Modern hayat, çoğu zaman pusulasız, alabildiğine bayağı ve malayani ilişkiler bütünü hâline gelebiliyor. Modern insan ‘haz’ ve ‘hız’ arasında mekik dokuyadursun, asıl kalplerin pusulayı tastamam şaşırdığını görmek hepsinden fena. Kitapların dünyasında yer alan her kavramın haz ve hız arasında koşuşturan insan tekine anlatacağı çok şeylerin olduğuna şüphe yok. Bu mânâda günümüz insanının gündelik telaşlar arasında kendisini bile unuttuğu bir vakıa. Hangi yazarın veya şairin eseri olursa olsun, içinde geleceğe dair bir parça dahi olsa umut mutlaka bulunmaktadır. Umudun bulunduğu yerde insan, insanın bulunduğu yerde hayat vardır. Fakat bölünmüş, parçalanmış hayatların aksine, insanı insanın umudu, çaresi olarak görenlerin yaşadığı bir hayattır bu.

Hayatın Satır Araları, “Modern Zamanda Kendini Bulmak” alt başlığı altında İslâm, tasavvuf, eğitim, toplum, metafizik, musıkî etrafında Mahmud Erol Kılıç’ın kaleme aldığı bir çalışma. Sufi Kitap’tan çıkan ve üç bölümden oluşan çalışma daha çok popülizmin gergefinde işlenen insan ruhunun henüz örselenmemiş, saf, duru tarafını mercek altına alıyor. “Kendini Bulmak”, “Modern Zamanlar” ve “Anadolu’nun Ruhu” bölüm başlıkları altında, insan ve tasavvuf ilişkisi yalın ve fakat derinlikli bir dil, yetkin bir üslûpla anlatılıyor.

Kaynağından kurtulmaya meyilli bir ruhun özü itibarıyla varacağı nokta nihayetinde kırgın olduğu ırmağın yatağı olacak

Popülist bir kargaşanın pek cansız ve heyecansız taraflarında mekân tutmuşlar bir tarafa, dünya ve Allah arasında, Allah ve kâinat arasında varlığını hissettiğimiz enerjinin gönüllerimize avam veya havas ehli olsun, aynı tazelik ve aynı dem üzere bir ışımayla seyir takip ettiğini ancak âşık bilir. Zira âşık, devranın, dünyanın bir gölgelik olduğunu, bu gölgelikte sadece kalpleri ‘din’lendirmenin elzem olduğunun farkındadır. Bu farkın oluşturduğu manyetik alan içerisinde kaybolan ruhların maveradan masivaya doğru yolculuğa hazır hâle geldiğini anlayabilmek ancak hâl diliyle mümkündür. Yani, “Aşk üzerinden vuslata eren bir adım ötededir. Aşktan öteye geçmiştir; kavuşma arzusunun hikmeti ne ise o üzere yaşamak gerekiyor.”  cümlesindeki sır, bütün bütüne kalplerin varlığının keşfi ve nefislerin dizginlenmesiyle mümkün bir çizgi üzerinde bulunmaktadır.

Mahmud Erol Kılıç, Hayatın Satır Araları’nda günümüz insanının yoksun kaldığı değerlerin sıralamasını yapar. Bu sıralama elbette bir tarafıyla eksik kalmış modern çağın fotoğrafıdır aslında. Yani insan, kelimenin tam anlamıyla ‘irfanî bakış’tan yoksun kalmış, eğitim sisteminin oluşturduğu değer boşluğu ortaya kimliksiz ve kişiliksiz insan tipleri çıkarmıştır. Bütün bu ve buna benzer olumsuzlukların yeniden ele alınıp terbiyesinde irfanî bakış hassasiyetinin bütün bünyeye hasredilmesi gerekmektedir. Bunu sağlamanın biricik yolu ise tasavvufî eğitim ve düşünce biçimidir. Bu noktada Mahmud Erol Kılıç, tasavvufun vazifesi olarak, “Tasavvufun itirazı, dinin hukuka/ şekle indirgenmesidir. Oysa tasavvuf, ruhun, mânânın, estetiğin gerekliliğine vurgu yapar” diyerek tasavvufun bütün bu olumsuzluklar karşısındaki konumuna vurgu yapar. Çünkü daha çok maddilikle kurulmuş modern insan kalbinden sürgün insandır, kalp gözü olmayan.

İnsanın tarihi, kadim bir geleneğin ihyası kadar eskidir. Yani insanda var olan bütün değer sistemleri ruhî ve maddî yönüyle bir anlam kazanmakta, bu şekilde tasnife tâbi tutulmaktadır. Geleneksel tutumun baskın olduğu toplum ve tarihlerde insanın manevîliği merkeze alınırken, maddîliği buna bağlı olarak belirlenmiştir. Bu minval üzere insanı daha çok ruhî gelişim temelinde ele almayı hedefleyen tasavvuf, insanı dikey varlığıyla değerlendirmektedir. Yani ruhî gelişimiyle dikey, maddî gelişimiyle yatay tarih olarak varlığını sürdüren insan, modern kuşatılmışlığı içinde barındıran bütün her şeye malik olarak içsel, ruhî bunalımlarını daha çok yanında taşımaktadır. Bu bunalımlarının kaynağında yatan sebepler silsilesi içerisinde ilk sırayı yabancılaşma, sonrasındaysa uzaklaşma almaktadır. Bulunduğu çevrenin, aldığı eğitimin, yürüdüğü yolun İslâm düşüncesiyle paralellik arz etmesi kişinin salâhı adına umut vermektedir. Zira kaynağından kurtulmaya meyilli bir ruhun özü itibarıyla varacağı nokta nihayetinde kırgın olduğu ırmağın yatağı olacaktır muhakkak.

Varlığı içimizde olan bir uzaklığı yakın kılmak için çırpınan bir düşünce

Tüketim metaı olarak insan, uğradığı değerler erozyonu üzerinde yeniden bir kimlik kurmak, yeni bir kimlik bulmak için kaybettiği aslî dengeyi yeniden sağlamak mecburiyetindedir. Bu noktada tasavvufî düşüncenin ihyasıyla ortaya çıkacak eğitim sistemi devreye girmektedir. Tasavvuf düşüncesinin varlığı, Allah ve toplum ile rabıtanın sağlanabilmesi noktasında Kılıç, “Tasavvuf geleneğinde, ‘halvet’ ve ‘celvet’ diye iki hâl bulunur. Bu hâllerden birini esas alanlar olsa da, ikisi birbirine karşıtlık içinde okunmaz; ‘Halvet edenler celvet yapmaz, celvet yapanlar halvet edemez’ diye bir şey yok. Kişi bir dönem halvet eder, sonra celvet yapar. ‘Halvet der encümen’ önemli bir prensiptir mesela. ‘Encümen’ toplum / halk demek; ‘halvet’ ise, tenhada / yalnızlıkta biriyle buluşmak… Halk içinde Hak ile olmak yani.” diyerek bir inceliğe işaret etmektedir. Yani tasavvuf düşüncesini bütünüyle toplumdan kopuk veya bütünüyle Hakk’a yakın şeklinde bir önyargıyla değerlendirmek doğru değildir. Çünkü tasavvuf doğrudan doğruya içsel bir terbiye metodu olarak nefesin ancak sona erince ortadan kalktığı bir mücadeleye isnat edilmektedir.

Modanın, televizyonun ve sinemanın insan hayatında ve düşüncesinde yaptığı sistematik kıyım, doğrusu çağın sancılarından birini oluşturmaktadır. Değer yargılarının büsbütün olmasa da alabildiğine aşındığı toplumlarda, moda, insan tekinin uydurduğu kişisel bir yalan tutumu olarak dünyayı sarabilmektedir. Bunun yanında televizyon ve sinema, inançların eğitilmesi ve inkişafı noktasında bir eğitim felsefesinin eldiveni olabilir. Ancak her ikisinin küfre hizmet noktasında genç dimağlarda yol açacağı felaketin boyutları tartışılmaz bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.

Günümüz insanının ruhunu terbiye vasıtası olarak tasavvuf ve eğitim konularının, kapsamından ziyade konunun dibacesi olarak dahi ele alınıp konuşuluyor olması bir imkân olarak değerlendirilebilir. Bu yönüyle Hayatın Satır Araları, varlığı içimizde olan bir uzaklığı yakın kılmak için çırpınan bir düşüncenin çabası olarak okunabilir.

Arif Akçalı yazdı