolu'nun her köşesinde İslamî bir altyapı vardı. Selçuklulardan, Beyliklerden... Camiler vardı, medreseler vardı, hanlar, kervansaraylar... Altyapı vardı. Balkanlar'da hiçbir şey yok. Dolayısıyla Osmanlıların Balkanlar'daki mimari mirası çok büyük. XX. yüzyılda o mirasın büyük bir kısmı gitti. Ama kalan az değil. Gezdiğim yerlerde, her gittiğim yerde öyle az bilinen veya bilinmeyen şeylerle karşı karşıya kaldım ki meraklandım ve bu kitaplar öyle çıktı ki zaten Balkanlar üzerine yedi-sekiz tane bu projeye bağlı kitabım var. Bir de Evrenesoğulların Yunanistan'daki varlığını...
Hocam son olarak, üzerinde çalıştığınız başka bir konu var mıydı acaba?
Şu anda mı?
Evet ne üzerine çalışıyorsunuz? Bir proje ve benzeri...
Şu anda bir kaç sene rafa koydum demeyelim, çünkü dediğim gibi bütün bu beş-altı senedeki çıkan kitapların çoğu yine Balkanlar üzerine. Daha büyük kapsamlı tahrir defterlerine dayanarak bir XV. yüzyıl Osmanlı Balkanlar'ı üzerinde çalışıyorum şu anda. Bunun ne zaman biteceğini bilmiyorum.
Hocam çok teşekkür ediyoruz... Sağ olun var olun.
Yusuf Sami Kamadan konuştu