"Bana saatini göster, sana kim olduğunu söyleyeyim."
Saat, hayatımızda hem zaman anlamında soyut bir kavram hem de ete kemiğe bürünmüş bir aygıt olarak kullanılır çok kere. Daha anlaşılır ve hesaplanabilir olması için zamanı yıllara, aylara, günlere, saatlere, dakikalara, saniyelere ve saliselere bölmüştür insan. Onu hesap edebilen bir sayaç olarak da saati bulmuştur günün birinde. Bu aygıtı Hz. Yusuf'un Mısır'ın kara zindanlarında mahpus hayatı yaşarken icat ettiği yaygın bir kanaattir.
İlk insanlar tabiatın ahvaline bakarak zamanı belirlemeye çalışmışlardır. Güneşin ve yıldızların konumu bu hususta belirleyici olmuştur. Hem ilk insanlar zamanı bugünküler gibi ayrıntılı izleme ihtiyacı ve merakı içerisinde olmamışlardır. Onlar için mühim olan, ekim ve hasat dönemleriydi. Bu dönemlerin belirlenmesi, hayatlarını idame ettirmek için yetiyordu.
Saatler, geçen zaman içerisinde büyük bir değişim ve dönüşüm geçirmiştir. Zamanın akışını ölçen saatin değişimi, insanlığın değişiminin de bir yansımasıdır. Kum saati, güneş saati, su saati, ateş saati, mekanik saat, quartz saat, atom saat, asma saat, çalar saat, duvar saati, cep saati ve koyun saati bu değişimin ve dönüşümün meyvelerinden bazılarıdır.
Takdir edersiniz ki saat bize sadece zamanı gösteren alelâde bir araç değildir. O bizim adeta bir parçamız olan, her ân'ımıza şahitlik eden ve ân'larımızı bir araya getiren vasıtadır. Onun içindir ki saatleri bir metal parçası olarak görmeyiz, onunla hissî bağlar da kurarız.
Saat sadece duygusal olarak değil maddî olarak da bizi tamamlayan kıymetli bir aksesuardır. O, bizim tarzımıza ve beğenilerimize de ışık tutar. Bu minvalde "Bana saatini göster, sana kim olduğunu söyleyeyim" gibi iddialı bir cümle kurmak da mümkündür.
Saatin edebî metinlerde kullanılması ta divan edebiyatına dayanır.
Saat; şair ve yazarların vazgeçemediği, metinlerinde sıkça sözünü ettiği aksesuarların başında gelir. Hikâye, roman ve şiirlere baktığımızda saatlerle ilgili pek çok anekdotla karşılaşırız. Bu, sanıldığı gibi yakın dönem edebiyatımızla da sınırlı bir durum değildir. Saatin edebiyata girişi ve edebî metinlerde kullanılması ta Divan edebiyatına kadar dayanır.
Cihan padişahı Kanunî Sultan Süleyman "Muhibbî" mahlasıyla yazdığı Divan şiirlerinden birinde saate ve ömrün kısalığına vurgu yaparak şöyle demektedir:
"Dilâ magrûr olup virme gönül bu dâr-ı dünyâya
Hakîkatle nazar kılsan hemân bir iki sâatdür"
Dünyada zamanın akışını belirleyen saatin yanında, insanı hayatta tutan kalbin de bir saati vardır. Kalp de bir saat gibi her an bir yelkovan misali atar durur. Kalbin her atışı bir saniye hükmündedir. O, bizim bir anlamda ömür saatimizdir. O saatin durması bedenin taş kesilmesi, dünyaya dair her şeyin tükenişi demektir. Onun içindir ki zamanı ölçen saatlerimize nasıl gözümüz gibi bakıyorsak, puslandığında sildiriyorsak, belirli periyotlarda bakımını yaptırıyorsak tıpkı öyle de ansızın teklememesi için kalp saatimizi de zaman zaman bakımdan geçirmeliyiz. Bizi yolda koymaması için onu kendi akışına bırakmamalıyız.
Ruhumuzun aynası hükmündeki kalp saatinin en etkili bakımı tövbedir. Çünkü kalp saatinin en yaygın ve en tehlikeli arızası, günah pası yüzünden çalışamaz oluşudur. Bunun bir ötesi, kalbin mühürlenmesidir. Kalp bir kere mühürlenmesin, o mührü sökmek, onu doğal akışına döndürmek zordur. İsmi pek de bilinmeyen Divan şairi Ref'î Kâlâyî "Kalbini tevbe ile jeng-i günehden pâk it/Sildirir togrı yürisin diyen âdem sâat" diyerek buna vurgu yapmıştır.
"Saatleri Ayarlama Enstitüsü"nden "Büyük Saat"e saatin edebî serencamı
Saat, Türk edebiyatında birçok eserin muhtevasına girmekle beraber, birçok esere de isim olmuştur. Bunlar arasında Ahmet Hamdi Tanpınar'ın roman türünde kaleme aldığı "Saatleri Ayarlama Enstitüsü"nü, Turgut Uyar'ın şiir türünde yazdığı "Büyük Saat"ini, Şevket Rado'nun deneme türündeki "Eşref Saat"ini, Fecriâtî şairi Ahmet Haşim'in gazetelerde çıkan şiirlerini topladığı "Göl Saatleri"ni, Sezai Karakoç'un ruhumuzu okşayan enfes şiirlerini bir araya getirdiği "Hızırla Kırk Saat'ini, Beşir Ayvazoğlu'nun şair ve yazarların bilinmeyen ilginç yönlerini anlattığı inceleme eseri olan "Saatler Ruhlar ve Kediler"ini gösterebiliriz.
Bir zaman ölçeği olan saat her zaman aynı hızda ve tempoda yürümez gibi gelir bize. Bazen bir saatlik zaman dilimi, bir gün veya bir ay gibi hissedilir. Çünkü bir türlü geçmek bilmez. Bazen de bir gün, bir saat gibi gelir bizlere. Öylece çabuk geçer. Oysa saatin akrebi ve yelkovanı mekanik olarak her zaman aynı hızla akar durur. Onu yavaşlar veya hızlanır gibi gösteren şey; içinde olup bitenler, yani yaşantılardır. Zira zaman, hayatın öznesidir.
Zaman, haddizatında soyut ve izafi (göreceli) bir kavramdır. Bunun içindir ki yere ve vakte göre farklı durumlar arz eder. Güzel anlarımız çabuk, sıkıntılı anlarımız ise yavaş geçmeye meyillidir. Beklemek sanki zamanı uzatır. Bir gün bir asra bedel olur. Onun içindir ki "El-intizâr eşüddü nine'n-nâr (Beklemek ateşten daha yakıcıdır)" denilmiştir.
“Ne içindeyim zamanın,/Ne de büsbütün dışında"
Saatlerin her birimiz için farklı aktığını söylemek pekalâ mümkündür. Bazen tıpkı şair Ahmet Hamdi Tanpınar gibi zamanın neresinde olduğumuzu kestiremeyiz. Onun şu muğlak dizeleri hissiyatımızın ve belirsiz anlarımızın adeta tercümanı olur:
“Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpâre, geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında.”
Bazı saatler vardır ki geçmesini hiç istemeyiz. Onlar kalbimizin eşref saatleridir. Bazı saatler de vardır ki o demleri hayatımız boyunca bir daha hatırlamak istemeyiz. Bitmesi istenilmeyen saatlerden hakkıyla ve layıkıyla lezzet alanlarla, bir kere daha yaşanmak ve hatırlanmak istenilmeyen saatlerin tekrar etmemesi için gayret edenler mutlu insanlardır.
Her gün duvarlarımızda veya kolumuzda akreple yelkovanın telaşla koştuğu saatlerin hayatımızı öğüten, un ufak eden bir değirmen olduğunu hiç düşündünüz mü? İnsanlık, bu hayat değirmeninin devasa taşları arasında un misali çaresizce öğütülmektedir.
Saatlerin her dakikasının, her saniyesinin; hatta her salisesinin bir anıyı sakladığı vakidir. Doğumumuzu gösteren saatler gün gelecek ölüm vaktimizi de gösterecektir. Bu yönüyle saatler hayat çizgimizi belirleyen kaderimizin de bir çeşit boy aynası hükmündedir. Onlar bazen bir çocuk gülüşünü, bazen de bir yetişkin ağlayışını saklar güçlü hafızalarında.
"Bir bozuk saattir yüreğim, hep sende durur."
Saatler bir kısrak gibi dörtnala koşsa da yorulmak nedir bilmezler. Saatlerin pervasızca ve büyük bir hızla boşluğa akışı, şairlerin keder mumunu tutuşturan bir kıvılcım olmuştur. Belli ki Üstad Sezai Karakoç da akrep ve yelkovanın bu denli hızlı akışından rahatsızdır:
"Zaman çabuk çabuk geçiyor Mona;
Saat on ikidir, söndü lâmbalar.
Uyu da turnalar gelsin rüyana,
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar;
Zaman çabuk çabuk geçiyor Mona."
Zamanı kıskacına alan saat, doyumsuz aşk şiirlerinin en önemli imgesidir. Birçok usta şair, saatle aşkı aynı paydada buluşturmuşlardır. Bunların başında "Büyük Saat" şairi Turgut Uyar gelir. O, yine bir yazar olan Tomris Uyar'a olan derin aşkını bir saat metaforuyla çok etkili bir biçimde anlatmıştır. Bu şiirdeki "Bir bozuk saattir yüreğim, hep sende durur." mısraı bile onun şair kimliğini fazlasıyla hak ettiğinin delilidir. Şiirin devamı şöyledir:
"Herkes seni sen zanneder
Senin sen olmadığını bile bilmeden,
Sen bile
Seni ben geçerken
Derim ki,
Saati sorduklarında;
Onu "O” geçiyordur
Kimse anlam veremez
Tamir ettirmedin gitti derler şu saati
Ettirmek istiyor musun demezler
Bir bozuk saattir yüreğim, hep sende durur
Zamanı durdururum yüreğimde,
Sensiz geçtiği için,
Akrep yelkovana küskündür
Şu bozuk saat çalışsa benim için ölümdür
Bil ki akrep yelkovanı geçerse,
Atan bu yüreğim durur
Bırak bozuk kalsın, hiç değilse
Bir bozuk saattir yüreğim, hep sende durur."
"Bakma saatine ikide birde!/Hâlin neyse saat onun saati"
Türk şiirinde söyleyişiyle (üslûbuyla) kendine özgü bir şiir evreni kurarak dikkatleri üzerine çeken saf şiirin usta şairlerinden Necip Fazıl Kısakürek de zamanla sorunu olan şairlerdendir. O da birçok şair gibi zamanın hakikatten uzak, gaflet uykularında geçmesinden muzdariptir. Onun "Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum;/Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum" mısraı nedamet duygusunun söze dönüşmüş mücessem hâlidir. Yine aynı Necip Fazıl:
"Bakma saatine ikide birde!
Hâlin neyse saat onun saati
Saat tutamaz ki ölü kabirde;
Zamana eşyada gör itaati!
Bir kıvrım, bir helezon,
Her noktası baş ve son…" diyerek bu sefer de meseleye metafizik bir boyuttan (gönül gözüyle) bakmayı yeğler.
Hayatı belli ölçeklerle sınırlayan ve çepeçevre kuşatan saat ve zaman kavramları halk şiirimizde de kendisine genişçe yer bulmuştur. Bu bağlamda 19. yüzyıl halk şairlerinden Âşık Ruhsatî, hayatın geçiciliği etrafında zaman ve saat kavramları çerçevesinde ölümü hatırlatan şu anlamlı dizeleri sarf etmiştir: "Gün bugünkü gündür saat bu saat/Daha dünkü günü göremezsin ha/Ansızın dururken ölüm gelir de/Bir saat evinde duramazsın ha!"
Muhteşem yalnızlıkların suskun tanığıdır saatler. Gümüş işlemeli kundaklarda uyutmaya çalıştığımız ân'ın her gün biraz daha tükenişini haykırırlar. Yarım kalan aşkların tortusudurlar. Yaralarımızı sağaltmasını beklediğimiz beklenen eldirler. Fakat bu eller sağaltmak bir yana, köz köz olan yaralarımızı daha da derinleştirirler.
Ağlamaktan kan çanağına dönen gözlerin sürmesidir saatler.
Ağlamaktan kan çanağına dönen gözlerin sürmesidir saatler. Onlar ki cinneti cennete de, cenneti cinnete de dönüştürebilme kabiliyetine sahiptirler. Onlar ki bize geçmişten ders almayı öğretirler. Bazen zindanları mutlu bir yaşama, bazen de mutlu yaşamları adeta bir kara zindana dönüştürürler. Şakaklardan yağan kardan ve fırtınadan haber verirler.
Mâzinin sırtını sıvazlayan keskin bir bıçak hükmündedir saatler. Yılgınlıklara vurulan paslı zincirdirler. Onlar ki dünle bugün, bugünle yarın arasında köprü olurlar. Bu köprüden gidip gelmelerin adı da "hayat" diye bilinir tarafımızca. Saatler uykudakilerin uykusunu derinleştiren, uykusuzların uykusuzluğunu artırandır. İçinde kendimizden izler bulduğumuz duygusal şiirlerin şairi Ümit Yaşar Oğuzcan, "Güllerin Ağladığı Saat" adlı şiirinde gülleri adeta bir insan gibi düşünerek şöyle der:
"Güllerin ağladığı bir saat vardır hani
Büyür o saatte yalnızlığı bahçelerin
Düşer korkusu kalbe yaklaşan gecelerin
Bir dev uzatır gökten o çirkin ellerini
Güllerin ağladığı bir saat vardır hani
Her şey o saatlerde merhametsiz ve soğuk
Gitgide uzaklaşır batan güneşle sesin
Bir bakarım ki benden en uzak çizgidesin"
"Saatler mi durmuş yoksa zaman mı?"
Hayatı anlamlı kılan ve çepeçevre kuşatan zaman kavramı, an gelir uçup gider yorgun belleğimizden; öyle küçülür ki adeta bir kum tanesine dönüşür. İşte o demlerde saatlerin, günlerin, haftaların, ayların ve yılların bir anlamı kalmaz bizim için. Tam da o vakitlerde Ayşe Tunalı o yakıcı sesiyle bizlere şu mısraları fısıldar:
"Seni çok özledim, bak koştum sana
Umudumdun benim sevdadan yana
Kaybettim mi seni? Bulamıyorum
Bilmem ki sen yoksan ne kaldı bana?
Saatler mi durmuş yoksa zaman mı?
Umutlar tükenmiş hâlim yaman mı?
Her şey susmuş, ne var, neler oluyor?
Mektuplar yırtılmış artık tamam mı?"
Durmak, dinlenmek nedir bilmeyen, 7/24 çalışmaktan yorulmayan saatler çok kere derin anlamsızlıklarımızı anlamlı kılandır. Kırık dökük hayatları hatıralarla yoğurandır. Boşluklarımızı bazen cam bazen de can kırıklarıyla tıka basa doldurandır. Kanayan yaralarımıza merhemdir. Onlar ki sonsuzluğu sonluda yakalayandır. Yedi Meşaleciler'in kurucularından Ziya Osman Saba "Bir Oda Bir Saat Sesi" adlı şiirinde biraz da saatlerin bu mâziyi kurcalama yönüne vurgu yapar:
"Bir oda, içinde bir saat sesi
Hayatın sırtımdan giden pençesi,
Ve beni mâziye götüren bir el,
Eski günlerimiz, sessiz ve güzel
Bulduğum kayıplar, her günkü yerin,
İşte konsol, ayna, köşe minderin,
Seccaden, tesbihin, namaz başörtün
Bir şey değişmemiş, sanki daha dün
Yine ortancalar altı camının,
Dışarda sükûnu yaz akşamının,
Bahçemiz sulanmış, ıslak her çiçek
Kapı çalınacak, babam gelecek"
"Zaman yelkovansız bir saat gibi"
Saat, zaman mefhumunu kaybedenler için gereksiz ağırlık veren bir metal yükten öte bir şey değildir. Zira saatler bazen ruhumuzu örseleyen bir balyoza dönüşür; tükenmişliğimizi kanatırlar. Bir kurşun misali göğsümüzün üzerine çökerler. Onlar ki bazen aşkı, bazen nefreti, bazen vuslatı, bazen de hicranı gösterirler. Sedat Umran da "Çalar Saat" adlı şiirindeki dizelerinde buna değinir:
"Zaman yelkovansız bir saat gibi
Güçlükle duyarız işlediğini;
Biz de bilmiyoruz kimdir sahibi
Her vakit kurulu, her vakit yeni
Arar gözlerimiz boş kadranında
Bir gizli işaret beyhude yere;
Duracak sanırız ölüm ânında
Bir daha, bir daha çalmamak üzere."
Kayıtsız hayatı kayıtlı hâle dönüştüren saatler, uzun kış gecelerinde yalnızlığımızı büyütendir. Yetimliğimizi ve öksüzlüğümüzü yüzümüze vurandır. Gün yüzü görmeyen körpe hayallerimizi hakikatin keskin kılıcından geçirendir. Ellerimizi şakaklarımıza götürüp derin düşüncelere dalmamızın yegâne müsebbibidirler. Onlar ki ağır cüsseleriyle umutlarımızın üzerine çökendir. Gönül ağacının dallarını kıran sert fırtınadır. Muhsin İlyas Subaşı bu bağlamda "Zaman Ve Biz" şiirinde "Kurşun adımla geçiyor zaman,/Tembel saatlerde,/Sarhoş tiktaklar/Geceler tortusunu gündüze aktarıyor,/Sabahlar neredeyse duracaklar..." demektedir.
Saatler, medeniyetlerin kanayan yarasına neşter vurandır.
Dünyaya meydan okuyan her köklü medeniyet, on yıl, yirmi yıl, elli yıl, yüzyıl (asır) dediğimiz uzun bir zaman diliminde şekillenir, serpilir, gelişir. Bu çetin ve sancılı bir süreç işidir. Bu nedenle saati medeniyetten, medeniyeti de saatten ayrı düşünemezsiniz. Bazen saat sebep, medeniyet sonuçtur; bazen de medeniyet sebep saat sonuçtur. Bu öylece deveran eder.
Saatler, medeniyetlerin kanayan yarasına neşter vurandır. Onu bir anne şefkatiyle sarıp sarmalayandır. Zira saat üzerine kurulmuştur eski hayatımız ve kadim medeniyetimiz. Bunun içerisinde beş vaktin önemi her şeyin fevkindedir. Bu muayyen vakitler bize iki cihan saadeti vaat ederler. Uhrevî mutluluklarımız bu zamanı doğru kullanmaya endekslidir. Tanpınar, "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" romanında "Günde beş vakit namaz, ramazanlarda iftar, sahur, her türlü ibadet saatle idi. Saat Allah’ı bulmanın en sağlam çaresi idi ve bu sıfatla eskilerin hayatını idare ederdi." diyerek bu hakikati kulaklarımıza büyük duyarlılıkla fısıldamaktadır.
Zaman birçok gizemi içinde saklayan, çok azı bilinen soyut bir kavramdır. Bu harikulâdeliği alelâde kelimelerle izah etmek, akıntıya kürek çekmekten farksızdır. Zaman; saatlerin ölçtüğü, önüne geçilemez, geçilse bile asla durdurulamaz yekpare bir akıştır. İnsanın, bu akışın neresinde durduğu konusu da henüz açıklığa kavuşturulamamıştır.
Güçlü bir söz ustası olan ve bunun nişanesi olarak da kelimelerden süslü ve etkili mânâ evleri kuran Ahmet Hamdi Tanpınar, zamanla meselesi olan ve onu sürekli kurcalayan bir muhakkiktir. Bu kurcalayış, beraberinde yepyeni meselelere kapılar aralar. Bu kapılar bazen de iyice sürmelenir. Onları açabilmek için güçlü söz çilingirleri gerekir.
Zaman her ne varsa potasında eritendir.
Tanpınar, bir zaman şairidir. Zaman (saatler) onun şiirinde kendisine ayrı bir yer bulur. O, "Bursa'da Zaman" adlı meşhur şiirinde, Osmanlı'nın ilk başkenti olan Bursa'yı kendisine merkez alarak şehirle zaman ve onun mücessem hâli olan saatlerle ilgili şu mısralara yer verir:
"Bir zafer müjdesi burda her isim:
Sanki tek bir anda gün, saat, mevsim
Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın
Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın
Güvercin bakışlı sessizlik bile
Çınlıyor bir sonsuz devam vehmiyle
Gümüşlü bir fecrin zafer aynası,
Muradiye, sabrın acı meyvası,
Ömrünün timsali beyaz Nilüfer,
Türbeler, camiler, eski bahçeler,
Şanlı hikâyesi binlerce erin
Sesi nabzım olmuş hengâmelerin
Nakleder yâdını gelen geçene."
Zaman, mekân da dahil olmak üzere, her ne varsa içine alan ve potasında eritendir. Zaman ve onun meyvesi olan saatler birçok şairin şiirinde doğrudan veya dolaylı olarak kendisine yer bulmuştur. Çünkü iyi veya kötü her şey, zaman içerisinde cereyan etmektedir. Ahmet Haşim'in o meşhur "Merdiven" şiirdeki şu dizeler de zamanın, ağır da olsa ilerleyişinin ruhlara yansıyan sancıları değil mi?:
"Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak..."
Saatler ömür sermayemizi fare gibi kemirir.
Kimi zaman geçişinden, kimi zaman da geçmeyişinden muzdarip olsak da zaman; bildiği mecrada kendince akıp gitmeye devam eder. Şair Enis Behiç Koryürek'in de dediği gibi:
"Geçsin günler, haftalar,
Aylar, mevsimler, yıllar…
Zaman sanki bir rüzgâr
Ve bir su gibi aksın…"
Bize düşen şey, onu mecrasından alıkoymak değil, rengini belirlemektir.
Gönül perdelerimizi aralayan zaman (saatler), gelmekte olan geleceği haber verendir. Akrep ve yelkovan, bugünü düne dönüştürmek için yarışan birer doru attan başka nedir ki? Saatler ömür sermayemizi fare gibi kemirir. Gün gelir elde kalan, elden giden karşısında devede kulak mesabesinde kalır. Bu öyle sinsice gerçekleşir ki farkına varamayız. Necip Fazıl "Zaman" adlı şiirinde şöyle der:
"Akrep ve yelkovan,
Varlığın nabzında.
Akrep ve yelkovan,
Yokluğun ağzında
Zamanın çarkları,
Sizi yürütüyor!/
Zamanın çarkları,
Beni öğütüyor
Zaman her yerde ve
Her şeyin içinde
Zaman her yerde ve
Acem'de ve Çin'de
Kime kaçsam ondan;
Ha yakın, ha ırak?
Kime kaçsam ondan;
Ya sema, ya toprak..."
Saatler gönül telimize dokunan mızraptır. İçimizdeki katran karası karanlığı aydınlığa çıkarandır. Sıfırla sonsuz arasında gidip gelendir. Zamansızlığın boynuna geçirilen bir ilmektir. Zamanın ayaklarına takılan prangadır. Tanpınar'ın kaleme aldığı "Saatleri Ayarlama Enstitüsü"nde söylediği gibi ‘‘Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır.’’
Gelin yaşan/ân'ın, kum saatinden durmaksızın akan zamanın kadrü kıymetini bilelim.
Kaynak:
Ihlamur Dergisi/Ocak 2021