Ihlamur’da Sabahat Emir var
Ihlamur dergisi edebiyat dünyamıza derin izler bırakarak çıkmaya devam ediyor. 79. sayıda bizleri Sabahat Emir ile buluşturdu dergi. Birbirinden değerli isim Sabahat Emir hakkında kaleme aldıkları yazıları ile yer alıyor dergide. Dergideki yazılardan paylaşımlar yapacağım.
“Evet, yazarımızı gıyaben ve eserlerinden olmak kaydıyla yaklaşık 35 yıldan beri tanıyorum. Kendisiyle yüz yüze tanışmam ise Türkiye gazetesi çatısı altında oldu. Gazeteci Kenan Akın’ın genel yayın yönetmenliği sırasında Türkiye gazetesine yeni yazarlar transfer ediliyordu. İşte Sabahat Emir de o dönem içinde Türkiye’ye kazandırıldı ve köşe yazıları yazmaya başlamıştı. Üstelik gazetede yazar dostları da vardı: Tarık Buğra, Ahmet Kabaklı, Sevinç Çokum, Gürbüz Azak ve diğerleri… Köşe yazarlığından çok önce, elbette o çok değerli bir hikâyeci olarak edebiyat camiasına kendisini kabul ettirmişti. Hikâyeleri, ders kitapları, senaryoları, denemeleri, roman ve tiyatro eserleri ile edebiyatımızın naif hanım yazarları arasında akla ilk geliveren isimlerdendi.
Tanıdığım zamandan beri Sabahat Emir’de edebiyat dünyasına ve topluma ölçülü bir mesafe vardır. Ancak sevgili ablası Kadriye Emir’in vefatından sonra bu durum bambaşka bir hâl kazandı ve neredeyse tamamen içe kapandı. Bunu çoğumuz anlayamadık. Kimseyle görüşmek istemiyor, basının mülakat tekliflerini reddediyor, sadece sınırlı birkaç arkadaşıyla hususi görüşüyordu. Meğer bu toplumdan kopma değil, aksine cemiyete en güzel romanı armağan etme dolayısıyla alınmış bir tedbirmiş. Merkezde, iç dairede ve ruh dünyasındaki bereketli birikimi ‘sadırdan satıra’ aktarma telâşından kaynaklanıyormuş.”
Mehmet Nuri Yardım
“Evet kelimeler... Bazen can ucumuza bağlı, yürek telimize tutturulmuş kelimeler... Şuur altında gezinen ve hücrelerimizde kilitli kelimeler...
Zaman bir başka, her şey kelimelere dökülüyor, duygular davranışlar esirgenmiyor. İyi mi kötü mü? Belki hem iyi, hem kötü. Ama Sabahat’in dediği gibi yazgınızı, yönlerinizi, çizgilerinizi o sözcükler gerçekleştiriyor. Onlarla açıyorsunuz kapıları, onlarla kapıyorsunuz.
Hangisi doğru
Fakat şu da var... Bazen bir söz her şey demekse de, bazen her şey olmayabilir. Seni seviyorum deyişi sevgiyi, eğer gerçek sevgiyse bütünüyle anlatabilir mi? Öyle diyorum ama biz, daha önceki kuşaklar bu sözcüğü nasıl da esirgemişsizdir sevdiklerimizden. Annemizden, babamızdan, çocuklarımızdan, sevdiğimizden... Biz, çekingen duygularını belli edemeyen, gururu sevginin aşkın üstünde tutan bir kuşaktık. Bir de yeni zamanların insanlarına bakın; sözlerinden davranışlara kadar her şey açık ve ortada... Peki hangisi doğruydu?”
Sevinç Çokum
“Türkiye Gazetesi’nde Genel Yayın Yönetmeni görevindeyken Kültür Sanat Sayfası’nı başarıyla yöneten Mehmet Nuri Yardım’a tanıştırdığımız Sabahat Emir’in şimdiler de yeni bir roman yazdığının bilgisiyle mutluluk duyduğumuzu da açıklamamız icap ediyor.
Sabahat Emir’in Türkiye Gazetesi’nde yayınlanan köşe yazılarında, büyük yankılar aldığını da hatırlatmamız bize düşüyor.
İlk kitabı Ceviz Oynamaya Geldim Odana’dan sonra ard arda güzel eserlere sahip olan Sabahat Emir aynı zamanda, edebiyatın daha doğrusu “Yazılım dünyası”nın “öğreticisi” sıfatına da sahip bulunuyor. Kısacası, Sabahat Emir bir sanat ve edebiyat insanı tanınırken inceleme, araştırma, senaryo yazarlığı, derleme alanında da büyük adımlar atmış arkadaşımız olarak daima gönlümüzde yer alıyor. Arkadaşları, Sabahat Emir’in yeni romanını sabırsızlıkla beklerken başarı dileklerini de iletiyor.”
Kenan Akın
“Sabahat Hanım çok candan bir insandır, tam bir gönül insanıdır, abartısızdır. O kendi dünyası içinde bir edebiyatçıdır. O, basın-yayın dünyasındaki yılları yanında geleceğin sanatkârlarını yetiştiren İTÜ Konservatuarı’ndaki hocalığıyla da değerli bir eğitimcidir. Ondan çok farklı birisi olmasına beklememek lâzımdır. Onun dostluğu sade ve gösterişsizdir ama candandır. Ben her yere yemeğe gitmem meselâ. Uzun süreli dostluğumun olmadığı yerlere yemeğe gitmeyi sevmem ama onun samimiyetine o kadar çok inanırım ki, bazen önemli işlerimi bile erteleyip onun davetlerine icabet ederim. Bu davetler öyle inanıyorum ki, biz dostlarına olduğu kadar ona da mutluluk ve huzur veriyordur. Çünkü insan sevdikleriyle birlikte olduğunda moral ve güç bulur; yaşama sevincinin arttığını fark eder. Hele bir edebiyatçı için bu daha da büyük bir anlam taşımaktadır.”
Muhsin Karabay
“Sabahat Emir öncelikle hayatını edebiyata adamış bir edebiyat kadınıdır. Onun hayatının ekseninde yazma edimi vardır. Yazmak için doğmuş, tasavvuf ehli bir insandır. Toplumda özellikle de Türk toplumunda kadın olmanın gerektirdiği yükümlülüklerin -bir evi çekip çevirmek, çocuk büyütmek, ev hazretlerinin bitmek bilmeyen yükümlülükleri ile ikinci bir mesai yapmak gibi- edebiyat hayatını engelleyeceğini düşündüğünden hiç evlenmemiştir. Bir erkeğin, toplumun dayattığı kadınsal zorunlulukların tahakkümüne girmekten kaçınmıştır. Çok haklı bir toplumsal serzeniş ve cesur bir saptama ile “Evlilik kadın yeteneğinin mezarıdır” der. Paternal düzende kadınlar yaratıcılıklarını çocuk yetiştirirken kullanırlarken, sanatsal diğer yaratılara vakit ayıramazlar. Kadın haklarına ait diğer ciddi sorunları bir tarafa bırakıp yaratıcılıklarının önündeki engelleri tartışırsak, toplumsal olarak düzenlenmesi geren pek çok unsur olduğunu görürüz. Sabahat Emir yazmak için kendisine gereken koşulları yalnızlık pahasına kurmuştur. Yazma eksenine kurduğu hayatını vefatının ardından hep özlemle andığı, kitaplar yazdığı çok sevgili kardeşi Kadriye ile, sonrasında ise biricik yardımcısı Gürcü kadını Ketuna ile paylaşmıştır.”
Ayşe Semerci
Futbol futbol
Nadir Aşçı futbol yazılarına Ihlamur’da devam ediyor. Aşçı bu yazısında futbolun futbol dışındaki dünyasından ve etkisinden bahsediyor.
“Futbol, savaşlar çıkmasına ve devrimler yapılmasına neden olur, mafyayı ve diktatörleri adeta büyüler. Sadece mafyayı ve diktatörleri mi, diğer muktedirleri de büyülediği açıktır. Che Guevara ise futbolun devrimin silahı olduğunu söyler. Herkesin devrimi kendine elbette… Fakat bugün Afrika’nın sömürge ülkelerinde yokluk içindeki çocukların meşin olmasa da bir yuvarlak etrafında koşması bir başkaldırının en kolay işareti olarak okunacaktır. Bu çocukların bulabilip sırtına geçirdikleri formalar arasında hiçbir Avrupalı futbolcunun formasının olmaması ise dikkate değerdir. Ağırlık, Brezilya ve Arjantin formalarıdır. En Avrupalı forma Portekizli Ronaldo’nundur ki Ronaldo’nun Avrupalı olmadığını biliyoruz. Yeri gelmişken, forma bulamayan bir Afrikalı çocuğun sırtına boya ile yaptığı Messi’nin Arjantin formasını hatırlayacaksınız. Formanın, Messi’nin yıllardır oynadığı Barcelona’nın forması değil de Arjantin’in forması olması Guevara’yı haklı çıkartan bir şey olsa gerek.”
Nadir Aşçı
Ali Bal ile geçmiş zamana yolculuk
Geçmiş, nasıl olursa olsun içimizde derin burkulmalar yaşayadığımız bir çağda sığınak olmaya devam ediyor. Geçmişi hatırladıkça içimizde kopup giden her şeye derin bir ah çekmeden edemiyoruz. Ali Bal Ihlamur dergisinde bizleri çocukluğumuzun masum ve huzurlu günlerine götürüyor.
“Güneşe kuruluydu zaman. Saatim yoktu, zamanı gölgeden takip ettiğim günlerim oldu. Evimizin önüne düşen gölge, çizgi çizgi ilerlerdi. Saatimdi gölgeler. Belki bu yüzden hayatımda zamansızdır her şey. Zamansız yaşamaya çocukken başlamıştım ya.
Çocukluğumun her izi, her sözü şimdi gelip duruyor gözlerime. Toprak toprak oluyor bedenim. Sığındığım sadık yâr toprak. Bir de söğüt ağaçlarının serinliği.
Yaylalar, yayla eder gönülleri. Önce umutlar, sonra çadırlar kurulurdu yaylada. Şimdi, yine yayla evlerindeyim. Zamansız oldu, dedim ya hayatımda her şey zamansız başlıyor diye. Terk edilmiş sevgili gibi bomboş bakıyorlar bana. Serinliği yetti gerçi. Şehirlerin mahrum olduğu serinlik!
Yarına dair hayallerimizi söylemeye utanırdık, demiştim. Şimdi, şimdi diyorum utanmasam, bir hayal kursam, yayla evinin bir gözünde çocuk olsam. Çocuksu masumiyetimi kaybetmeden kursam hayalimi. Yarınlar, ah yarınlar!.. Bugün de dün olurken, yarınlarımız hep ertelenedursun.”
Ihlamur’dan iki şiir
uyuyup uyanıyorum
o orada öylece duruyor
gözümdeki manzarayı çekiyorum kenara
yenisini asıyorum
o yine
yerli yerinde
kopkoyu bir şeffaflıkla
aynı yerde duruyor
gezip dolaşıyorum
aklımın değirmeninde eleyip sözcükleri
unufak ediyorum
gelip bakıyorum ki
o benden önce oturuyor
Oya Gündüz Aksu
İki gözün arası yâr, leb değmez bayramlarda
Bir ceylan suya iner
İki göz iki çeşme vuslat sunaklarında.
Yeşil minareden mor ezanlar susacaksın ya
Ya alçalacak yüce kubbesi zamanın
Ya da “o zaman yükselerek arşa değer belki başım”
Yüzün avuçlarında atacak o dem.
Kor ateşler kusacak ejderi acunun
Sözler kucaklayıverse
Gülse şiir çocukları fikrimizin
Doğacak günlerden umutla söyleşen serçeler
Gülse kıvrılıp kulaklarımızda…
Sıddıka Zeynep Bozkuş
Âsım dergisi, Nizam Karasu AİHL’nin yüz akı
Bursa’dan Nizam Karasu Anadolu İmam Hatip Lisesi’nin çıkardığı Âsım dergisi 6. sayısına ulaştı. Bir okul dergisinin çok ötesinde ifadesini rahatlıkla kullanbileceğim bir dergi Âsım. Okul Müdürü Yunus Emre Altuntaş. Bildiğimiz, tanıdığımız Yunus Emre Altuntaş. Şiirleriyle ruhumuzu bir dirilişe davet eden, Huzursuz Bir Rabıta’dan Gökyüzü Kundağı kuran bir şair Altuntaş. Şimdi bir de değerli dostum Mustafa Öztürk dahil olmuş okulun ve derginin kadrosuna. Beklentileri yüksek tutmak hakkımız.
Okul dergileri Türkiye’nin dört bir yanında çıkıyor. Neredeyse her okulun irili ufaklı bir dergisi var. Göstermelik yapılan çalışmaların yanında özverili örneklerle de karşılaştığım oluyor. Âsım dergisi adresime gelen onlarca derginin içinde özel bir yere sahip. Derginin tümü okul öğretmen ve öğrencileri tarafından hazırlanmış. Dergiyi doldurmak için genelde alıntı yapma yolunu tercih eden bu tür dergilerin aksine Âsım, ait olduğu okulun özgün bir eseri.
Dergi, Fuat Sezgin hakkında özel bir dosya hazırlamış. Birçok yazı var bu konuda. Bu yılın Fuat Sezgin yılı olduğu düşünülünce isabetli bir sayı olmuş bu.
“Hayatını İslam bilim tarihi araştırmalarına adayan ve bu alanda dünyanın tartışmasız en önemli bilim insanlarından olan Fuat Sezgin altmış beş yıllık araştırma araştırma ve öğretim faaliyetlerinin arkasında çok değerli eserler, kurumlar ve keşifler bıraktı. Tarihin arka odalarında yok olmaya yüz tutmuş İsla Bilim Tarihi’ni karanlıktan aydınlığa çıkartarak büyük hizmetlerde bulundu. 27 Mayıs 1960 darbesi süresinde kendi ülkesinin mevcut şartları bu değerli bilim insanına çalışma alanı sağlayamasa da doksan dört yıllık ömrünün son anına kadar ilmi faaliyetlerde bulunmaya gayret gösterdi.”
Özgür Bozkurt
“Batılı tarihçiler on altıncı yüzyıl öncesini karanlık çağ olarak nitelendirmiş ve bilimin kaynağını yalnızca Yunan felsefesine dayandırmıştır. Batılıların, Müslümanlardan aldıkları bilgileri kaynak göstermeden kendilerine affetiklerini ve İslam düşünürlerinin bilimdeki yerlerini yok saymalarını kabul etmeyen Hoca ‘Bilimler tarihi milletlerin müşterek mirasıdır. Bugün Avrupada’ki bilimler İslam bilimlerinin bir başka coğrafyada, değişik tarihi şartlar içerisindeki devamından ibarettir.’ diyerek tepkisini dile getirmiştir. Prof. Dr. Sezgin, ömrünü, Batılıların görmezden geldiği, Müslümanların ise bihaber olduğu İslam bilim tarihini gün yüzüne çıkarma gayretiyle geçirmiştir.”
Rabia Aydın Sarı
“Fuat Sezgin ‘Amerika Kıtasının Müslüman Denizciler Tarafından Kolomb Öncesi Keşfi ve Piri Reis’ adlı eserinde Amerika kıtasının ilk olarak Müslümanlar tarafından keşfedildiğinden ve keşiflerden yüzyıllar öncesinden beri sayısız defa gidildiğinden söz eder. Lakin bu keşif bir sömürü ve tahakküm amacı taşımadığından çok da dile getirilmemiştir. Hatta Kolomb ve arkadaşlarının Müslüman denizcilerin haritalarını kullanarak sonuca vardığından söz eder. Yine Piri Reis’in haritalarının zihinlerde nasıl yer etmesi gerektiğini ezber bozucu bir bakışla okur. İşte buradan bakınca bilginin, kültürün ve tarihin egemenlerin tüm zihinsel dayatmalarına rağmen düşüncenin namusunu yere düşürmeden nasıl okunacağını göstermiştir Sezgin.”
Mustafa Öztürk
Muhammed İkbal üzerine
Nilgün Alak, Âsım’da Muhammed İkbal üzerine bir yazı kaleme almış. Çok değerli tespitler var Alak’ın yazısında. “İkbal’in Türk milletine derin bir sevgisi ve saygısı vardır. İkbal’in bu özel ilgisini her şeyden önce Mevlana’ya bağlamak gerekir. Çünkü onun manevi mürşidi Mevlana, hemen her konuda her düşünce ve aşamada İkbal’in manevi hocası, üstad ve mürşidi durumundadır. İkbal’in 1908 tarihinde yazdığı ‘Bilad-i İslamiyye’ şiirinde İstanbul’un uzun süre Osmanlı Devleti’nin merkezi olduğu ve toprağında bazı sahabeler bulunduğu için Kâbe gibi kutsal saymış ve şöyle demiştir: Ey Müslüman, ümmetin kalbi bu şehirde atar, bu şehir yüzyıllar süren kanlı savaşların meyvesidir.”
Âsım’dan hikâyeler
Âsım’dan Gül Taşdemir’in Çakıl Taşı hikâyesi; anlatımı, akıcılığı ve kurgusu ile başarılı bir hikâye. Daha yolun başında, genç bir kardeşimiz Gül. Olaylar arasındaki geçişi daha renkli ve yavaş sağlarsa hikâyenin kurgusu yerli yerine oturmuş olur. Ben Gül Taşdemir’e bol bol Yıldız Ramazanoğlu okumasını tavsiye ediyorum.
Âsım’dan dikkat çekmek istediğim ikinci hikâye Ebrar Melek Özbay’a ait Denek isimli hikâye. Fantastik unsurları sonuna kadar kullanmış Özbay. Kurgunun sınırlarını da zorlamış. Aslında hikâye unsurlarını yerli yerinde kullanınca ortaya çıkacak ürünler gelecekte kurulacak sıkı cümlelere de bir zemin hazırlayacaktır. Yazarken yazarın sınırı olmaz. Onu engelleyen unsurlar vardır; dünya görüşü, aklın sınırları, hayata bakış açısı gibi. Özbay’ın kuşatıcı anlatımı bunu sağlayacak bir güce sahip. Hikâyesini renklendirmek ve cümlelerini hayatın rengine boyamak da Özbay’a kalıyor. Ben Ebrar Melek Özbay’a da Borges okumasını tavsiye ediyorum.
Münip Utandı ile müzik tadında söyleşi
Karabatak dergisi 44. sayının söyleşisini Münip Utandı ile yapmış. Söyleşiyi gerçekleştiren İsim Bünyamin Demirci. Konuya vakıf bir isim Demirci. Durum böyle olunca ortaya keyifle okunacak müzik tadında bir söyleşi çıkmış. Sadece Münip Utandı’nın müzik serüvenine şahit olmuyoruz söyleşiyi okurken. Geçmişten günümüze, müzikten edebiyata geniş bir yelpzxe var bizi bekleyen.
“Eskiler musikimiz için şerefli ilim anlamına gelen ilm-i şerif derlermiş. Bana hocam Nevzat Atlığ bir konser arasında bunun İbnülemin Mahmut Kemal İnal’a ait olduğunu söylemişti. Tabii bu sözü kaybolmayan ve değişmeyen musikimizin klâsiği için söylemişler yani aslolan kültürümüzün diğer dallarında olduğu gibi klâsik musikimizdir. Bu bakımdan bu musikiyi icra eden sanatçının / icracının, sanat yönetimini nefsine kapılıp bırakmaması, hırsa kapılmaması gerekir. İcra edilen eserde özün deforme olmaması, bir başka deyişle melodik yapının ritmik özelliğinin bozulmaması ve estetik kurallara mutlaka uyulması gerekir.”
“Sanatçı belirli bir dönemden geçer, arayışlar içinde olur, olgunluk döneminde ise artık temel ilkeler edinmelidir. Meşhur olmaktan çok sanatçı olmanın gayreti içinde olmalıdır. Yahya Kemal Beyatlı’nın meşhur rubaisinde olduğu fibi ‘bir meşaledir devredilir elden ele’ sanatçı.”
“Beste ve güftenin izdivacı çok önemlidir. Eskiden güfte vardı. İşte Nedim’den, Yahya Kemal’den bestelerlerdi. Şiir vardı yani. Zaten şiire baktığınız zaman, şiirin kendisi bir musiki Yahya Kemal’in ‘Körfezdeki dalgın suya bir bak göreceksin.” mısraı, hiç bestelenmese bile bir musiki. Onun için eski bestekârlar, Münir Beyler olsun Yesari Asımlar olsun, özellikle şiire çok önem verirler. Daha eskide de öyledir. Şimdi söz var değil mi!”
“Sanatta, kültürde ne yaparsanız yapın, Süleymaniye nasıl duruyorsa, hat sanatımız nasıl duruyorsa öyle duracaktır.”
Ustalar ve çıraklar
“Usta - çırak ekseninde edebiyat” Karabatak dergisinin dosya konusu. Böyle bir dosya konusu en çok da Karabatak dergisine yakışırdı. Ali Ural Hoca yıllar var ki kendini gençlere adamış bir yazar. Onun tezgâhından geçen gençler bugün edebiyat dünyamızda kendine yer bulan isimler arasına girmeye başladı bile. Dosyadan altını çizdiğim satırlara Ali Ural ile başlıyorum.
“Yazarlık eğilimlerinin belirlenmesi ve desteklenmesinden yola çıkarak belirlenen yaratıcı yazarlık programları, okuma bilinci ve birikimi kazandırarak yazarlığın gizli bahçesini hazırlamaktadır önce. Bu minvalde edebiyatın başyapıtlarının irdeleyici ve dönüştürücü okumalarla yeniden keşfedilmesi gerekmektedir.”
“Yaratıcı yazarlık, seçilecek edebi tür konusunda ustanın rehberlik ettiği bir alandır aynı zamanda. Usta öğrencisine pekâla, ‘Sen şiir yazma. Senin başarılı olacağın alan hikâye ya da romandır.’ diyebilir.”
“Gorki'nin yazarlık hayatında katkısı olan isimlerden biri de Çehov'dur kuşkusuz. Klasik bir usta-çırak izleğinde söylenmemiş olsa da Çehov'un Gorki'ye vermiş olduğu şu öğüt bütün zamanların yazarlarına rehberlik edecek önemdedir: “Öylesine kesin sözcükleriniz var ki okuyucu kendini onlarda bulmakta güçlük çeker ve yorulur. Müsveddelerinizi düzeltirken gereksiz tasvirleri, sıfatları elden geldikçe çıkarmaya çalışınız. Örneğin, ben, Adam, çimenler üzerine oturdu diye yazdığım zaman, bunu herkes anlar. Ama, eğer “İri yarı, basık göğüslü, orta boylu, kızıl sakallı adam, çevresine ürkek ürkek bakarak yeşil ve gelip geçenlerin çiğnediği çimenlerin üzerine yavaşça oturdu, diye yazarsam, hem güç anlaşılırım hem de okuyanı yorarım. Bu okuyanın hemencecik zihnine girmez. Oysa, edebiyat, saniyesinde girmelidir zihnine.”
“Yaratıcı yazarlık atölyelerinde yazarlık öğrenebilir mi? sorusu ancak, usta çırak ilişkisinin modern bir çalışma alanına taşınıp taşınmadığıyla ilintili olarak cevaplanabilir. Çalışmanın süresi ve yazar adaylarının azmi, süreç içerisinde beslenilen kaynaklar, ustanın takibi ve yalnız teknik bilgilerle yetinmeyip sezgileriyle öğrencilerini doğru tarafa yönlendirip yönlendirmediği gibi pek çok etkenden bahsetmeksizin bu soruya sağlıklı bir cevap vermek mümkün değildir.”
Ali Ural
“Hemingway, bir yandan çalışmalarını Ezra Pound’a da gösteriyor; onun uzun eleştirileriyle karşılaşıyordu. Pound, özellikle metindeki sıfatların üzerini çizerdi. Daha sonraki yıllarda Hemingway şöyle diyecekti, ‘Ezra bazen doğruyu söylerdi. Ama yanıldığında, o kadar kötü yanılırdı ki hiçbir zaman tereddüt etmezdiniz. Getrude Stein’se, her zaman haklıydı.”
İki Yürekli Koca Nehir öyküsünü yazarken yüze yakın taslak çıkarmış, şehri Cezanne’ninkiler gibi resmetmek istemişti. Ama Gertrude’a yazdığı mektupta şöyle diyordu, ‘Hiçbir şey olduğu yok, şehir taşıyor. Gerçi yazmak zor bir iş değil mi? Ama seninle tanışmadan önce kolaydı.’
Güzide Ertürk
“Burun adlı öyküsü, gönderdiği Moskovski Nablüdatel dergisinde bayağı bulunup yayınlanmayınca Gogol’a kol kanat geren yine Puşkin oldu. Sovremennik adlı dergisinin sayfalarını ona açmakla kalmadı kendisine ithafen şu satırları da yazdı: ‘Gogol uzun bir süre bu öykünün basılmasını istemedi. Ama biz onda öyle şaşırtıcı akla sığmaz, neşeli, özgün şeyler bulduk ki öykünün el yazmasının bize verdiği zevki okuyucularımızla paylaşmaya razı olması için kendisini güçlükle ikna ettik.’
Rabia Berna Tümkor
“Son yıllarda hem Yahya Kemal hem de Tanpınar hakkında büyük bir ilgi uyandı. Çok sayıda çalışma var. Adeta Yahya Kemal ve Tanpınar enflasyonu oluştu. Malum çok fazla eser çok fazla bilgi kirliliği anlamına geliyor. Hatta Yahya Kemal’in Sessiz Gemi adlı şiirini bir zamanlar aşk yaşadığı Celile Hanım için yazdığı bile uyduruldu. Oysa ki kendi anılarını okuduğumuzda böyle bir ibareye rastlamıyoruz. Yahya Kemal ve Tanpınar üzerine ilgi duyulması mutluluk verici ama çalışmalarda veya yazılarda biraz daha dikkatli olunması gerekir.”
Ünal Çelik
Ali Ural hakkında Naime Erkovan “Ustam” isimli bir yazı kaleme almış. Bu güne kadar sayısız öğrencisi olan bir isim Ural. Böyle bir dosyada Ali Ural hakkında yazmayı en çok hak eden isim olarak benim aklıma ilk gelen isim Naime Erkovan’dı. Dergide bu yazıyı görünce “tam isabet” dedim.
“Edebiyat benim için hocam demek. Yazdığım her kelimenin, kurduğum her öykünün onun onayından geçmesi demek ama en önemlisi, onun nefes alıyor olduğunu bilmek demek. O var oldukça hayal gemilerim dünyanın bilinmeyen denizlerinde keşfe çıkacak; o var oldukça sözcüklerim kanatlanıp kâinatı sayısızca kat edecek.”
Naime Erkovan
İçimizdeki göç ve çatıdaki kanatlar
Hande Aydın’ın “Çatıdaki Kanatlar” isimli öyküsü gerek kurgusu gerekse olaylar arasında sağlanan bağlantının sıcaklığı ile keyifle okunacak bir öykü. Bir aile öyküsünü Aydın, doğanın kanunları ile birleştirerek aslında bizlere içten bir mesaj veriyor. Yaşadığımız hayat doğa ile iç içe. Önemli olan bunu hissedebilmek. Bir de hissettiğini aktarabilmek.
“Fakat nedense bu sefer içime bir kurt düşmüştü. Tepemizde takırdayan leyleklerin seslerini duymamak için kapıyı pencereleri kapattım. Huzursuzdum. Sebebini bilmediğim bu duygu içimi kemiriyor, sabahtan beri tek lokma yemediğim halde mutfaktan gelen kızdırılmış tereyağın kokusu bile iştahımı açmıyordu. Odanın içinde bir iki turladım önce. Oturdum. Sehpanın üzerindeki dergi ve gazete yığınından bir tane çekip karıştırmaya başladım.
Son yokken postacı geldi, dedi Süheyla. Televizyonun üzerine koydum. Bak bakalım neymiş. Resmî bir yazı galiba.
İçimdeki kurt şimdi koca lokmalar koparmaya başladı. Beklediği felaket haberini nihayet almış bir adamın bitkinliği içinde televizyonun durduğu sehpaya ilerledim. Üzeri siyah damgalarla dolu sarı renkli küçük zarfa uzanırken annemin, yarı açık ağzıyla arsız arsız sırıtan tahta bavulu gözüme ilişti. Çatıdan hâlâ biri inip biri havalanan leyleklerin takırtısı işitiliyordu.”
Karabatak’tan şiirler
ham ervah anlamaz hüner nereden doğduğunda kopar kıyamet
sahibinden ayrı düşen sanat atını terk eder de bir sanrı olarak kalır
Ali Ural
Yeter ey ışık
bu hasta ruhlara şifa diye
yine türkçe doğ içimize
öyle buyurmuş emre
esirgeyene ve koruyana
yaklaştır ellerimizin çiğ bademini
dişe diş kılıca kılıç çok çetin
yatağanlardan savun bizi
kalkanlardan kurtar
keskin pençemizi
Adem Yazıcı
Fazla uzağa gitmiş olamaz
Türlü türlü huyu olsa da ömrün
Toplanır mevsimler kışta
Vaktine yetişmeyen namaz
Gibi tanırsınız onu ilk kılışta
Hüseyin Akın
Rüzgârla aramda nedir bu uyum
O yükseliyor ben susuyorum müzik yok
Ben koşuyorum müzik yükseliyor rüzgâr yok
Müzik duruyor rüzgâr duruyor
Ben tek ayaklı
Sümeyra Yaman
donmuş yüzüyle ay
solgun beyaz
yitirir gölgesini, şehrin
üstünde, gezinirken yansısı
aydınlatılmış parlak
bembeyaz sokaklarda
biliyorum kim böldü ayı
birleştiren kim
parmağını uzatınca göğe
ay titrer, yaklaşır
gölgesi düşünce güne
elim ayağım boşanır
huzursuz uyku salıncağı
ve bitmemiş işler
heves sönmüş
boğazıma akıyor gün
uyudum ve geçtim
yolun kabasını
şehrin aydınlığını bırakıp
Şafak Çelik
İnsan en fazla ölüyor sen bunu biliyorsun
Yaşıyoruz bu hayatı hani, en kötü alışkanlığımız
Yaşıyoruz birader, Müslümanız, bu oyun bata çıka oynanır
Sezgi, hız bir de hüznümüz biliyor bizi, sen bileniyorsun
Çünkü Musa senin adın, meydandadır sır
Muhammed Enis Özel
- - -