Karabatak’ta Mehmet Akif ve İstiklâl Marşı Dosyası
Karabatak Dergisi 56. sayısında Mehmet Akif ve İstiklâl Marşı dosyası ile karşımızda. Yazı ve şiirlerle dopdolu bir sayı var elimizde.
Ali Ural’ın giriş yazısından;
“Zulüm yeniden hortladı ve İsrail Kudüs’ü yerle bir ettiğini sandı. Kudüs gökle birdir halbuki. Gökten hilal silinmedikçe bu bütünlük değişmez. Ebedi bir mühürdür o her coğrafyanın üzerinde. Hilal dediğimiz zaman bayrak, bayrak dediğimiz zaman Mehmed Âkif, Mehmed Âkif dediğimiz zaman İstiklâl Marşı, İstiklâl Marşı dediğimiz zaman aklımıza Kudüs geliyor. Kudüs’le İstiklâl Marşı’nın ne ilgisi var, diye sakın sormayın. İstiklâl Marşı’nın yalnız Kudüs’le değil yeryüzünün bütün mazlum şehirleriyle ilgisi vardır.”
Dosyadan paylaşımlar yapacağım.
Bin Yılın Destanı Yüzüncü Yaşında: İstiklâl Marşı ile Bir Asır - D. Mehmet Doğan
“İstiklâl Marşı, yarışma sonucu ortaya çıkmasına; hatta bilinen, tanınan bir şaire ısrar edilerek yazdırılmasına rağmen tarihten çıkan bir marş. Bu onu önemli kıldığı gibi, büyük bir şair tarafından yazılması da ayrıca değerli hâle getiriyor.”
“Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl.
Şiirin ana fikri bu mısrada ifade edilmiştir ve şair bunu vurgulamak kastıyla şiirin sonunda tekrarlamıştır. “Hakk’a tapan,” Allah’a inanan ve ona bağlanan bir insan, başka hiç bir şeye ram olmaz, kula kulluk etmez; dolayısıyla İstiklâl, hürriyet onun hakkıdır... Bu mısra istiklâl kavramının batıda ifade edilmeyen tarzda bize göre bir tarifi mahiyetindedir.”
Arkadaş Yurduma Alçakları Uğratma Sakın - A. Ali Ural
Âkif inandı. Herkes terk ederken Ankara’yı düşecek korkusuyla, o Taceddin Dergâhı’nı bırakmadı. O dergâhta hayal etti istiklali. İstiklâl Marşı’nı o dergâhta yazdı. Hakkın vadettiği günler kapıdaydı. Birer birer geldiler. Önce Sakarya sonra Kocatepe. Sebilürreşad’da zaferle ilgili ilk yazı 31 Ağustos 1922 tarihinde yayımlandı. Son anda dergiye girdiği anlaşılan “Allahüekber” başlıklı imzasız yazı şöyleydi: “Ey bin üç yüz seneden beri namuslu, dini müdafaa eden kahraman millet! Sen şimdi bu son gaza-yı ekberle dünyadaki davaların en haklı, en kutsî, en şerefli olanını müdafaa ile, o şeref ve şanı yaşatıyorsun. Yürü...”
Yar üstüne yar sevmedi Âkif. İnandı ve yürüdü.
Manevi Cephenin Öncüsü Mehmed Âkif ve İstiklâl Marşı - Muhammet Enes Kala
“Mehmed Âkif, dolayısıyla Kur’an şairidir. Kur’an’ın şifa verici hasletleri önce Âkif’in ruhunda tezahür etmiş, onun ruhunda mayalanıp milletin ruhuna deva hazırlamıştır. Mürekkebi Âkif’in iman dolu göğsü, diviti ilimirfan-hikmet, kâğıdı topyekûn milli mücadele olan İstiklâl Marşımız, bizim milli mutabakat metnimizdir. O, Kur’an’ın neden olduğu feyizli bir gönülden sadır olmuş ve duası yazılırken kabul olunmuş marştır. Aslında o marşa Safahat’ın ruhunun özü nakşolunmuştur. Yani Âkif’in hayatı Safahat’te, Safahat ise İstiklâl Marşında karara varmışsa da o, Marşı Aziz Milletinin gördüğü için Safahat’ine dâhil etmekten imtina etmiştir. İstiklâl Marşı’nın vücuda getiriliş yolu da Mehmed Âkif’in kaderinden pay almış görünür.”
Âkif: İsrafil’in ve Cebrail’in Adamı - Ercan Yılmaz
O, ne Yahya Kemal gibi varlığının dar hendesesinden kurtulmaya çalışan bir fânî ne de Hâşim gibi eşkâl-i hayâtı bir havz-ı hayâlin sularında seyreden melânkolik bir ruhtu. Sezai Karakoç, Mehmed Âkif’ ismini taşıyan küçük ama o çok değerli kitabındaki Âkif’in şiiri hakkındaki bölüme, “Türk Edebiyatında, Âkif kadar, hayatı şiire ve şiiri hayata sokmuş şair yoktur,” cümlesiyle başlar. Hayat ile şiir arasındaki mütekabiliyet, onun Safahat şairinin en başat hususiyetidir hiç şüphesiz. Cemiyet, neredeyse bütün teferruatıyla şiirin içine girer Âkif’te ve o bu teferruatları, muayyen hayat manzaralarını Mehmet Kaplan’ın da ifade ettiği gibi sadece şiirin değil, edebiyatın bütün imkânları ve ifade vasıtalarıyla dile getirir: “Tasvirler yapar, portreler çizer, hikâyeler söyler, fıkralar anlatır, konuşmalara başvurur, vaaz verir. Komik, trajik, öğretici, hamâsî, lirik, hakîmâne her edâyı, her tonu kullanır. Bu suretle Âkif, şiirin hududunu nesir kadar, edebiyat kadar genişletir; hattâ edebiyatı da aşar, onu hayatın ta kendisi yapar.”
Süleymaniye Kürsüsü’nden İstiklâl Marşı’na - Şafak Çelik
Uyarılarını camide, kürsüde bir vaize söyleten Âkif, hayatı dinin alanına getirmiştir. Din, Âkif için sadece ibadet edilip öte dünya için çalışılacak bir konu değildir. Hayatın her anını düzenleyen, toplumsal yaşamı belirleyen, nizam veren bir yapıdır. Dinin bu yönünü de şiire, edebiyata, esere ustalıkla taşıyan bir ediptir. Bu konuda Mehmet Kaplan şu tespiti yapar: “Âkif, kendisinden önce Türk edebiyatında kimsenin yapmadığı bir işi yapıyor. Mâbede sokağı, dinin içine hayatı sokuyor. İnzivasında, insanların hallerini düşünen Yunus, bir gün: ‘Kasdım budur şehre varam feryâd ü figan koparam,’ der. Fakat şehirde değil, ruhun içinde dolaşır. Âkif şehrin içine gerçekten giren ve feryâd ü figan koparan bir şairdir.14” Bunun için dönemin bütün olumsuzluklarına karşı eleştirilerini Süleymaniye Kürsüsünde şiirinde, vaizin ağzından söylettiği gibi İstiklâl Marşında da doğrudan, milletin içinden, kendi sesiyle, derin bir kavrayış ve ustalıkla söyler.
Ey Cemaat-i Müslimîn -Vaazları Özelinde Bir Mehmed Âkif Okuması -Alı Sürmelioğlu
Mehmed Âkif, şiiri, yaşantısı, vaazlarıyla bir bütün halindedir. Kendisine ve manzumelerindeki karakterlerine yüklediği vazifeyi, “Asrın idrakine İslam’ı söyletmek,” olarak belirleyen şairin başmuharrir olarak sırtlandığı Sebülirrüşad’ı İstanbul’dan Türkistan’a kadar ulaştırılmış, sadece İslamcıların değil Türkçülerin de uğrak yeri, seslerini duyuracakları bir zemin olmuştur. Dünyanın öbür ucundaki kardeşinin derdiyle, “Elemim bir yüreğin kârı değil,” demiş ve öyle de yaşamıştır. Manevi evlat olarak kabul ettiği İslam âlimi Hasan Basri Çantay’a, Gölgeler’e kadarki şiirlerinin maksadına dair söylediği, “Cemiyete faideli olmak,” düsturunu İstiklâl Marşı’na kadar taşımıştır.
Mehmed Âkif Ersoy’un Kişilik Tahlili - Hümeyra Yabar
Almayı değil vermeyi seven insanlardandı Âkif. İstiklâl Marşı için açılan yarışmaya sonunda para mükâfatı olduğu için katılmayı istememişti. Vermek ama sadece yardım yapmayı değil canı gönülden paylaşmayı, hediyelerle sevgisini ifade etmeyi seviyordu. Onun insanlara her zaman verecek bir şeyi vardı. Olmasa da ne yapar eder bulurdu. Konu istemeye geldiğindeyse hayatı boyunca şahsı için kimseden bir şey istemedi. O veren el olmayı seviyordu. Hakkı olanı istemek konusunda dahi hep geri durdu. Mutlu olması için zenginliğe ihtiyacı yoktu.
Necmettin Turinay ile Eleştiri Üzerine
Necmettin Turinay, edebiyatın birçok alanında gerçekleştirdiği çalışmalarla tanınan bir isim. Özellikle edebiyat araştırmaları ve eleştiri onun özel ilgi alanı. Edebiyata, hocalığına, çalışmalarına dair geniş soluklu bu söyleşide sorular; Şule Kala’dan.
“Klasiklerin bir özelliği de insanı günübirlik zamanın dışına taşırması. Dün-bugün gibi geçen, değişen duran zamanın değil de geçmeyen bir zamanın varlığı ile insanı yüz yüze getirmesi. Buna geçmek bilmeyen ebedi zaman diyebiliriz. Bunun ancak deruni yanımızla farkına varabiliyoruz.”
“En çok fark ettiğim bölümde edebiyat, sanat, şiir ne varsa bilgiye dönüşüyor. Edebi eser, analiz edile edile, bilgi malzemesi haline geliyor. Adı konmamış, fakat uygulamalardan farkına varabildiğim metodik bir tutumla yaklaşılıyor edebi eserlere. Eserlerin doğduğu dönemle, sanatçının kişiliğinin esere yansıma biçimi ile sonu gelmez uğraşılar. Bu ilişkiyi kurmak kuşkusuz zevk vermiyor değil insana. Ama nihayet yapılan iş, sanatçının ürettiği eserin özgünlüğünü yakalamaktan ziyade, onu bir bilgi materyali haline getirmek.”
“Sanat eseri ya da edebiyat eseri olarak nitelediğimiz verimlerin izahı devirden devire, akımdan akıma değişir durur. Mensup olduğumuz edebi devirlere, sahibi olduğumuz felsefi anlayışlara göre, onda devamlı farklı yanlar buluruz. Onun için farklı farklı izahlara başvururuz. Dolayısıyla bizim edebi esere bakışımız devamlı değişirken, o hep sabit kalır. Sanki eser Mona Lisa’nın yüz ifadesi gibi bakana göre farklı farklı anlamlar üretir. İşte bu anlam “tek”e indirgenemez. Herkes onu benim gördüğüm gibi görsün, yorumlasın denemez. Dolayısıyla burada söylemek istediğim, estetik değer ve tesir üreten eserin, tam olarak ihâta edilemez olduğu gerçeğidir. Bu söylediğim şiir, hikâye ve roman gibi edebi türler için geçerli olduğu gibi müzik, resim, mimari üretimler için de geçerlidir.”
“Dolayısıyla eleştiri kitap tanıtımı değildir. Övmek, yermek değildir. Mimari bir şaheseri demire, çimentoya, kuma veya çakıla indirgemek hiç değildir. O parça parça unsurları nasıl tevhit ediyor sanatçı? Tamlık, bütünlük fikrine nasıl ulaşıyor? Bunun izahı her şeyden önce gelmelidir. O bakımdan eser karşısında, eleştirmen de sınavda sayılır.”
Düşünmek ve Yazmak
Hüseyin Su, “Edebiyat Metni Nasıl Düşünür?” isimli yazısında; düşünmek ve yazmak üzerine düşüncelerini paylaşıyor. Bir yazının içinde düşüncenin yer alıp almamasına dair ortaya çıkan yargıda Su, kendisinin yazma serüvenini de merkeze alarak bir değerlendirme yapıyor. Düşünmeden bir edebiyat metni olabilir mi? Cevabı yazıda.
“Edebiyat metni söz konusu olduğunda, insan ve düşünce ilişkisi bağlamında ontolojik bağın mutlaka kurulması gerektiğine inanan biri olarak her yazarın, yazmaya başlarken daha en başta, “yazı düşünür!” şeklinde bir hüküm cümlesi kurması ve buna da kesinlikle inanması gerektiğini önemser, her zaman da söyler ve yazarım. Çünkü tersinin asla mümkün olmadığını, olamayacağını düşünüyorum ve kanaatimce olması mümkün de değil. Değilse yazı da yazar da genel olarak insan da devamında düşünce eylemi de hem birbirlerine hem de yalnızca kendi tabiatlarına eninde sonunda yabancılaşmak zorunda kalırlar. Çünkü yazı da yazar da -yazdığımız metin her ne olursa olsun- her zaman varlık ve yaradılış bağlamında referans olarak düşünerek eylemeyi alır. Gerçekte başka bir seçeneği de yoktur. Her edebiyat metninin, her yazının başlangıç noktası, mutlaka, kalemin ucundaki muharrik güç, bir düşüncenin iç sesi ve kıpırtısıdır.”
Varlıkta İkiz Ruhlu Güzellik
Varlık kapısındayız. Karşımıza çıkan her şey Rahman’ın tecellisi. Görmek, anlamak arasındayız. Ali Ömer Akbulut, Kitap’tan aldığı ilham ile bizleri ikiz ruhlu bir güzellik ile tanıştırıyor. Kaynak sağlam olunca ortaya çıkan sonuç da insana yol ve yoldaş oluyor; bilgelik ve erdem eşliğinde.
“Varlıktaki güzellik ikiz ruhludur. İkiz ruhluluk aynı zamanda çoklu ruh demektir; hem kendinde hem her şeyde. Güzellik hem zevk, hem hâldir. Güzellik hem yansıtanda, hem yansıyandadır. Güzellik yalandan gülmez insanın yüzüne, kendindeki güzellik gülüşü ona nazar eden çehrede de görülür. Güzellik kapısı varlık kapısıdır, şen girer şanlı çıkarsın güzelleşmiş bir varlık olarak. Her türden ikiliği de bünyesinde barındırır güzellik. Zira ikilikler güzelliğin farklı algılarından oluşmaktadır. Bu algılar algılayanın durumuna göre çeşitlilik göstermektedir, lakin aslında hepsi birdir ve som güzelliktir.”
Teşekkürler Esra Özce
Uçurumda Bir Gömü kitabım hakkında kaleme aldığı bir yazı ile Karabatak’ta yer alıyor Esra Özce. Baştan sona incelikle dokunmuş bir yazı bu. Özce, gömüyü tam anlamıyla içten ve özgün cümlelerle ifade etmiş. Çok teşekkür ediyorum Esra Özce’ye. Eksik olmasın. Yazıdan bir bölümü buraya alıyorum.
“Uçurumda Bir Gömü, Mustafa Uçurum’un on ikinci kitabı. Geniş bir yelpazeden sesleniyor okuruna. Deneme, şiir, öykü, hikâye yazmanın yanı sıra köşe yazarlığı ve öğretmenlik de yapıyor. “Şairin Aynası” isimli eseriyle 2018’de TYB’den deneme ödülü alarak başarısını tescillemiş aynı zamanda. En çok dikkatimizi çeken özelliği ise yurtta çıkan dergileri büyük bir özveriyle sahiplenmesi, titizlikle ve analitik bir düşünce yapısıyla hepsini inceleyerek çeşitli dosyalar hazırlaması ve okuyucuya ulaştırması. Çünkü bunu ancak sanatına kendini adamış bir edebiyat işçisi yapabilir. “Gömü” başlı başlına bu bile olabilir.”
Karabatak’tan Öyküler
Bünyamin Demirci - Kış Günü Bir Ölüm
“Otobüsün bagajına yerleştirilen tabut yolcuları tedirgin ediyor. Kış olması iyi, dediler, kokmaz ceset. Annesi dışında herkes hak verdi. Kadın, soğuk, dedi. Gözyaşları, sıkılan dişler, içilen sigaralar, ölüm üzerine konuşmalar. Kafes sırtına düşünce kuş gibi dürülmüş olduğu yere. Bir şey olmamıştır, demiş abisi önce. Öyle diri duruyormuş. Sonra elini başına götürüp bir of çekince delikanlı, yavaş yavaş gözlerini kapayıp sırtını duvara verince, gürültü ve kalabalık kulağında, etrafında dönmeye başlamış. Ölmemiş önce, hastanede geçen günlerin sonunda bütün gürültüyü kalabalığı susturmak için bırakmış kendini ölüme. Susmadı kimse.”
“Bagajda gidiyor ölü. Anası mola yerlerinde açtırıyor, tabutu sağlama aldırıyor, devrilmesin, iyi bağlayın… Üşür mü, demiyor artık. Her seferinde, havanın soğuk olması iyi, diyorlar. Ben sırtımda kafes, tepemde kopuk halat, ölünün üstüne denk gelmeyen bir koltukta uykusuz, ölümü düşünüyorum. Herkes konuşuyor, babam biriyle tartışıyor. Elime aldığım bıçakla yetişiyorum. Ölü daha tabuttayken ölümü unutarak kavgaya tutuşan amcasını itip dişlerimi sıka sıka oturuyorum bir köşeye. Ölümün terbiye edemediğini kimse terbiye edemez. Bıçağı masaya saplıyorum.”
Sümeyra Yaman – Pencere Kurusu
“Dökülen kırlangıç seslerini pencereden izleme ödülüne layık görülmüştüm. Bu özel ödül için giymiştim tertemiz elbisemi. Oysa ödülleri de sevmezdim, pencereleri de. Her ikisi de karşılarına çıkmadan önce özenli bir hazırlık isterdi. Saçlarımı tarayıp kurdelesi en büyük olan tokayla toplamadan, yıkanıp pilileri yan yana getirerek ütülenmiş elbisem ve beyaz çoraplarım olmadan pencereye çıkmak mümkün mü? Kim kirli çoraplı ve saçları dolaşmış bir kıza ödül verirdi?”
“Bu küçük pencereme kurdeleli tokam sığmıyor, dağınık saçlarım ve üzerime büyük gelen pijamamla karşısına geçtiğimde kimse bana kızmıyordu. Ne pantolonumdaki leke ne de çoraplarımın rengi şikâyetçiydi benden. Karşısında esnesem, gözlerimi ovuştursam, ağzımı şapırdatsam da pencerem suç ortağım olmuş, siliyordu bütün kusurlarımı.”
Karabatak’tan Şiirler
Âkif, yıkıldı Kudüs biz tivit attık gece
kassam füze, haber ajansları fotoğraf
canavar yaşıyor çarpmadıkça göğsümüz
kahrolsun kelimesi bir el bombası
patlamadı unutmuşuz pimi çekmeyi
gazap kıvılcımlarından bize ödünç ver
Âkif, kalbinin dili yoktu bizim kalbimiz yok
organ mafyasının elinde nakil bekliyor
israilli bir zenginin pilli kalbinin yerine
kalbimizle yaşıyor çünkü israil kahrolmadı
buzlu kalbimizle yaşıyor buğuzlu değil
buzlu camlarında morgun çocuk elleri
Ali Ural
toplanacak hâl yok abis zaman dağıldı yön
ışığını taşıyor dilinde inanmış ümmet toplanacak
kanatlarını takıyor koca bir ordu, korkusuz
şeksiz uçmağa varmak için geriyor kanatlarını
güzel çocuklarının hepsinin elinde bir mavzer
kınalı saçlarında cennetin kokusu güzel
savaş yalnız meydanda, top tüfek, göğüs göğse değil
iman savunması. göğüslerde çarpışan inanç savaş
Şafak Çelik
merdiven çatırdıyor ver elini ey Âkif
paltomu ödünç al, bastırdıkça soğuklar
lâ kudretini bildin, bindin atına yolcu
ne kadar çekiştirsek örtemedik alnını
ben ve asım ordaydık iki başında devin
dört omzum olsa taşırdım bir başıma
göğsündeki nişane hep başka parıldıyor
Ali Seyyah
sesinizde gemiler sahile gelemiyor bir türlü
çünkü fırtına çünkü kulaçlar karşı kıyıda
harlıyor ateş odunları
söylüyorsunuz bunu
sol el şakakta sağ profilden fotoğraf bankın üstünde
diz çöküp şöyle sormak ne güzel olurdu
diz çöküp
nasıl parlatılır kalpte dua
güzel olurdu
her gün yerinden çıkartılıp
kışları siper soğuğa, yazları gölgelik “Korkma”
nerede duyulsa hemen ayağa
Meryem Kılıç
Kalabalıklarla büyür sancılı yokuşlar.
Dili yok bu küfenin, hiçbir eş’âr bilmiyor.
Omuzlarından sarkan bülbülün kafesi mi?
Başının içinde kıvranan taze bir diken mi var?
Bir mahalle kahvesinde tutulan nutkudur her akşam,
Kolları çöle yakaran bir Âsım edasında.
Şimdi pencerende, bak güreş tuttuğun dağlara,
Yağmur, vakitli bir şemsiyedir, sözünün arkasında.
Çiçek Demirci
Taraçalarda sessizlik taneleri
Alınmış selam, içilmiş su, yaşanmış an
Geceler hatırına kabul olmuş dua gibi yüzü
Masum olmaktan başka yok çareleri
Bir elinde abaküs, bir elinde alfabe cüzü
O nasıl bir yükseklik kuşlara ekmek atan
Kış bitmiş, herkes herkesi affediyor
Bizim bahçeye nilüferler dadandı, belki de ondan
Ne söylese şarkı oluyor, gelenler bizden
Taranmış saçlarını rüzgâra ithaf ediyor
Tam da istediğim gibi düzeltiyor elleri bir çarşafı
Her yanını beyaza boyuyor dokundukça
Nasıl da zorlanıyor bir serçe ötüşüne getirmek için lafı
Dolanıyor gökyüzünü, bulduğunu aramak için
Bakışı hep orada duruyor dünya durdukça
Hüseyin Akın
valizi kıskançlıkla doldurdum
bununla dağlara kaçabiliriz
tren biletlerine yahut pasaporta gerek yok
dün o kıza gülmüştün esmerdi nasıl da esmerdi
yasadışı işlerle uğraşan komşumuzun
kavga sesleri, kovulacak, sürülecek, dövülecek sesleri
geliyordu ince duvarlardan
komşumuzun otuza varmadan öleceğini bilmemizin de
sesi geliyordu ince duvarlardan
esmer nasıl da esmer kızın da sesi / ikimizin arasından/ geliyordu
Ayşe Sevim
bende hayat durup durup çalışıyor nedense
kimseden kimseye geçmiyor aramızdaki ısı
yası tutuyorum kimse kalmıyor etrafımda
etrafımda börtü böcek etrafımda pür pürçek
etrafımda bıdı bıdı bıdı etrafımda kül bekçileri
keçileri kaçırmaya ramak kala haritalarda
durmadan koşuyorum alkış seslerine aldırmadan
aldırmadan otlara aldırmadan spotlara
kara niyetlilere ak niyetlilere aldırmadan
havada bir tur atıyor günümüz sessizliği
ecnebi gibi bakmıyorum galata’dan
tahtadan eksik kafam gezdiriyor deliliği
kimse almıyor beni benden başka
şapka çıkarıyorum içimdeki kalabalıktan
kalabalıktan yoruluyor elimdeki şapka
yoruluyor günler ağzına kadar dolu ya
suskun suya suskun suya suskun suya
Cafer Keklikçi
Yunus Emre Ay Vakti Dergisi’nde
192. sayısında Yunus Emre dosyası ile karşımızda Ay Vakti Dergisi. Koca Yunus diye selamlıyor dergi Yunus’u Giriş yazısında.
“Göçebeydi, konaklayamadı hiçbir yerde.
Susuşları şiir oldu, dokundu kilim kilim.
Bir çağın en güzel tanığıydı.
Dağ patikalarından seyirdi, acıyla yutkundu.
Toprağa düşünce daha çok göverdi.
Kulağa ses, dile süs oldu Yunus…”
Dosyadan altını çizdiğim satırları paylaşacağım.
Mustafa Özçelik - Yunus’un Nefesi
“Yunus’un nefesi sadece insanlar için de olmamıştır. Molla Kasım menkıbesine göre bakacak olursak denizde balıklar, gökte melekler ve kuşlar da Yunus’un sesinden/nefesinden nasiplenmişlerdir. Çünkü dirilik, nefesledir. Hele bu nefes “Hak avazı”nden gelmişse inci, mercan, yakuttur. Her varlık ondan nasiplenmek isteyecektir. Molla Kasım da şer-i şerif üzere adaletle hareket ederek bu şiirleri insanlar, kuşlar, melekler ve balıklar arasında pay ederek kâinatı Yunus’un sesiyle doldurmuş, dağlar, taşlar, seherlerde kuşlar Yunus’la birlikte zikretmişlerdir. Ne var ki nasıl Yunus şiiri şiir olsun diye söylememişse bizim de onu sadece şiir diye dinlememiz gerekir. Aslında bunun yolunu da kendisi gösterir Yunus’un. Nasıl kainattaki tecellileri görmek için onun ifadesiyle “can gözü” gerekiyorsa Yunus’un sözünü anlamak için de can kulağı gerekmektedir. İsteyelüm iş issini bulup görelümkandadur/Cân kulağı açuğ-ısa işbu sözüm turvandadur”. İşte bu söz her dem yeni söylenmiş gibi turfandadır. Yeter ki can kulağımız açık olsun.”
Prof. Dr. Bilal Kemikli - Yunus’a Göre Dünya’ya Gelmekten Murat Nedir?
Yunus’un dünyası sözünü söylediği bir pazar ise, müşterisi kimdir? Tabi ki öncelikle bizzat sesini, sözünü duyup, sohbetini dinleyen, aynı zaman diliminde yaşayan insanlar… Daha doğrusu onun ifadesiyle “gönüller”dir. Onun ifadesiyle, metâının muhatabı yahut alıcısı gönüllerdir. Müşteri bulmak sadedine gönül kazanmak, elbette onun davasıdır. Lakin oraya dava ile değil, sevgiyle girilir.
Doç. Dr. Dursun Ali Tokel - Yunus Emre’de Akıl: Vücut Ülkesinin Sultanı
En kıymetini bilemediğimiz eserlerin başında Risaletü’n-Nushiye geliyor: Dini-Tasavvufî bir eserdir.” deyip geçiştirdiğimiz ve onu sadece dinî ve tasavvufî bir eser (ne demekse!) sandığımız ve haliyle de “benim tasavvufla ne işim olur ki” deyip hiç üzerimize durmadığımız bir hazinedir Risâletü’n-Nushiye.
Peki ne anlatır bu eser? Açgözlülük, Kibir, Öfke, Gıybet- Dedikodu, Bühtan vb. duygularının elinde esir ve perişan olmuş insanın bu şeytani esaretten nasıl kurtulacağını anlatıyor. Mesnevi’nin başlıkları bile insanın nasıl bir mücadeleye hazır olması gerektiğini pek güzel somutlamış: Dâstân-ı Ruh u akıl; Dâstân-ı Kibir, Dâstân-ı Buşu yani Gazab/Öfke, Dâstân-ı Buhl u Hased ve Dâstân-ı Gaybet u Bühtân…
“Yol Oldur ki Doğru Vara”
Şeref Akbaba’nın anlatımındaki şiirsellik, okuyucuyu kuşatan samimiyet her cümlesinde kendini gösteriyor. Ne anlatırsa yürekten anlatıyor çünkü. Anılar eşliğinde, yaşanmışlıklara dokunan bir muhabbetin damla damla süzülmesi var onun sözlerinde.
Yunusça bir yürekle anlatıyor Yunus’u. Görüyoruz ki dünyamızda hep Yunuslar var. Bereketi eksik olmasın.
“Kütüphaneden mi, birisinden ödünç mü aldım hatırlamıyorum. Sezai Karakoç’un Yunus Emre’si, mülaki olduğum ilk eseridir. Liseye yeni başlamıştım. Roman türü bir Yunus Emre beklerken, dağı- taşı hikâyelerle aşıp gideceğiz diye tahayyül ederken, dağa toslamıştım. Alıntı şiirler hariç, okuduğum birkaç sayfa metin de ağır gelmişti. Kitabı iade ettim. Yıllar sonra okudum, müstefit oldum, neden o zaman anlamadığımın da bir muhasebesini yapma imkânı buldum.”
“Bu da Bizim Yunus. Ay Vakti’ne cuma günleri geldiğinde genelde çayı o demlerdi. İsmail Sezer’le arkadaş grubu olarak gelirler, birlikte de ayrılırlardı. Mekân ve dergi gençlerindi, halen de öyledir. Yirmi yıldır dönem dönem isimler, suretler değişse de gençler hep Ay Vakti’nde oldular ve olmaya da devam ediyorlar. Değerli dostumuz Bilal Kemikli, İstanbul’a gelişlerinden birinde Ay Vakti’ne uğramıştı. Küçük mekânda gençlerle sohbet etmiş, Yunus’un hafız olduğunu da öğrenince “Hocam Yunus’a talibim. Akademik çalışma yapmak isterse kılavuz olurum” diyerek teşvik etmişti. Yunus farklı bir şehirde, bir üniversitede kendi gayretleriyle akademisyen oldu. O dönem dergide olanlarla hep Bizim Yunus diye hitap ettik.”
Ay Vakti’nden Öyküler
Emrah Bilge Merdivan – Yol Telaşı
“Senden ayrılalı ne haldeyim diye sormuşsun. Yekesi kırık tekne gibi akıntı nereye sürüklerse oraya doğru bilinçsizce sürükleniyorum arkadaşım. Doğrularımı kaybettim, neredeyim ve ne kadar açıktayım bilemiyorum. Ayağımı bastığım zemin heyelanlı bir yamaçtan kayar gibi beni savuruyor, köklerimin sarıldığı toprakla beraber kayıyorum. Bilmeden; başka doğrulara mı yoksa yanlışlar ülkesine mi? Anlamadan sürükleniyorum. Doğrularım yok artık benim... Nerden başladığını ve nereye gittiğini bilmediğim akıntılarım var. Söyle bana dostum böyle yola çıkanlar yeni kıtalar keşfederler mi sence? Yoksa helezonik daireler çizip kendilerinde mi kaybolurlar? Aksi bir karayel esip halatlarımı kopardığında ayrılığın acısını özgürlüğün soğuk buzları bastırır sanmıştım. Buz gibiyim şimdi, herkese ve her şeye soğuk bakıyorum. Sevdiklerim ve güvendiklerim için öyle temiz duygular beslemiyorum, herkes şüpheli, her kişi zanlı artık…”
“Doğrunun olmadığı yerde yanlışlar da olmuyor aziz dost. Renk kartelası işe yaramıyor. Dedim ya karanlık burası. Çek beni, çek götür senden yana. Beni benden kurtar, sana götür. Medeniyet kurma iddiasında değilim, senin ülkende bir mülteci olabilsem, senin sevdiklerini sevip doğrularına bel bağlasam yeter. Çıldıracağım aziz dost. Artık dostum musun, onu bile bilmiyorum lakin yalnız şunu anla istiyorum; balta ile binlerce binayı yıktığım şehirde bir tek senin anıtına dokunmadım. Geri dönmek için bıraktığım ekmek kırıntımsın sen benim. Ya al beni ve sen yap, ya da öleyim buralarda. Putları devireceğim derken Kâbe’yi yıkmışım, beni Allah’a havale edip develerinin peşine düşme, ne olur.”
Müjdat Er – Çakır Gözlü Çocuklar
“Siz, babasız büyümeyi bilir misiniz? Babasızlığı yetimlerden dinlediniz mi hiç? Gündelik telâşeler onun yokluğunu hissettirmez; işler güçler eksikliğini kapatır zannedersiniz. Mutfağınızın, oturma odanızın, salonunuzun ihtiyaçlarını temin eder; marka marka irili ufaklı eşyaları beğenerek satın alırsınız da olmayan babanızın yerine vitrinden sıfır model bir baba koyabilir misiniz? Tüm babaları allayıp pullayıp önünüzde seyran ettirsek içinden beğendiğinizi kendi babanız sayabilir misiniz?”
“Yaşı beştir, yani toplasan çıkarsan ana sınıfı çocuğudur. Derken annesi de ölüverir günün birinde. Sebebi meçhuldür. Bu bir rüzgâr, bu bir tufandır. Dünya sahnesinden elini ayağını sanki isteyerek çekmiştir. Baba diyemeden babasını, anne lafzının tadı damağındayken annesini kaybeder. Ama kokusu hep içinde, hayali hep havsalasında, bu ebedi tabloyu asla unutamaz.”
“Çocuklar umudumuz, gülen yüzümüz, yarınlarımız. Sesimiz soluğumuz...Bazen ihmalimiz, bazen aşırı ilgimiz. Unutup unutup hatırladığımız… Önceki gün babamız, dün kendimiz, bugün yavrumuz. Ve dahi bil cümlemiz... Ben çocuğun anne-babası değildim. Dalgalı saçlarını okşadım; çakır gözlerinin içine baktım. Yüreğini okudum. Kalbini fethettim. Dünyayı bir çocuğun penceresinden seyretmeye taliptim.”
Ay Vakti’nden Şiirler
üzülme yaradır geçer sabaha dedi anam
karanlığın uçukladığı dudakları hiç görmemiştim
bir kekliğin kekik kokuları taşıdığını kanında
çıkar mâsivayı da otur kıyısına gülümün dedi anam
deniz bir kere daha maviye çalacak çocuk gözlerinden
yağmur uyuyacak kirpiklerinde bir kere daha
hangi çığlığa süt versem susar oğul dedi anam
hangi kundağa sarsam hangi beşikte sallasam
hüznün ağzı bir tane değil ki keseyim memeden
Selami Şimşek
İçimde yeşerirken henüz gidilmemiş bir ülke,
Kıyının dağa yansımasıdır içimdeki neşe
İncelir dağların uğuldayan sisinde
Merdiven basamaklarını eskitircesine
Çeyissiz bir gelindi annem, bilmedi;
Çekildi usul usul kıyısından hayatın.
Yeniden doğurdu beni, bir kış sabahında,
O kederli izlerini silmek için yaşamın.
Ali Yaşar Bolat
çam ve sedir kokuları duyumsuyorum.
bu bana zamanın hareketsiz kılındığının
habercisi sanki.
biraz tereddüt biraz tedirginlik sarıyor
bütün uzamı.
ve ben böylece apaçık bir imge gibi
duruyorum bir masanın üzerindeki
yosun tutmuş vazoda.
işte şimdi bir şeylerin farkındayız;
tütsü kokan odalarda,
zamanın mekâna doluştuğunun da!
Ferhat Öksüz
Tanzimat ve Siyasi Vesayet
375. sayısı ile karşımızda Yediiklim Dergisi. Oldukça zengin bir içerik karşılıyor bizi. Dergiden yapacağım ilk paylaşım Kemal Şamlıoğlu’nun Siyasi Vesayetin Bir Yeniliği Olarak Tanzimat yazısından olacak. Tanzimat’a edebiyat cephesinden ve yenilikler bağlamından bakan ve siyasi ortamın etkisine göndermeler yapan bir yazı bu. Çok sesliliğin ilk yıllarına dönüyoruz.
Türk siyasal ve kültürel tarihinde Tanzimat, keskin bir yenilik formu ve kapsamlı sosyo-kültürel bir dönüşüm olarak görülebilir. Türkiye'nin yönetiminde modernleşmenin temeli olarak görülen Tanzimat Fermanı, Türkiye'de sosyal, kültürel ve siyasal alanlarda bir müktesebatı tespit açısından anahtar bir özelliğe sahiptir. Tanzimat Fermanı'nın ilanıyla özellikle meydana gelen din ve devlet ilişkisindeki değişim, batılılaşma yönünde şekillenmeye başlar. Cevdet Paşa, Tanzimat’ın ehemmiyetine binaen; “Reşit Paşa, …Tanzimat-ı Hayriyye ferman-ı alisini tanzim etmekle herkes ırz u can u malından emin olarak Devlet, bir asr-ı cedide ile girmiş oldu.” tespitini yapar. Ferman'ın, bir değişimi ve anayasalaşma sürecini esas aldığını şu cümlelerden okumak mümkündür: “Ve keyfiyyat-ı meşruha, usul-iatikayı bütün bütün tağyir u tecdid dimek olacağından…” Söz konusu resmi niyetin Batı’dan kaynak aktarımı bağlamında sadece anayasa ve hukuk alanında değil edebiyat alanı da dahil önemli bir kırılmayı işaret ettiği ortadadır.
Tanzimatçılar, eşitlik kavramından hareket ile Osmanlı Devleti'nin bütün kurumları ile modernleşmesi ve laikleşmesi yolunda önemli mesafe kat eder.Eşitlikçi bu anlayış Osmanlı Devleti'nde din ile devlet arasındaki sıkı kurumsal bağların kopmasında etkili olur.Sivil bürokrasinin öncülüğü ve ulema, halife-sultan ve ordunun işbirliğiyle eğitim, hukuk, ekonomi gibi hususlarda inanç esasları dairesinin dışında sekülerleşme başlar, ulemânın etkisi azalır ve nihayet devleti laik bir görünüme bürünür.Devletin kurumlarının seküler bir yapı ile inşası Tanzimat’ın önemli hedeflerinden olur. Tanzimat yeniliğinin vitrini olan ve edebiyat tarihine geçen baskın metinlerde görülen erken-pozitivizm ve sekülerleşme eğilimi, denilebilir ki Tanzimat modernleşmesinin yürütücü bürokrat sınıfının ortada somut olarak duran ve Batı’ya yönelişin vesayetini;daha doğrusu düşünsel bir batılılaşma programının Osmanlı modernleşmesi bakımından merkezileşmiş durumunu öncelemeleriyle yakından ilişkilidir.
Tanzimat’ın kamusal reformlarının en etkili olduğu alanların başında gelen Batı tarzı eğitim politikası, devamında ilk olarak kültürü etki altına alır ve böylelikle geleneksel ilmiye yapılanması çağdışı ilan edilir.Şunu belirtmek gerekir ki medeniyetin gelişim dinamikleri her zaman faaliyet ve yetkinlik göstermelidir fakat Tanzimat batıcılığı başlangıçta eğitim dönüşümünü İslami bir vaziyet ediş yani bir hal tarzı olarak haklı gerekçelerle sunmuş olsa bile söz konusu yapısal reformlar pozitivist bir nesil inşa etme tehlikesiyle çıkagelmiş ve Müslüman düşünce kaynaklarını çağcıl olmamakla suçlamıştır. Halbuki teknik ilerlemenin ve gelişimin yine teknik sahada sonuçlarını göstermesi gerekirken; aksine bu durum kültürel bir problem olarak gösterilmeye çalışılır. Osmanlı aydınlanmasının sadece teknik dili Fransızca olması gerekirken, aynı nesil bu kez geleneğe karşı üreteceği modern fikirleri Fransızca üzerinden angajmana dönüştürür.
Tanıdığımız İnsanlar
İnsanî ilişkileri ile yaşamını sürdürür insan. Yani daha da fazlası bu şekilde sosyalleşerek toplumun içinde yer almak gibi bir hayat hüküm sürer herkesin içinde. İnsanları tanıdıkça daha da değişir dünya. Kemal Kahraman, tanıdığımız insanlarla olan münasebetimizin sınırlarını çizen bir yazı kaleme almış. İnsan tanıdıkça değişir, yaklaşır, kaybetmekten korkar. Çünkü an acı kayıptır bir insanı kaybetmek.
“Tanıdığınız bir insanın hasta olduğunu duydunuz. Öncelikle ona bakışınızda bir yumuşama olur. Mümkünse ararsınız. Belki uygun bir hediye alarak evine, hastaneye ziyarete gitmek istersiniz. Rahatsız olmasaydı ihtimal hatırlama gereği duymayacaktınız. Hastalığın şekli ve yakınlık dereceniz onunla ilgilenme durumunu belirler ama her durumda hastalık halkanın genişlemesini sağlar. Yıllarca görüşemediğiniz bir insanı hasta oldu diye arama gereği duyabilirsiniz. Bu, içimizde uyanan tolerans duygusuyla ilgilidir.”
“Bir adım daha gidelim. Hastalığın “ciddi” olduğunu duydunuz.“Durum hassas” diyorlar. O zaman siz de daha bir ciddiye alırsınız. Muhtemel gelişme karşısında “son temaslarınızın” olumlu olması için gayret edersiniz. Ona normal dünya koşulları çerçevesinde bakmamaya başlarsınız. Onunla ilgili kafanızdaki tabloda olumsuz çizgiler, renkler, sesler arka planda kalır. Adeta objektifinizin netlik ayarı değişmeye başlar. İyi yanlarına odaklanırsınız. Hatalar, anlaşmazlıklar, farklı düşünceler, tatsız diyaloglar anlamını giderek kaybeder.Bazı söz ve davranışlarınızdan veya yeteri kadar ilgi göstermemenizden dolayı içinizde pişmanlık duyguları peyda olur. Keşke şunu yapmasaydım. Keşke bunu söylemeseydim. Ona daha fazla zaman ayırabilseydim. Bu imkânın bir gün sonsuza kadar yok olacağını nereden bileyim?
Dünyada bize ilk bakışta önemli görünen ve benliğimizi saran ne varsa onu sorgulayalım. Bilelim ki onlardan çok daha önemli şeyler olabilir. Sahip olduğumuz nimetlerin, sevdiğimiz insanların hakkını vermeye çalışarak şahitlerimizi artıralım. Değerlerini anlamak ve ifade etmek için onları kaybetmeyi beklemeyelim.”
Bir Umuttur Beklemek
Nursu Topsakal, umuda dair kaleme aldığı bir yazısı ile yer alıyor Yediiklim’de. Umut varsa hayat da vardır. İnsanı umut canlı tutar. Beklemek gibi.
“Hayatın her alanında ve her yerinde, içinde her duyguyu bulabileceğiniz her insanda farklı düşüncelere ve hatıralara yolculuğa çıkmasına olanak sağlayan, içine kıtaları ve okyanusları sığdırabilen bir kelimedir beklemek.”
“Bazen sancılı, bazen çocukça bir sabırsızlıkla, her anı mutlu olmasa da içinde her vakit umut barındıran, hayatın ta içinden gelen bir kelimedir beklemek. Beklemek bence bir umuttur. Gecenin en zifiri anında bile zihninde yanan bir ampulün yaydığı ışıktır beklemek. İnsan bekleyeceği bir şey olmadan yaşamaz. Hayat bir köprüyse, beklemek o köprünün basamaklıdır. Beklemek çetin bir gecenin aydınlığa kavuşmaya başladığı an gibidir. Beklemek gece gökyüzünde yıldızları görmek gibidir. Okyanusun ortasında ilerleyen bir geminin pusulası; dış ortamla iç ortama ayıran bir pencere gibidir beklemek;hayat gibidir.Bazen acısıyla kıvrandıran bazen içinizde oluşturduğu kelebeklerle ayaklarınızı yerden kesen bir şeydir.”
Gelecekte Bir Edebiyat Hayatı Mümkün Mü?
Gelecek ve edebiyat… Bu ikili çok uzak görünse de yaşayarak görüyoruz ki dijital bir kuşatma altındayız. Bu kadar sanal alemin ortasında edebiyatın nefes alması mümkün mü? Furkan Türkmen, tüm karmaşanın ortasından bakıyor edebiyata.
“Edebiyat sadece duygu, düşünce ve hayallerimizin yazılı veya sözlü olarak ifade edilmesini sağlayan bir terim olarak karşımıza çıkmaz. Edebiyat, insanların kaba ruhlarını bazen ulvi bir heyecan ile kapatırken bazen ise daimi olarak akan kadim bir nehirde kendini ifade eder. Arapça ilmü'l edeb’in karşılığı olan ve edebi bilimlerin tamamını ifade etmek için kullanılan bu kelimeyi Tanzimat’tan sonra tekil anlamında kullanılmış olmasına karşın günümüzde sanal dünyanın akışı içerisinde sun’i ve farklı anlamlara bürünerek, kasten kendi medeniyetinin dışına çıkarılmaya çalışılıyor.
Edebiyatın dijitalleşmeyle gelen sürecinde geleneksel bilginin yerine artık hazır bilgilerin geçtiği bilinmekte. Dijital atmosferdeki edebi eserlerin ne kadar kalıcı olacağını hepimiz yaşayarak göreceğiz.Gelecekte dijital edebi eserlerin yüzeysel bilgiden dolayı giderek bilgi ve anlamdan yoksun kalacağı kolaylıkla tahmin edilebilir.İçkin bir edebiyat eseri ortaya çıkarmak yerine perakendeciliği yapılmakta olan dijital edebi eserlerin hiçbir zarafeti ve kalıcılığı olmayacaktır.”
Yediiklim’den İki Öykü
Şeyda Eroğlu- Apartman Kapısı
Kadın, beşinci katın balkonunda.Kolları korkuluğa dayalı.Bahçede hırgür çocuk sesleri. İçlerinden biri kütüğün üstünde. Bön bakışlarla izliyordu kedinin burnuna musallat sineği. Kadın sinirli. Kütüğün üstüne tüneyen kıza seslendi.
“Edaaa! Kime diyorum, hiç bakıyor mu? Edaaa!"
Oyun sırasında kafasına aldığı darbeden sersemlemişt. Neden sonra ayrımsadı isminin ünlendiğini. Koşup balkonun altına yaklaştı.Başı yukarıda.
“ Sosyete mantısı yaptım, kardeşlerini al da gel çabuk.” Dedi kadın duyulmasını istemiyormuş gibi. Bir eli dudaklarının üstünde siper.
Korkusunu artıran başka şeyler de vardı. Bir gün evvelsi. Gece yarısı. Dördüncü katta kavga kıyamet koptu. Cam çerçeve ne varsa indi aşağı.Muhacirlerin damadı içip içip…Babası evde yok.Pencerede kırmızı mavi ışıklar.Adamın kollarında cam kırıkları.Alıp gitti polisler. Apartmanı kana boyamış kavgasevengillerden adam. Şimdi basamaklarda kan lekesi. Korkusu ikiye katlandı tabii.
Saliha Ferşadoğlu İlhan- Kafesteki Kuş
“Fahrunnisa Hanım temizlik yaparken kimse kendisi ile konuşsun istemezdi. Büyük bir gayretle dikkatini işine verir, huşuyla onu tamamlamaya çalışırdı. İş üzerinde rahatsız edilme fikrinden ödü kopar, korkuyla işini çarçabuk bitirirdi. Bu korku hastalık gibi ona yapışmıştı. Sair zamanlarda asabi bir kadın değildi. Fakat işini yaparken rahatsız edilme düşüncesi zamanla onu öyle hassas, öyle gergin hale getirdi ki bedeni ister istemez aşırı tepkiler sahneledi. Karşıdan bakanın önemsemeyeceği hatta sevimli bulacağı bu tepkiler ruhunda fırtınalar kopmasına yetiyordu. Burun kaldırma hareketiyle başlayan bu tepkiyi bir diğeri takip ederdi: basit boğaz temizleme sesi. Bu boğaz temizleme sesi önü alınamaz bir şekilde büyüyerek karmaşık, anlamsız seslere bürünüyor, cümlelerini kesip biçiyordu. Rahatlayıp gevşeyene kadarda bırakmıyordu peşini.
Apar topar kendine içeri attı. Eve çıktı. Çöp kovasını açıp hapları geri aldı. Acele acele hepsini üfleyip temizledikten sonra ilaç şişesine geri koydu. Rahatlamış ve sakinleşmiş bir halde kocasının yanına geldiğinde yola koyuldular. Adım adım evden uzaklaştılar. Kocasının ağzından henüz olumsuz bir kelime çıkmamıştı. Her şey yolundaydı. Neredeyse katil olacaktım. Tüyleri diken diken oldu cümleyi aklı başında tartınca. Esirgeyen ve bağışlayan Rabbim, affet. Bir an kendimi kaybettim. Sadece bu. Unuttuklarımdan ya da yanıldıklarımdan dolayı beni sorumlu tutma. Bazen insan yeter artık dediği bir noktaya ulaştığında kendini asla yapabileceğini düşünmediği bir şeyi yaparken bulur. İzlediği bir filmdeki karakterin böyle söylediğini hatırladı. Doğru demiş vallahi, benimki de böyle bir halde işte. Bir delilik rüzgârıyla gelip geçen.”
Yediiklim’den Şiirler
İçimdeki beni koparıp atsam dışarı kim karışır
Kim çıkar karşıma karanlığın kapılarını kırıp
Cüret edip bir cinayeti önlemek için alelacele
Ben şeyleri bir araya getirmek için gitmiştim yanına
Kapı komşu çok acılar toplamış çabucak çantasında
Buğulu ayrılıklardan içeri adım atmakta sakınca yoktu
Suçlarımı yüzüne söyledim yüzüme vurmuştu ancak
Kahverengi bir deniz olamazdı lakin çok derinlerden
Bakıyor da hayata, dalıp gidiyordu kendine, içinden.
Nurettin Durman
Bir melami derviştir burada taşlar
İmanını gizler de kusurunu sergiler
Gülüşü aşikârdır hüznü derinde
Üst üste binmiş kediler gibi bakan evlerin
Damlarına zahter kokusu gibi iner yıldızlar
Her gece bir dinden bir menkıbe ağırlar
Akşamları eşkıyalar basan bir köyde doğmuşum
Hısn-ı mansur'daincir, zeytin ve nar ferahlığında
Kubbede felâha, içimde günaha bir çağrı çarpışa çarpışa
Akıllı satılan pazarlara uğramışım ara sıra
Parça parça kopartmış şehirler yüreğimden
İnsanlar hevesimi, şehirler nefesimi tüketmiş
Mehmet Özger
1
Kalbimden başka şiirim yok benim
Gamzen hatırına beni üzme—
Aşk, uğruna ölenlerin hanesine yazılır, ne derim
2
Neyse ki boynumda zülfikar bir kolye
Kendime çekilmiş bir kılıç ve birkaç kalem
Her defasında yaralarımı öpüp kalkıyorum
3
Seni ömrümce sevdim şiir
Ah!Nemon kırk bir kızım var senden
Adları Muş ve Paris gibi şiir miir!
Hüseyin Alemdar
Hepimiz iyilik için beyaz bayrak taşıyoruz
İyiliğin rengi beyaz, kiri belli ediyor üzerinde
Hani camının arkasına yazı yazdığımız gibi
İyilik yap iyilik bul
Laf aramızda iyilik en çok akşamları buluyor sahibini
Gündüzleri dışarı çıkmayacak kadar korkak
Geceleri kahraman oluyor peleriniyle
Yüzümüze taktığımız maske bu havada
Bütün iyiliklerin toplamında elde kalan matematik
İyilik artı iyilik toplanmıyor tahtada
Sonra hiçbir şey iyilik kadar etmiyor pazar başında
Elinde çantasıyla annem iyilik almaya çıkmış
Pazarın sonuna kadar gidiyor
İyilik azala azala
Aykağan Yüce
Gün ışır zaman döner
Alna düşen bir perçemdir huzmeli an
Kıvrımları bileşir rengiyle göz alımlığı
Ilık bir sabahın göğerdiği bir dil ile
Ben neyim ben kimim demenin tuhaflığı
Tanrı vergisi her kalbin sahibine
Kibir günahına bulamış bakışın niyeti ne
Kalbin işareti süveyda siyah inci
Günışığı görmeyen mahremiyetiyle
Alında kalp de aynasıdır gözün iç denizidir insanın
Bulur yerini zamanı gelince
Ali Haydar Haksal
Hayatlar, sevdalar, ümitler yarım
Yarım yaşayıp tam ölen adamlarız
Yarım yaşayıp tam ölen kadınlar ve çocuklar
Ölüyoruz kardeşim ölüyoruz, her gün her gün ölüyoruz
Yasçılar, kefenciler ölü yıkayıcılar nerede?
Nerede bu kentin sakinleri?
Yumruğuna sıkı adamlar olamadık kardeşim
Zalimleri tepeleyemedik, ezemedik
Geçimliğimize çöktüler, yevmiyemize
Bankalar, bankalar ve tefeciler
Dağı taşı koparan çığ gibi çöktükçe çöktüler
Nefessiz kaldık, ihtiyatsız, akçesiz
Kadınlarını saldılar üzerimize sonra
Nice bahadırlarımız biçildi saç teli kılıçlarla
Ki dağlar aşıp nice kışlarda kıyametlerde
Alaz yalaz yürürlerdi
Ömer Hatunoğlu
Yaş aldım kırkımdan
Henüz başındaydım telaşın
Yürüdüm doğduğum semtte
Taşın suyu dövdüğü değirmene
Sancılı bir öğle vakti ayrılmıştım annemden
Yüzünü kazıyarak yüzüme
Haritalara girmemiş şehirlerden geçtim
Ay ışığından işaretlerle
Zulmediyordu kırıklarına aynalar
Sesini taşlara veriyordu rüzgar
Bir başkasının güzü olsaydı saçlarımı dağıtan
Dalından ayrılan yapraklar, benim değil
Değil benim özendiğim çehre
Ayşe Altıntaş
İsmim Kur'an'da geçiyor buna seviniyorum
Kalbim Kur’an'da geçmiyor buna üzülüyorum
Hiç hoş gelmedim, bana kanayacağım yeri gösterin
Ben bir lekeyim silindikçe daha da dağılan
Oysa el verseydi kalbim
Serin bir su olup
Kendimi ateşe verecektim
Sanmayın ki denemedim
Gittim,kalbini ateşe banan insanların kapısına
Gittim, deniz gibi ayetlerle
Benden plaj sordular
Ve taif taşlarına benzeyen sözlerle
Gönlümü kana buladılar
Allah'ım onlar bilmiyorlar
Halil İbrahim Karahan
Hamdullah Suphi Tanrıöver Sebilürreşad’da
Mehmet Akif’in yanına en çok yakışan isimlerdendir Hamdullah Suphi Tanrıöver. Mehmet Akif’in İstiklal Marşı’nı yazmasını sağlayan en önemli isimdir Hamdullah Suphi. Sebilürreşad Dergisi, bir vefa örneği göstererek ölümünün 55. yıldönümünde anıyor bu önemli dava ve yol arkadaşını.
Dergide yer alan yazılardan paylaşımlar yapacağım.
Dr. Lütfü Şehsuvaroğlu - Tefrik Etme Hazinemizin Mimarı: Hamdullah Suphi Tanrıöver
“İstiklâl Marşı yazılma evresinde de onu yazabilecek söz kudretinin Âkif’te bulunduğunu keşfeden Meclis Başkanı ve Türk Ocakları Kurucu Başkanı Hamdullah Suphi’nin de önemini idrak etmek, tefrik etme hazinesinin el’an bu millet yaşadığının delilidir. Eğer Hamdullah Suphi gibi karakterleri yetiştiremezsek Mehmet Âkifleri kalabalığın arasından çekip çıkaracak ve teşhis edecek göz ve iz’anlardan mahrum oluruz.”
“Türk Ocaklarının emektarlarından Fethi Tevetoğlu, Türk Ocakları başkanlığı da yapan TBMM başkanı Hamdullah Suphi Tanrıöver’in İstiklal Marşı’nı Meclis’te okuması sahnesini Türk Kültürü Dergisinde (Temmuz 1966, sayı: 45) şöyle aktarıyor: Temel fikir ve prensibi «milliyetçilik» olan Milli Mücadelemiz’in başarı ile sonuçlanmasında, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi içindeki milliyetçi temsilcilerin büyük hizmet ve rolleri mevcuttur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ve oluşunda şerefli hizmet payı bulunan Türk milliyetçilerinden biri de Hamdullah Suphi Bey’dir.”
“Hamdullah Suphi’nin cemiyetçiliği, siyaset anlayışı, şairliği ve mücadeleci kişiliği hep bu milletin bekası üzerine yüksek bir şuurun eylem planıdır. Yüksek bir şuurun ve adanmışlığın…
Ancak ona medyun-u şükran oluşumuzda birinci hal, İstiklâl Marşımızı Mehmet Âkif’in yazması için ortaya koyduğu teşhis kabiliyeti, tefrik ve takdir etme hazinesi ile ısrarıdır.”
Berat Sarıtop - Türk Ocakları Ve Hamdullah Suphi Misyonu
“Hamdullah Suphi, 1924 yılında Türk Ocakları programında yaptığı bir düzenlemeyle o güne kadar çeşitli yayınlar gerçekleştiren taşra şubelerinin mecmua yayın hakkını yasaklamış ve bu yetkiyi, yalnızca Türk Ocakları Genel Merkez bünyesine aldırmıştır. Bundan amaç şudur ki, gerçekleştirilecek icraatların topluma anlatılmasında merkezi kontrol ve teksesliliktir. Söz konusu durumda ocakların yayınlarındaki verimliliği ve ocak bünyesinde ki düşünce üretimini kısırlaştırmıştır.”
“Hamdullah Suphi ve Türk Ocakları üstlendikleri misyondan ayrılmamış, Türk Ocakları üyeleri, merkez komitesinde inkılaplar aleyhine asla konuşmamıştır ama Hamdullah Suphi Bey’in bir konuya itirazı söz konusudur. Hamdullah Suphi Bey, haklı olarak tarihi bağların ve kültürel etkileşimin aşınacağı ve zayıflayacağı endişesi nedeniyle türbelerin kapatılmasına karşı çıkmıştır. Bu durum Hamdullah Suphi Bey’in tek itirazıdır. Hamdullah Suphi’nin itiraz ettiği tek konu bu oladursun, Türk Ocakları üyeleri inkılaplara karşı gerçekleştirilen hareket ve yayınlardan, fikirlerden, beyanlardan derhal Ocağın bilgilendirilmesini istemiştir.”
Nizameddin Duran - Akif’in Dava Arkadaşı, İstiklal Marşı’nın Hatibi: Hamdullah Suphi
Maarif Vekili (MEB) Hamdullah Suphi Tanrıöver, bu ölmez eseri, TBMM’de okudu. Meclis şiiri ayakta dinlediği gibi ayakta alkışladı. Atatürk de ayağa kalkmış alkışlıyordu; herkes heyecan içindeydi. Mustafa Kemal’in, “Bu marş bizim inkılâbımızı anlatır. İnkılâbımızın ruhunu anlatır. Bunu ne unutmak, ne de unutturmak lazımdır. İstiklâl Marşı’nda, İstiklâl davamızı anlatması bakımından büyük bir manası olan mısralar vardır. Benim en beğendiğim yeri de burasıdır: “Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet, / Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin İstiklal”
“Milli mücadelede, kalemiyle, hitabetiyle büyük işler başaran ve Mehmet Akif’in yol ve dava arkadaşı olan Hamdullah Suphi Tanrıöver’i hazırlamış olduğumuz bu özel dosyayla minnetle ve rahmetle anıyoruz. Bugün, eğer bu milletin ve bu ülkenin bir evladı olarak her söylendiğinde övünç duyduğumuz bir İstiklal Marşı’mız varsa, bunda onun büyük emeği ve çabası olduğunun bilinciyle kendisine, yol arkadaşlarına, emeği geçenlere ve bütün şehitlerimize rahmet diliyoruz. Mekânları Cennet olsun.”
Uygur Türkleri’nin Tarihi ve Kültürü
Kapanmayan bir yaradır Uygur Türklerinin çektiği eza ve cefa. Bitmeden artan bir süreçte devam eden Çin zulmü öyle bir halde ki herkesin gördüğü ama ses çıkaramadığı bir hassas dengede devam ediyor. Çünkü Çin ile ekonomik ilişkisi olmayan ülke yok desek yeridir. Ekonomik çıkarların olduğu bir yerde de haktan ve hukuktan bahsetmek zor görünüyor.
Prof. Dr. Beyhan Asma, Uygur Türklerinin Tarihi ve Kültürü isimli yazısında bu zulme dikkat çekiyor. Tarihten günümüze kadar devam eden süreçten zulmün sebebi ve devamı üzerine önemli tespitler var yazıda. Kültürel zenginliğin etkileşim gücü de yazıda dikkat çeken bir başka nokta.
“Eğer Türkler, türlü sebepler dolayısıyla maddî kültürde garple atbaşı beraber gidememiş olmasına rağmen ince bir zevk taşıyorlarsa, eğer bir taraftan modern dokumacılığın ülkemizde yeni kurulması yanında bugün Türk köylü kızı modern bir Avrupa tablosunu gölgede bırakan halıyı ince bir zevkle dokuyorsa, eğer bugün şehirli Türk kızı Avrupa tekniğini imrendiren nefîs nakışlarını bediî bir sezişle işliyorsa bu kutsal tecellilerin özlerini eski yüksek kültür çağlarında aramalıdır.
Memleketimizin geniş çevresi dolayısıyla Uygur kültürünün büyüklüğü henüz ölçülebilmiş değildir. Uygurların kültür, sanat, bilim ilerlemeleri, coğrafi araştırmaların yanı sıra plastik sanatlarda da eserler verdiği bilinmektedir. Kandıhar, Uzun Kılıçlı Şövalyeler, Eski Türk İslam üslubu olmak üzere, Uygur resim sanat üslubu beş kısma ayrılmıştır. Uygurların matbaacılık, edebiyat, iktisat, yazı üzerinde de etkileri bulunmaktadır. Her ne kadar sınırları ölçülemese de, Uygurların etkileri günümüzde hâlâ önemini korumaktadır.”
Yavaş Yavaş İşgal Edilen Kudüs
Fatma Türk Toksoy ile Kudüs tarihine bir göz atıyoruz. Bir huzur coğrafyasının nasıl olup da acılar yurdu olduğuna şahitlik ediyoruz. Dünyanın kural tanımaz güçlerinin elinde mazlumların nasıl ezildiklerini görüyoruz. Sistemli bir taarruz var karşımızda. Toksoy bizlere 1948’de başlayan bir tarih kesitini sunuyor.
“İngiltere ve Fransa’nın başı çekmesiyle Avrupa, yaptıkları uzun vadeli bir plan dâhilinde 19. yüzyılın başlarında Filistin›de bir Yahudi devleti kurma fikrini ortaya attı. Çok geçmeden bu fikir diğer Avrupa ülkelerinde, Amerika ve Rusya›da hızla yayıldı. Hatta bu amaca zemin hazırlayabilmek Montefiore, 1824-1837 tarihleri arasında Filistin’de 13 yıl kaldı. Bunun gibi gerekli gördükçe Filistin topraklarına seyahat ediyordu. Merak etmekteyim bu seyahatleri zarfında orada neler yaptı ne şeytani fikirleri hayata geçirdi? Ve İngiltere’ye döndüğünde Yahudileri Filistin’e yerleşmeye teşvik etmeye başladı. Ne ile? Yazdığı bir kitap ile… Kutsal Topraklar Seyahatim: 40 Günün Hikâyesi’ adlı çok kapsamlı bir kitap hazırladı. Yazdığı ve kitap olarak bastırdığı günlüğünde, Filistin topraklarını ve ekonomisini cazip göstererek dünya Yahudilerini, Filistin topraklarına yerleşmeleri için teşvik etmeye başladı. Ve artık Yahudiler bu konu çerçevesinde Batılılar tarafından örgütlenmeye başlandı.”
Ölüm Tiyatroyu Yener
Ölüm tüm oyunlardan da gerçektir ve her an yanı başımızdadır. Selimcan Yelseli, António Guterres’in bir sözünden hareketle kaleme almış yazısını. Bahse konu söz: “Sanatın insanlar ve kültürler arasında kurduğu irtibata inanıyorum.” Dünyanın mazlum coğrafyalarında ölüm an be an yaşanıyorsa kimse sanattan bahsetmesin.
“Siz sergilenen oyunu izlerken görmediğiniz Gazze’deki insanlar Bay Guterres, tiyatro sahnelerine yansıyamayacak bir dehşetin tam ortasındaydılar. Dediğiniz gibi, sanat, insanlar ve kültürler arasında müthiş bir bağ kurar… Sanatın gücü ile diğer coğrafyalardaki insanları ve onların kültürlerini kendi coğrafyamıza ait anlayışlar ile yoğurur, belki de yeni akımlar bile oluşturabilir ve insanlığın ortak mirasına katkılar sunabiliriz de lâkin yaşama hakkı olduğu sürece.”
Dizi Dizi Gidiyor Ömrümüz Bir Hiç Uğruna
Maaile Dergisi, dizileri konu alan sayısı ile karşımızda. Şuurlu herkesi rahatsız eden bir hâl aldı diziler. Tv’de ya da dijital platformda fark etmeden toplumu zehirleme rolünü kimseye kaptırmadan açılan yeni kanal(!)lar yoluyla devam ediyor dizi zehirlemeleri. Ben bu noktada hiç olmazsa birkaç önemli yapımı ile TRT’yi hâlâ bir umut olarak görüyorum.
Elif Örs’ün giriş yazısından;
“Kısaca tüm toplum öyle ya da böyle ekranlara bağımlıyız. Son senelerde yetişen nesli de yetiştirenler camideki imamlar, okuldaki öğretmenler ya da toplum önderleri değil kitle iletişim araçlarında yayımlanan içerikler olmuştur. Etrafımıza bakınca bunu hemen görürüz. Televizyonda ve şimdi buna ek olarak internetteki dizi platformları ise şüphesiz toplumu dönüştüren kitle iletişim ürünlerinin başında gelir.”
Dergide dosya konusu yazılardan altını çizdiğim satırları paylaşacağım.
Elif Örs - Dizileşmiş hayat
“Emperyalizm insanlığı sömürürken, en çok kültür silahını, kitle iletişim araçlarını kullanmıştır. 20. yüzyılda insanlar silahtan, toptan çok filmlerle, dizilerle sömürülmüştür. Bu sömürme çeşidi üstelik kansızdır. Toprakları işgal sırasında yerli halkların isyanıyla karşılaşma tehlikesi de taşımamaktadır. Ülkelerde kurduğun bir televizyon kanalıyla, dizi dizi çekip dünya piyasasına sattığın filmlerle toplumları ruhları duymadan sömürebilir, gönüllü takipçilerin haline getirebilirsin. Ülkelerde kitle iletişim araçlarıyla iyinin, kötünün, doğrunun, faydalının, adaletin tanımlamasını sen yaparsın. Kim haindir, kim vatanseverdir, insanlar senin ana haberlerinden öğrenir. Böyle böyle koskoca bir toplumun zihnini yönlendirirsin. Bunun sonunda kısa özeti, toplumların gönüllü köle olmaktan ötesi değil!”
Sedanur Eşitti – Kendimize Biçtiğimiz Rol
“Diziler, filmler, sosyal medya hepsinin danışıklı dövüş halinde olduğu görüşündeyim. Bunları birbirinden ayırmıyor ve birbirinden ayırmanın da hata olduğunu savunuyorum. Sosyal medya dediğimiz bataklık zannedilenden çok daha büyük bir tehlike oluşturuyor. Hiç kimse göründüğü kadar masum değil. Kimse “gerçekten” toplumsal olaylarla ilgilenmiyor mesela.
Kimse kimsenin “gerçekten” umurunda değil. Diziler ile bize lanse edilen o sahte hayatların gözlerimizin önünde yaşandığı bir ortam. Her gün aslında olmayan şeylerin olmuş gibi paylaşıldığı sahte bir dünya. Aslında sanılandan çok daha fazla sahtelik var orada. Çok mu abartıyorum? Şöyle özetleyeyim. Ticaretin bile ahlakının bozulduğu bir mecradır sosyal medya. Önce yukarı kaydırmalı linklerle aslında asla ihtiyacının olmadığı ve olamayacağı bir şeye çok ihtiyacının olduğunu inandırıp, sonra o lüzumsuz ve ederinin iki üç misli fiyata satılan ürünü alıp tüketim çılgınlığına sürükleyen muazzam kurgulanmış bir platform.”
Kader Siviloğlu Gezer - Kültür Emperyalizminden Kültür İhracına
“Yani bir işin iyi olup, olmadığına, faydasının mı daha çok yoksa zararının mı daha çok olup olmadığına bakmak lazım. Ve bu alanları gerekirse devlet eliyle kontrol altında tutup, stratejik adımlar atmakta büyük faydalar sağlayacaktır diye düşünüyorum. Her kuşak kendi dönemine has özellikler barındırmakta ve zamanının en modern araçlarını kullanmakta. Bu alanları boş bırakmayıp işin akademik olarak da altını doldurmak gerekiyor. Çocuklarımıza yani nesillerimize artık ilkokul çağından itibaren her alanda eğitim vermeli ve eğitim modelini çağın gereksinimlerine göre tamamen modernize etmeli. Hangi alanda ve konuda eğitim verilirse verilsin, temelinde mutlaka ahlâk ve maneviyat olmalı.”
Geçmeyen Ağrılarımız Var
Geçmeyen ağrılar… Ne kadar derin bir anlamı var bu ifadenin. İnsanı tam kalbinden yakalayan ve yüzüne acı bir tat bırakan bir gerçeklik bu. Anlatılan bir de Kudüs olunca daha da acıyor içimiz. ”Ağrı ve acı dediğimizde ilk aklımıza gelen: KUDÜS!” diyor yazısında Şenay Şeker. Kudüs’ü anlatmak çok yakışıyor Şenay Şeker’e. Çünkü her sözcüğü Kudüs kokarak dile getiriyor derdini, sevdasını. Yüreği Kudüs sevdası ile atan böyle değerler aramızda oldukça umut ediyoruz ki Kudüs en yakın zamanda özgür Kudüs olacaktır. Dua niyetine geçsin yazdığımız her cümle.
Söz şimdi Şenay Şeker’in;
“En büyük şifa sevmektir ve insan ancak sevdiklerinin ıstırabını ta yüreğinde hisseder. Allah’ın (c.c.), sevgilisi olan Efendimizi (s.a.v.) huzuruna davet edip teselli ettiği Miraç’ın merkezi olan Mescid-i Aksa’da ve İslam coğrafyasının tam kalbi olan Kudüs’te yaşananlar bizi ziyadesiyle üzüyor. Ne yazık ki yaşanan bu zulümlere karşı İslam ümmetinin -pek azı müstesna- sessiz ve duyarsız kalışı, acaba Müslümanlar arasındaki ülfet tamamen kayboldu mu, sorusunu aklımıza getiriyor. Müslümanlar arasına bir hastalık gibi sirayet eden mezhep ayrılıkları, milliyetçilik ve cemaat, parti farklılıklarıyla kalplerin ayrılması, oluşturulan algılarla narkozlanmak suretiyle acılara karşı duyusuz kalış kardeşlerimizin acısını paylaşmaya mani oluyor.”
“Siyonist İsrail’in mukaddes toprakları işgal etmesi ve Mescid-i Aksa’nın tutsaklığı ümmetin gönlünde onulmaz yaralar açıyor. Bu urdan vücudu tamamen temizlemezsek gitgide büyüyecek ve tüm vücudu tutsak edecektir. Derinleşen yaralar daha sonra iyileşse dahi vücutta iz bırakır. Her ne kadar ağrısını yüreklerimizde hissetsek de, karşıdan seyretmekle yetindiğimiz kardeşlerimizin canını, düşmanın zulmünden daha çok bir vücudun azaları hükmünde olan kardeşlerinin sessizliği acıtmaktadır.”
Öncü Kadınlardan Aişe Abdurrahman
Rümeysa Kocamaz Akgün bizlere; şair, edibe, müfessir, gazete yazarı Aişe Abdurrahman’ı tanıtıyor. Sahilin Kızı olarak tanınan bu öncü şahsiyetin mücadele dolu hayatı tam anlamıyla örnek bir yaşam öyküsü. Tanımak ve tanıtmak gerek.
“Aişe Abdurrahman’ın İslam’a hizmet maksadı ile tefsir çalışmalarına ayrıca önem verdiği görülmektedir. O, yaşadığı dönemde çağdaş ve işari tefsir ekollerine karşı bir tutum sergileyerek Kur’an-ı Kerim’in doğru anlaşılabilmesi adına uzun yıllar araştırmalar yapmıştır. Kur’an’ın muhteviyatını dil bilimci bir şekilde açıklamaya çalışarak salt manada bir tefsir çalışması yapmayı arzular. Kelimelerin içerdiği manaları biraz da edebi kişiliği vesilesi ile semantik tarzda yorumlar ve açıklar. Onun tefsiri, Kur’an’ın kendine ait bir üslubu olduğu ve her kelimenin konuşma dilimizce karşılığının olmadığının ispatı ile açıklanabilir. Aişe Abdurrahman’ın şöhreti sadece ülkesi Mısır’da değil diğer Arap ülkelerine de ulaşır.”
“Aişe Abdurrahman, derslerinde gösterdiği üstün başarısı ve ahlaki tutumu sebebi ile öğretmenlerinin her daim takdirlerini kazanmıştır. Akademik olarak yaptığı kariyeri, bıkmadan usanmadan arşınladığı ilim yolları onun azmini yansıtan en güzel nüvelerdir. Ayrıca iyi bir şair, edibe, müfessir, gazete yazarı olarak isminden söz ettirecek binlerce yazıya imza atmıştır. Ardından bıraktıkları bir külliyat şeklinde neşredilebilir.”
İyi Gel Kendine
İnsan en çok da kendini ihmal ediyor. Hayatın koşuşturması bize büyük engeller çıkarıyor. Bir bakıyoruz ki ömür kayıp gitmiş, kendi başımıza kalmışız. İnsan kendine geldikçe ruhu da huzur buluyor.
Gülay Ayvazoğlu, ruha dokunan bir yazı kaleme almış. Salgın döneminin çıkmazlarına da değinilmiş yazıda. Bu zor günlerde aradığımız çıkış yollarının yol işaretlerini sunuyor Ayvazoğlu. Tavsiyeler tam anlamıyla gönle şifa…
“Nasıl da kapandık evlere, rutinlerimizi değiştirdik. Yemeyi, içmeyi, fırını, cafeyi eve taşıdık. Okulu, sinemayı, toplantıyı, akraba buluşmalarını evlerimize internete sığdırdık. Bazen umudumuzu yorduk, bazen canımızı sıktık. Belirsizlikler, yeni normalleşmeler, kapanmalar, online görüşmeler, evden çalışmalar gibi günlük kavramlarımızı değiştirdik. AVM gezmelerinden, hafta sonları alışveriş yapma alışkanlığımızdan, bütün hafta nereyi gezsem düşüncesinden, bitmez hafta sonu trafik çilesinden, nerede ne yerim çılgınlığımızdan oldukça uzak kalmış olduk.”
“Üretmelisin mesela. Boş durmak, boşlukta kalmak kötülüklerin, vesvesenin, olumsuz düşüncenin çağrıcısıdır. Kendine iyi gelecek işler bulmalısın. Çevrendeki insanlara, hatta bütün insanlığa iyi gelebilecek bir niyetle üretmelisin. Üretmek önce kendine iyi gelecek, sonra da ulaşmak istediklerine. Güzel dostlar edin mesela. Hayatına değer katan, sana huzur veren, manen seni besleyen dostlar edin. Dostlarınla zaman geçir, birlikte hayra motor ol. İnsanlık için birlikte çalış.”